“Türk Aynştaynı Oktay Sinanoğlu” isimli bu kitap, Oktay Sinanoğlu ile Emine Çaycı arasında yapılan 435 sayfalık söyleşiden oluşmaktadır. Söyleşi bölümünün ardından hocamızın hayatı ve anıları, tarih sırasına göre verilmiştir. Hocamızın yayınlamış olduğu yüzlerce kitap, makale, röportaj vb. yayınlarının bibliyografyası da kitapta yer almaktadır. Kitabın son bölümünde, Sinanoğlu’nun hayatının çeşitli dönemlerinde çekilmiş fotoğraflarından oluşan albüm, yerli ve yabancı basında çıkmış gazete kupürleri ve ona verilmiş ödüllerin resimleri mevcuttur. Oktay Sinanoğlu, söyleşisinde ailesini, dostlarını, meslek hayatının inceliklerini, dünyanın birçok yerine yaptığı seyahatleri, bilimsel, siyasal ve sosyal konulardaki tespitlerini, analiz ve yorumlarını bizlere en ince detaylarıyla aktarmaktadır.
Sinanoğlu’nun akademik hayatı: 1935 yılında Türkiye Eğitim Derneği’nin bursuyla, Yenişehir Lisesinde burslu olarak okudu. Okulu birincilikle bitirdi. Okulun bursuyla kimya mühendisliği eğitimi almak üzere ABD’ye gitti. Kaliforniya’da Berkeley Üniversitesinin Kimya Mühendisliğini 1956′da birincilikle bitirdi. 1957 yılında MIT’de Yüksek Kimya Mühendisi oldu. Berkeley’de iki yılda Kimya Doktorasını tamamladı. Yale Üniversitesinde iken, 1963′te dünyanın en genç profesörü oldu. Amerika’da Yale, Harvard gibi iki üniversitenin iki kürsüsünde ders veriyor. Aynı anda dünyanın en tanınmış kimya, matematik ve fizik dergilerinde makaleleri yayınlanıyordu.
Oktay Sinanoğlu kısa zamanda Kuantum Fiziği ve Kimyası, Moleküler Biyoloji ve Matematik alanlarında yüzlerce teorem geliştirdi. Dünya bilim literatürüne eşi benzeri az görülür biçimde katkılarda bulundu. ABD, Batı ve Doğu Almanya, Fransa, İsveç, Japonya, Hindistan, Rusya ve Meksika ve daha pek çok ülkeye bilimsel araştırmalar ve projeler için gitti. Üst düzeyde bilimsel ve devlet nişanları aldı. Devlet başkanlarının şeref konuğu oldu. Nobel’e aday gösterildi; öğrencisi Nobel ödülünü kazandı.
İstanbul’da 1964 tarihlerinde Boğaziçi Üniversitesinde ilk kez bir uluslararası yaz okulu düzenledi. Bu yaz okulunda savaş sonrası ve soğuk savaş dolayısıyla birbirinden kopuk olan dünyanın dört bir yanındaki bilim adamlarını bir araya getirdi. Konferans bildirilerinden oluşan üç cilt eseri çeşitli ülkelerde 30 yıl boyunca ders kitabı olarak okutulmuştur. 1965′te İstanbul’da Yüksek Enerji Fiziği üzerine, ikinci uluslararası yaz okulunu düzenledi. 1969′da İzmir Urla’da ‘Atom Fiziğinde Yeni Yönler’ üzerine üçüncü uluslararası yaz okulu düzenlemişti. ODTÜ ve Boğaziçi Üniversitelerinin kurucuları arasında yer aldı. 1994 -1995′te Yıldız Teknik Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Kimya Bölümünde profesör ve rektör danışmanı olarak görev yaptı. Sinanoğlu hocamız 19 Nisan 2015 tarihinde ABD’nin Florida Eyaleti’nde hayatını kaybetti. Karacaahmet mezarlığında annesi Rüveyde Sinanoğlu ve kız kardeşi Esin Afşar Aral’ın yanına defnedilmiştir.
Bilime adanmış bir ömrün anılarıyla derlenen “Türk Aynştaynı Oktay Sinanoğlu” kitabında, Oktay Sinanoğlu’nun “hayatımda hiç zaman geriye bakmadım. Hep bugün ve yarınla meşgul oldum.” sözleriyle ifade ettiği hayat felsefesi işlenmektedir. Sinanoğlu, Batının yıllardır Türkiye’ye karşı oynadığı sinsi oyunlarını, bunlara karşı gerekli tedbirleri almamız gerektiğini, bilim ve teknikte, eğitimde ve hatta dış siyasette ülkemizin özgü hedeflerinin olabileceğini, dünyadaki güçler arasında nasıl denge sağlayarak hem küresel hem de bağımsız olunabileceğini ve ulusumuzu köle olmaktan koruyarak refaha ve huzura kavuşturacak bir yolda yürüyebileceğimizi anlatmaktadır.
“Gençlerimizin hem bilim yolunda tutunmada hem de önce ülkemiz ve ulusumuz, sonra insanlık için değer yaratmada, hızla ve dünyanın dört bucağında koşarken, ama sürekli temel hedeflere doğru giderken edindiğim deneyimleri, vardığım sonuçları kendi koşullarında yararlı bulacaklarını sanıyorum. Haysiyetine, kendi kaderini kendisinin belirleme azmine, cihanda hak ettiği şerefli, itibarlı yerine yeniden kavuşmuş bir Türkiye temennisiyle.”
Oktay Sinanoğlu, dünyada bir Türk bilim adamı olarak kendini kabul ettirmesinin ötesinde ürettiği teoriler, çözdüğü kuramlarla ve çıkarımlarıyla çığır açmış birisidir. 1962 yılında henüz 26 yılındayken bürokratik işlemler iki yıl sürdüğü için gazetelere 28 yaşında diye geçse de Yale üniversitesinde ‘en genç profesör’ unvanını almış. Yale’de “harika bir Türk”, “altın çocuk”, “bilimin harika çocuğu” manşetleriyle dünyaya tanıtılıyor, yıllarca çözülemeyen teorileri son derece basit bir şekilde bilim dünyasına kazandırıyor, Türkçe dilinin korunması konusunda dahi ödüller alıyordu. İki kere Nobel’e aday gösteriliyor, bilim dünyasına değerli bilim adamları yetiştiriyor, bilim alanı dışında hayatını eğitimin Türkçe yapılmasının önemine ve Türk kimliğinin hak ettiği yere gelmesine adıyordu. Türkiye de birçok üniversitenin kurulmasına öncülük ediyor, araştırma merkezlerinin kurulması ve bilimde söz sahibi olmamız için uğraşıyordu. Oktay Sinanoğlu, Descartes’in “Düşünüyorum, öyleyse varım” sözünü “Varım, öyleyse düşünüyorum” olarak okuyan çok renkli, çok ilginç, çok yönlü ve tüm dâhiler gibi sıra dışı bir insandı.
HAYAT: BÜYÜK KEŞİFLER DİYARI
Oktay Sinanoğlu’nun doğum tarihi 25 şubat 1935. Yer İtalya, Bari. Babası Nüzhet Haşim Sinanoğlu, Rumelili bir ailenin çocuğudur. Annesi Rüveyda Karacabey’in ailesi, Selçuklu ahilerinden ve Ankara’nın yerlilerindendir.
Sinanoğlu, İtalya da doğduğu için İtalyanca ve Fransızca öğrenmiştir. Lise yaşlarında Türkiye’ye geliyor parasız yatılı olarak Türk Eğitim Derneği Yenişehir Lisesine öğrenimine başlıyor. Hocaları tarafından sevilen kütüphanedeki tüm kitapları okuyan, 10 dakikalık aralarda bile kitap okuyan bir talebeydi. Matematik e ve model uçak yapımına merak sarıyor. Fen bilimlerinde deneyler yaparak araştırmalar yapıyordu. Kız kardeşi Esin Afşar, hatıralarında evin girişini laboratuvara çevirdiğini kimyasal deneyler yaptığını yazıyordu. Kimya aşkının lisede başladığını söylüyor. Öğrenimi sırasında şöyle bir anısını paylaşıyor; “Ben gidiyorum kalın bir İngilizce kimya kitabı alıyorum sonra öğreniyorum ki Oxford Üniversitesi’nin son sınıfında okutulan inorganik kimya kitabıymış. Ben ne biliyim geliyorum, onu karıştırıyorum, sonra gidip deneyler yapıyorum. Bazı zamanlarında bir, iki tane hikaye yazıyordum. Bu hikayeler, o zamanların Yeni Edebiyat dergisi diye ciddi bir edebiyat dergisi vardı orada çıkardı. 16 yaşımda bir hayli hikaye de yazmıştım. Daha sonra kendimi fizik, matematik, kimya bilimlerine yükledim. Lise yıllarımda da saz çalmayı öğrendim halk edebiyatından, tasavvuf meşrep bir ezgiyle.
1950’de İstanbul Beyazıt’ta Tramvayın geçtiği güzergahta ve Sultanahmet meydanında koca çınarlar ve çeşmeler, yani tarihi bir hava vardı. Osmanlı imparatorluğunda yaşadığının hissini veriyordu. Birden beri o güzelim çeşmelerin hepsinin muslukları söküldü, zamanla oralar çöplüğe dönüştü. Osmanlı eserleri zemin seviyesinin altında kaldı. Şehrin, Osmanlı mimari havası gitti. Uzun yıllar sonra çok üzülmüştüm. Benimde lise yıllarım çalışarak, okuyarak, gezerek geçti.
YEMİN ETTİM:
Türk eğitim Derneğinin başkanı Mümtaz Tarhan, bakan olmuş. Kırk yılda bir okula uğrar tabi. Ben de merdivende aşağı inerken karşılaştım ve beni durdurdu. Bu nasıl iş, biz seni Amerika’ya göndermeyi düşünüyoruz, sen okulda isyan çıkarıyorsun. Ben de “Ne Amerika’sı” dedim. Bizim okulda o sıralar Amerika’ya gitme hevesi türemiş.
Ben baktım önümde Türk bayrağı, cam çerçeveli olduğu için yansımamı görebiliyorum. İçimden yemin ettim, dedim ki: “Gideceğim ve kısmetse orada söz sahibi olacağım, ondan sonra ülkeme gelip o namussuzlarla burada uğraşacağım. O zaman anlamıştım ki burada kalırsam Amerika’nın kölesi olurum, oraya gidersem Amerika’nın efendisi olur, buraya gelip onlarla daha rahat mücadele ederim.” Ve işte bizi gönderdiler.
AMERİKA YILLARI VE İLK ŞOK:
Uçakla seyahate gidiyorum diye seviniyorum. KLM uçağına bindirdiler. İlk durak Amerika’nın ortası St. Louis’e gidiyoruz. Yıl 1953. Amerika’yı kimse bilmiyor, ben hele hiç bilmiyorum. İlk indiğimizde bende bir şaşırma olmuştu. Ama sonradan oranın adetlerine alışmaya çalıştım.
Ben de üniversitede ilk dersime gireceğim, derse girdim, kimya dersinden sınav oluyorlardı. Hoca “sen yeni geldin, bu sınava giremezsin” dedi. Ben, yok gireceğim dedim. Sınav kağıdını aldım. Baktım hep formül ağırlıklı, neyse ben çözmeye başladım. Herkesten önce çözdüm. 100 almışım. Tabi herkes şokta, biz ülkemizde Türkçe eğitimle bunları çok iyi öğrenmiştik. Ben de biraz İngilizceyle hallettim. Okulda bir anda ünlü olduk. Üstümüzde takım elbise ile farklıyız. Biz ülkemizde pantolon, gömlek takım elbise giyiyoruz. Daha sonra ben Berkeley Kaliforniya üniversitesine başladım. Dr.Thomas’la beraber araştırmalara ve deneylere başladık.
Amerika’da öğrencilerin bir kooperatifi vardı; bir apartman binası alt katında yemekhanesi vardı. Ben yakın bir yerde oda buldum. Odada İrlandalı arkadaşla beraberiz, soyadı Türk. Çünkü İrlandalıların Türklere sempatisi var. İngilizler, İrlandalılara çok çektirdi. Sultan Abdülmecid han, İngilizler orada milleti açlıktan öldürürken İrlanda’ya yardım göndermiş. İrlandalılar, bunu hiç unutmaz. Türkleri severler, bir de tabii İngiliz’in karşısında olan herkesle Abdülhamid han ilgilenmiş yanında olmuş. Bu yüzden hala “Türk” soyadını kullanılırlar.
1956’da Berkeley Kimya Mühendisliğini birincilikle bitirip 1957’de mastıra başladım. Meşhurların mühendis olduğu “Massachusetts Institute of Technology” de (MIT) başladık. Kaliforniya, Berkeley’den çok uzak beş bin kilometre var. Bana yüksek miktarda “Alfred Sloan” ödülünü verdiler. Oktay Sinanoğlu ilk birincilikle bitiren kişi diye Kimya mühendisliğinin önüne asmışlardı. Artık ben yeni araştırmalara, derslere yöneliyorum. Mesela polimer (Türkçesi “çoğuz”; O. Sinanoğlu, Fiziksel Kimya Terimler Sözlüğü, Türk Dil Kurumu yayını, Ankara, 1978) dersi var. Polimer ve kolloid kimyası diye. Amfi büyük, genç enerji dolu bir hocası vardı. Ben araya giriyorum “yok öyle değil böyle” elimi kaldırıp düzeltiyorum. Sonra çıkıp ya hu adamlarda hiç bir şey yok diyerek kasılıyorum kendi kendime. Fazla çalıştığım yok. Çalışıyorum basit geliyor, ayrıca herkes üç ders alıyor ben 7 ders alıyorum. Temel bilimlere meraklıyım; teorik fizik, teorik kimya, ileri matematik seviyesinde dersler bulup, kimya mühendisliğinde okurken hiç kimsenin almadığı, bilmediği dersleri alıyordum. O sıralarda ilk deneme nükleer santraller tasarlanıyor. Chicago’da İtalyan fizikçi Enrico Fermi yaptı. Ve devamında da atom enerjisini kullanıp elektrik enerjisi üretip kullanmayı da planlıyorlardı.
Tabi o zamanlar tarih okuyorum. Abdülhamid döneminde, Haliç’te denizaltı yapılmış. İlklerden biri de tünel (Karaköy-Beyoğlu). Tabi böyle büyük bir devlettik. Biz de bölümde denizaltının oksijen ve hidrojen borularının hava almasıyla alakalı bir çalışma yapıyorduk. Amerikan deniz subayları da çalışmalarımızı almışlardı. Ama o zamandan beri gizli çalışmalarım devam ediyor. Ülkemde ki olayları da takip ediyorum.
YAŞ 21, BERKELEY
MIT’de sizden başka Türk yok mu? O zamanlarda Amerika’da fazla Türk yok. Mühendislikte doktora yapan 3 ağabeyimiz var. Vedat Arpacı, Hayrettin Kardeştuncer ve Turgut Burakreis. Çok iyi matematik biliyorlar. Haftada bir İtalyan lokantasında toplanıyor, bilimsel konuşmalar yapıyorduk. O zamanlar bilgisayar yeni çıkmıştı. Hayrettin Kardeştuncer, büyük binaların gökdelenlerin tasarlanmasını ve ilk büyük otomatik bilgisayar yazılımlarını geliştiren kişi oldu. Conneticut Üniverisitesi’nde ünlü bir profesör ve bu sahanın kurucularından oldu. Turgut Burakreis de sanayi mühendisliğinde kendini geliştirdi. New York’da büyük şirketlere danışmanlık yaptı. Manhattan’da içi kitap dolu bir dairede oturuyordu. Her ikisi de Türk-Amerikan Bilim Adamları Derneği üyesi. Ben de orda bir konuşma yaptım. Herkes İngilizce konuşuyor ben de konuşmamı Türkçe yaptım. Başkan Oktay Ural beni bir daha davet etmedi. Toplantı Türkler arasında yapılıyor ama Türkçe konuşulmayacak, İngilizce konuşulacakmış. Ben de itiraz ettim ve ayrıldım.
MIT’de 7 ayda mastırımız bitirdik. Üniversitenin “Tech Sailing Club” yelken kulübünde yelkencilik yapıyor, kendimi spor alanında da geliştiriyordum. Vedat Arpacı’dan çok şeyler öğrendim. İlk bilgisayarın makine dilini öğrenip gerisini kendim geliştirdim. Sağ olsun çok yardımları oldu. Daha sonra da Yale’ye geçtim.
YALE’ DE HARİKA BİR TÜRK
Bu işlere hiç aldırdığım yok, profesör olayım diye hiç uğraşmadım, kendi kendine oldu. Yale’de kimya bölümünün kemerli, kocaman binasının önünde bronz bir heykel var; Siliman diye birinin heykeli. 1800’lerde taş yatağı yani petrol için kullanım alanları icat etmiş, minerallerle uğraşan bir kimyacı. Oldukça genç yaşta profesör yapmışlar. Fakat o zaman doktora yokmuş, doktorası yok. “Times” vb. bazı yayınlar Siliman’ın heykeli önünde resmimi çektiler. Başarılarım bir anda duyulmaya başladı. Bilime olan sevgim ve araştırmalarım arttı. Matematikte sayılar kuramı üzerine araştırımalar yapıyordum. İngiltere kraliyet ailesinin bilim dergisinde matematik kuramımla alakalı yazılarım çıktı. Bir anda çalışmalarım yayıldı. Eskiden beri gayem kimyayı matematikselleştirmekti. Çünkü kimyanın iskeletini kurmak ancak matematikle oluyordu.
Matematikte bir sürü teorem geliştirebiliyor, ispat edebiliyor ve birçok kimyasal özelliği kağıt üzerinde bulabiliyorsunuz. Ben kimyayla hayatı, matematikle de evreni çözmeye çalışıyordum. Daha sonra hocalığım başladı. Yanıma gelen genç arkadaşlara konular veriyordum. Onlarla birebir ilgileniyordum. Türkiye’den üç Türk öğrenciye burs vererek yanıma aldım. Onların gelişmelerinde birebir ilgilendim. O dönemler de Türkiye’de yaz okulu halinde kamplarla yurtdışından öğrenciler getirerek onların ülkemizi tanımasını ve Türkiye’nin bilim dünyasında tanınmasını, bilimde hareketli dönemlerin yaşanmasını sağlamak amacıyla bu tür kamplar yaptık. Amerika, Avrupa, Japonya, Çin, Kore ve Türk dünyasından birçok genç bilimadamı ülkemize geldi. Türkiye, dünyaca ünlü oldu. Bir sonraki bilim kampımızı NATO destekledi. Yıl 1964. İzmir Urla’da kampımızda Atom fiziği yönelimleri üzerine çalışmalar yaptık. Dünyaca yankı buldu. Birçok ödül aldık.
Türkiye’ de 1980’de YÖK kuruldu. Türkiye’deki araştırma havası söndü. Üniversiteler adeta İngilizce öğretme dershanelerine dönüştü. Eğitim dili İngilizce yapılmaya çalışılıyordu. Ege üniversitesinde Abdullah Kızılırmak, 50 yaşında üniversiteden uzaklaştırıldı. Aradım buldum; köyüne gitmiş tavukçuluk yapıyormuş. Bir süre sonra hanımından mektup aldım. Vefat etmiş duyunca çok üzüldüm. Biz birçok büyük beyinlerimizi bir hiç uğruna kaybettik, kaybettirildik.
O zamanlarda Amerika’dan barış elçileri Güneydoğu’ya üniversitelere gelmiş. Ne işi varsa barışın olduğu bir ülkede barış elçilerinin, misyoner kılıklı kızların bizim üniversitelerde, o zamandan beri ne yaptıkları belli. Bizi bizden koparmaya çalışmaları ortada, günümüzde de bunu görebilmekteyiz.
Ben de o dönemlerde dünyanın çeşitli ülkelerine bilimsel konuşmalara gidiyor. Devlet başkanlarıyla görüşüyorum. Bilimsel çalışmalarına öncülük ediyorum. 1973’te Meksika’da kurumsal fizikle ilgili konuşmalar yaptım. Türk dünyasına Orta Asya’ya gittim. Büyük çalışmaların altyapısını kurduk. Rusya’ya ve Çekoslovakya’ya giderek oralardaki bilim adamalarıyla ortak çalışmalar yaptık. En çok talep de Pasifikten; Kore ve Japonya’dan geldi. Bilime çok iştahlı bu milletlerle birçok çalışmalar yaptık. Rusya maceram uzun sürdü. Moskova’ya gittim. Sovyet bilimler akademisinden iki aylığına davet almıştım. Şeyh Şamil mescidine gittik. Orada birçok Müslümanla tanıştım. Türkiye’ye geldiğimde de irtibatı koparmadık. Mektuplaşarak görüşmeleri sürdürdük. Kırımlılarla, Tatarlılarla tanıştık ve az kalsın akraba çıkacaktık. Eski Ankaralılar, Kırım ve Tatar kökenlidir. Ben orada Kırgızlarla, Azerilerle, Özbeklerle ve diğer boydan Türk soylarıyla Türkçe konuşuyordum. Bazen kendi aramızda toplantılar yapıp geleneklerimizi devam ettirip sabahlara kadar muhabbet ediyorduk.
MOLEKÜLER BİYOLOJİ
Yeni bulduğum “kuvvete” bir isim koymalıydım. Kuvvetin mahiyeti şöyle ya, DNA molekülleri suyu tutacaklarına birbirlerini tutmayı tercih ediyorlar, yani sıvıdan kaçıyorlar, o yüzden alanlarını küçültüyorlar, çift sarmal oluyor. Sonunda “solvent”ten “solvo” dedim, “kaçar, korkar” anlamında da “fobik” “solvofobik kuvveti” oldu. Kimyadan fiziğe, oradan matematiğe ve de moleküler biyolojiye dair çalışmalarımız var. 1962’de hem Harvard’ta hem Yale’deyim. Her iki üniversitede de çalışmalarımız var; “DNA çift sarmal olarak değil de iki ayrı rasgele zincir halindeyse optik döndürme miktarı vardır ve farklıdır” diye bir teorem ortaya koydum. Bu durum, Almanya’da yankı buldu, oraya gittim. Bütün eyaletlerini, üniversitelerini gezerek konuşmalar yaptım.
Bu tür çalışmalar yaparken müziğin çalgı aletlerinin fiziği ve akustik özellikleriyle ilgili çalışmalar da yaptım. Müzik aletlerinin akustiğiyle elektromanyetik dalgaların matematiğe benzer özelliklerini ortaya koydum. Gitarın, kemanın vb. aletlerinin dalgalarıyla ölçümler yaptım. Ama kafamda her gittiğim yerde çalıştığım mekanda, kağıtlara çizdiğim DNA sarmalları vardı. Çünkü DNA, moleküler biyolojinin temelini oluşturuyordu. Sarmallar müzikle de alakalıydı.
YENİ TEKLİFLER VE KISKANÇLIKLAR
Anglosakson kültüründe insanların hissiyatını anlamak zordur. Gerçek hislerini, kıskançlıklarını uzun müddet anlamazsınız. Rol yaparlar. Üniversiteler yüksek maaşta teklifler sunuyorlar. Amerika hükümetine bağlı bilim vakfından ve NASA gibi yüksek bilim çalışmalarının olduğu kurumlardan isteğim zaman isteğim kadar hibe alabiliyordum. Hem de hiç bir açıklama ve proje bildirmeden. Kış aylarında arkadaşlarla okyanuslara açılıp deneyler için bir takım maddeler araştırıyorduk. Ben de 1960’ta okyanus yelkenciliğine başladım. Okyanusta yelken açılmaları yaparak gezintiler yaptık. 1965’e kadar çok sosyal işler yaptık ve bilimsel araştırmalarda öncülük ettik. Edebiyata ve tiyatroya da meraklıyım. Paris’te ve Berlin’de tiyatrolarda edebi konuşmalara katılıyordum. Bilim ve edebiyat birleşirse estetik oluşur. Akşam geç saatlere kadar teoremler çözerdim. Yatacakken birkaç şiir, piyes, hikaye okur yatardım. Sabah kalktığımda bir bakmışım akşam arada kaldığım sayısal işlemler, çıkaramadığım veriler hemen gözümün önünde çözülüverirdi. Sahiden de bu tasavvuf gibi bir şey. Tasavvufta mertebelere ermek vardır ya onun gibi oluyordu. Sanatı edebiyatı ve bilimi birleştirerek bir gönül birliği oluşturmaya başladım.
ASYA’NIN KEŞFİ: TASAVVUF, BURHANİLİK, JAPONYA VE HİNDİSTAN
“İpekyolu’nun iki ucu olan” konferanslar için NHK’ya bir program önerdim. “Birlikte, tarihteki gibi bir ipek yolu seferi düzenleyelim, Japonya’dan Türkiye’ye kadar. Yol üstünde her yerde ben, sadece Türkçe konuşacağım, siz de Japonlar olarak oradaki halkların konuşmalarını anladığımızı, çünkü onların da Türk lehçeleri konuştuğunu göreceksiniz.”
Yıl 1975. Yale’ye Japonya’dan bir mektup geldi. Seçkin bilim adamı ödülünü almak ve 6 ay Japonya’da kalmam için çağrılıyordum. Orada Tokyo’da birçok Türkçe konuşmalar yaptım. Yıl 1976 Japonya’dan Hindistan’a Yeni Delhi’ye geçtim. Başbakan Bayan Gandi o zaman onun davetiyle Hindistan’da konuşmalar ve açılışlar yaptık. O zamanlarda bende tasavvufa merak başladı. Doğu kültüründeki Buda’yı, insanı kâmili, Burhaniliği merak ediyor ve ermişlik üzerine birçok araştırmalar yapıyordum. Bazı kaynaklarda Buda’nın eski Türk inanışında burhan olduğunu ve yansımasının Budizm olduğunu görüyordum. Çalışmalarımdan sonra eski okuluma Berkeley, Kaliforniya’ya döndüm.
ÖRÜTLER KURAMI VE İKTİSAT
Kimyasal maddelerde girdiler ve çıktılar vardır. Ben de bu tepkime özelliğini bir ülkeye benzettim ve ekonomiyle benzer özelliklerini ortaya koydum. Nasıl bir ülkenin doğal sınırları vardır. İthalat, ihracat gibi hareketleri vardır. Onları kimyada benim ortaya koyduğum örüt kuramıyla birleştirerek iktisatla kimyayı ve biyolojiyi birleştirdim. Bu geçici kaynak ATP’yi paraya benzettim. Türkiye’nin ilk en büyük 30 kalemini, ihracatını ve ithalatını çıkardım. Ülkenin tarım ülkesi olduğunu da düşünerek bir sürü kimyasal ve iktisadi çıkarımlar yaptım. İlk konuşmamı da iktisatçıların, sanayicilerin ve akademisyenlerin olduğu bir toplulukta yaptım. Herkes çok şaşırdı.
O zamanlar ben ülke sorunlarıyla birebir ilgileniyorum. 1980 olayları, sağ-sol hareketleri, ekonomik sıkıntılar, eğitimdeki ve bilimdeki yetersizlikler gibi konularda. Aslında benim en büyük buluşum, İngiliz ve Amerikan numaralarıyla Türkçeyi yok etmek üzere yola çıktıklarını anlamam. Modern Dünyada bir ülkeyi sömürge haline getirmek için savaşla, topla uğraşmayacak, dilinden başlayacaksınız. Ben 1970’lerde Türkçe eğitim seferberliği açınca başımıza bir sürü iş geldi. Bizim evi didik didik arıyorlar, bizi sindirmeye çalışıyorlardı. Zamanında Robert kolejindeyken Amerika’da ve İngiltere’de basılmış Türkiye’de bölücülüğü teşvik eden, kışkırtan kitapların listesini çıkarmıştım. Onlar üzerinden bizi suçlamaya kalktılar. Hatırlıyorum. Kütüphaneci İngiliz misyoner kılıklı bir kızdı. Daha sonra ben o kitapları ve listemi hiçbir yerde bulamadım.
O yılarda Avrupa’ya gittim, İsviçre’ye Federal teknik Enstitüsüne gittim. Orada bir sürü tanıdığım var. Gittiğim yıl Almanya ve Fransa’dan birçok teklif geldi. Ben İsviçre Luzern’de ev kiraladım. Dört göller bölgesinin doğasını çok sevdim. Avrupa insanı bağnaz, koyu Hristiyanlar ve yabancı düşmanlığı yapıyorlar. Hem de bilimde, üniversite ortamında yapıyorlar. Hatta köy bakkalından 2 ay alışveriş yapıyorsun. Sana merhaba bile demiyor. Bir kuruş eksik çıksa hemen polis çağıracak. Pek sevmedim bu hayatı ama hayatım boyunca hem dinlenip, hem de çalışmalar yaptığım bir dönem olmuştu.
FIRTINALI HAVALAR YELKENCİSİ
Yelkenciler der ki: “Şudik Point, çocuklarla er kişileri birbirinden ayıran noktadır.” Ben de hep öteye gidiyorum. Fırtınalar oluyor, herkes limanlara sığınırken ben denize çıkıyorum. Bana “fırtınalı havalar yelkencisi” adını taktılardı. Senenin 12 ayı denize açılırdım. Yelkeni MIT’de öğrenip İskoçya ve Florida kıyılarında kendimi geliştirdim. Kanada’dan Amerika’nın en uçtaki adası Nantuket Adasına kadar giderdim. Nantuket, Kızılderili ismi, zamanında onlar yaşarmış. Bunu tanıştığımız kişiler vardı onlardan duymuştuk. Yelken konusunda her zaman mücadele ettim, hiçbir zaman korkmadım. Hatta deniz benim matematiğe olan sevgimi artırmıştı. Denizde bazı ölçümler yaparak, hesaba göre açılırdım. Matematiksiz hiçbir bilim olmaz, matematik toplumsal bilimlerin bile başıdır. Tekneyle ve yelkenle ilgilenmeye, Türkiye’ye geldiğimde de devam ettim. Bodrum’dan Yunan adalarına çok geçmişimdir. Datça, Marmaris, Çeşme…
UÇAĞA MERAK SARDIM
Küçükken model uçak yapardım. Yale’deyken Turan Onat’la tanışmıştım. Uygulamalı matematiğin kurucusu ve uluslararası derginin başyönetmeniydi. Tam Türk tipiydi, ahbap olduk. 1940’ta Genelkurmay başkanı olan Emin Onat Paşa’nın oğluydu. Uçak, ikimizin tutkusu haline geldi. Uçak uçurmak gibisi var mı? Bir macerayla başladık. Amerika’da Cape Cod’da bir eğitim yeri vardı. Hocayla uçuş yapıyor, öğrendikten sonra eyaletler arası uçuşlara başlıyorduk.
TÜRKİYE GÜNLÜĞÜ
Ben de zannediyorum ki, ben ülkem için fırsatım. Çünkü öyle konular var ki dünyada herkes benden öğrenmiş. Ben Türkiye’ye ayaklarına gelmişim, yeni bir şey öğrenin, yapın. Yok!
Yale’yle bir anlaşma yapıp 1994’ün Eylül ayında Yıldız Teknik Üniversitesi’nde profesörlüğe başladım. İlk defa kadrolu devlet memuru olacağım. Bana fiziğe mi, kimyaya mı, matematiğe mi girersin diye sormuşlardı. Yoksa kâğıt üzerinde moleküler biyoloji var onu mu kuralım dediler. Ben de kimya dedim. İlk iş olarak kütüphaneye gittim çok zayıftı. İn cin yoktu. Uluslararası kitaplar ve dergiler getirdik. Yeni bir kütüphane sistemi kurduk. O zamana kadar hiçbir üniversitede doğru düzgün kütüphane yoktu. 1 hafta içinde etrafımda gayrı resmi 15 öğrencim olmuştu. İÜ, İTÜ, YTÜ’den her alandan konuşuyorduk. Kimya, matematik, tarih ve fizik gibi alanlarda doktora seviyesinde konuşuyor, araştırmalar ve ödevler veriyordum. O zamanlarda Beyoğlu’nda Urban Kahvesi’nde oturur, edebiyattan ve güncel konulardan da muhabbetler ederdik. Bana Üniversite’de ufak tefek pürüzler çıkartıyorlardı. Yanılıyorlardı. Ben binlerce yıllık Türk tarihi birikiminden gelen manevi değerlerle 7 düvelle, kurtlarla çocukluğumdan beri boğuşuyorum. Amerika’yla İngiltere’yle ve onların yerli beşinci kol haysiyet fukaralarına peşken çekiyordum. Ömrün boyunca ülkemde bilimin gelişmesi için bir çok fedakârlığı yaptım. Birçok öğrencimin önünü açtım. Onları uluslararası arenada geliştirdim.
DÜNYA KÜÇÜK, GÖNÜLLER BÜYÜK
Eskiden çocuk yaşta bir olaya şahit olmuştum: attan kan alınacağı için burnuna kocaman bir mandal takılmıştı. Sonra da doktor boynuna kocaman bir iğne batırıp kan alırdı. Zavallı atın haberi yok; burnu çok hassas olduğu için mandalla meşgul; kanının alındığını fark etmiyor. İşte durum bu; kanımızı, özümüzü alıyorlar.
Oktay Sinanoğlu bir aşıktır, bilime vatanına, milletine, Türk diline, tarihine aşık… İnsanlığa, daha doğrusu her insanın içinde gizli duran en yüksek mertebelere ulaşabilme yeteneğine aşıktır. Türkçenin her daldaki açık seçiciliğine, matematiksel güzelliğine, kudretine hayranımdır.
Hayatımda en duygulandığım an, ilk TÜBİTAK bilim ödülü ihdas edilip de bana verildiğinde, o görkemli törende konuşmam bittiğinde anneme teşekkür edip “Sen, kahraman bir annesin” dememdir. Babama ve atalarıma bu gönlü bana bahşettikleri için çok minnettarımdır. Yıllarca İsveç kraliyet Nobel Kurulu benden aday olmamı bekledi. Çocukluğumdan beri hiçbir zaman ne not için, ne makam mevki için, ne de bana başkalarının bahşedeceği ödüller için bir çabam olmamıştır. Toplum için, bilim için ülken ve ulusun için, insanlığın insanlaşması için çalışırsan, hak ve halk seni öyle veya böyle kendiliğinden ödüllendirir. Manevi nimetler ise hepsinden önemlidir. Ben ülkemde oynanan derin oyunları gördüm. Türk ulusunun, hars ve dilinin bekası, benim için İsveç’te birilerinin işine gelecek birine verecekleri Nobel’den daha önemliydi, halen de öyle.
Ben ortaokul yıllarımda yirmi senelik plan yapardım. Kimyada şunları yapacağım diye. On sene sonra hepsi biter, o zaman bocalardım. Hadi bir yirmi senelik plan daha. Ben aslında Türkiye’nin Türk dünyasının yüz senelik planını yaptım kafamda, yüzü de az söylüyorum, aslında daha da fazla. Türkiye çok önemli… Dinamik ve genç nüfusu, kaynakları, çok büyük bir tarihi ve tarihsel tecrübesi olan bir medeniyettir. Devletler ve medeniyetler kurmuş bir ülke. Yahudi bir meslektaşım bana 1970’lerde “New Middle East” dergisinin bir makale fotoğrafını gösteriyor. ABD donanması, Dolmabahçe önlerine geldiklerinde gençler, askerleri şehre sokmamışlardı. Denize atmışlardı. Fotoğrafta kalabalığın resmi vardı. Muhabir altına şu notu düşmüş. Gençliğin gözlerine bakın; muazzam bir enerji ve ruh var. Devamında ise “Türkler uyudu kaldı zannetmeyin, bunlar cihangir millettir, bir fırsatını bulursa yine büyük bir kuvvet olurlar, bunlara çok dikkat etmek gerekir, onları Osmanlı ruhundan koparmak lazım” diye not düşmüş. Bu nedenle de ülkemizde son sürat halkın, tarihine diline, Osmanlı atalarına, inançlarına, binlerce yıllık Asya kökenli insani değerlerine, geleneklerine yabancılaştırılması, hatta düşman edilmesi, sonunda kafalar hazır duruma getirilince de, ülkenin yağmalanması da her gün hız kazanmakta.
Her ülkenin hedefleri vardır. Bilim, teknik, araştırma, sanayi, iktisattaki hedefleri devletin hedeflerine ve siyasetine bağlıdır. Olmadan olmaz. Mesela eğitimde milli bir hedefiniz, tarzınız ve meşrebin oluşu, o ülkenin siyasetine bağlıdır. 60’larda, 70’lerde milleti sağ-sol diye kutuplaştırdılar. Üniversiteleri bir hiç haline getirdiler. Ben derdim, 6 ay sonra şöyle olacak böyle olacak diye. Olur mu öyle şeyler diye bana sitem ederlerdi. 6 ay sonra beni karşıladılar her dediğim doğru, gel şimdi ne olacak anlat derlerdi. Nerden biliyorum şöyle ki özelleştirme, küreselleştirme, devleti küçültme lafları çıktı. Bu laflar 1-2 yıl öncesinden Amerika’da çıkar, daha sonrasından da Avrupa’ya geçerdi. Oradan da diğer ülkelere… Bir bakıyorsun pat Türkiye’de. Hep aynı senaryo… Hep derdim X2 formülünü Amerika’dan alıp ülkenin herhangi bir yerinde tepkimeye sokuyorsun hep aynı. Bir meslektaşımla taksiye bindim. Amerikan bayrağı boyalı bir Noel baba gördük. Ben “bu da ne oluyor” dedim. Şoför ODTÜ mezunu bir makine mühendisiymiş, iş bulamamış şoförlüğe başlamış, ayda beş yüz milyon kazanıyormuş ve hayatından memnun. Dedim; ülke elden gidiyor. Genç adam ise bana dedi ki; “bana ne”. ABD açısından ODTÜ, Boğaziçi Üniversiteleri ve diğerleri böyle adamlar yetiştirmek için kurdurulmuşlardı. En kötüsü de kafaların sömürgeleştirilmesiydi. Ve biz de bu kafalardan olduk.
Beni birçok ülke yıllarca devşirme yapmaya çalıştı. Amerika’sı, Rusya’sı, Alman’ı Fransız’ı hatta Japonya’sı ama sonuçta Türk milletinden başka kimseye kul olmayacağıma karar verdiler. Hatta Amerika’da kalmama rağmen çifte pasaport dahi almadım. Bunu bana ilk olarak Türkiye Cumhuriyeti bakanı teklif etti. Ben şaşırdım tedirgin oldum. “Biz Porto Riko muyuz? (Porto Riko Amerika’nın resmi sömürgesi) Olur mu öyle şey diye sitem ettim. Gayeleri bize yardımcı olmak değil, Türk adını tarihten silmek. Bunu da bana bakan söylüyor.
Türkler en az on bin yıllık tarihleri boyunca bir öndere bağlı olmuşlar. Batının kültür mühendisleri Türkün bu önder özlemini çok iyi biliyorlar. Son elli yılda hali eritilmiş, dışa bağımlı sahtekârlar, gönlü karıştırılmış aydınlar, ekmek parasını yabancıdan bekleyen ufak çıkarlar hesabı içinde vatanın geleceğini düşünmeyen, kalabalıklar haline gelmiştik. Şimdi yapılacak iş, hızla bu toplumun yeniden kaynaşmasına, bilinçlenmesine, vatanını, milletini kendisinden önce düşünen insanların çoğalmasına önayak olmaktır. Türkiye’yi tekrar dini, milli ve manevi duyguları kurtaracaktır.
Sinanoğlu, eğitim dilinin Türkçe olması gerektiğini savunmakta ve Türkçe’nin matematiksel yapısından dolayı en iyi bilim dili olduğunu söylemektedir. Yabancı dilin ise takviyeli bir şekilde öğretilmesi gerektiğini önermiştir. Türkçedeki bazı yabancı kelimeler için önerdiği karşılıklar şöyledir:
Mevcut Önerdiği
Tren Hızlı Katar
Fast Food Tezyemek
Turizm Gezim
Fakülte Bölümce
Fuel oil Yakıt yağ
Cafe Çay Evi-Kahvehane
Turist Gezgin
Rüştiye Orta Okul
Biyoloji Dirilbilim
Petrol Neft
Psikoloji Ruhbilim
Teknoloji Teknikbilim
Medya Basın-yayın
Doktor Hekim
.
Özetleyen: Şahin KORKMAZ
SASAM Stajyeri – Uludağ Üniversitesi İktisat Bölümü Öğrencisi