Bilal N. Şimşir, Türk Tarih Kurumu (TTK) Yayınları’ndan çıkan Ege Sorunu (Cilt I) adlı eserinde, Helen emperyalisti Megala İdea savunucularının, Avrupa ve hatta Dünya tarihinin en kötü diktatörü olarak anılan Hitler’den yaklaşık yüz sene evvel, Ege’de “Hayat Sahası” (Lebensraum) fikrini ortaya attıklarını, bunu da “komşularının boğazına sarılmak pahasına” tezgahladıklarından bahsetmektedir (s.31). Tabi bahsi geçen 19. Yüzyılın son demlerinde, İngiltere’de filizlenen Helenizm hayranlığının da etkisiyle, özgürlüğün, demokrasinin ve “medeniyetin” merkezi olmakla övünen pek çok Avrupalı devlet Yunanlıların saldırgan tutumuna göz yummaktaydı. Ancak, Helen hayranlığının zirvesindeki bu dönemde dahi, Antik Yunan topraklarının başta Slavlar olmak üzere pek çok devlet tarafından istila edildiğini ve dönemin Rumları ile Antik Helenlerin arasında herhangi bir kan bağının bulunmadığına dair, Fallmerayer gibi önemli isimlerinin çalışmaları da yayınlanmıştı. Bahse konu Avrupalı güçlerin geri plandaki politik hedeflerini gerçekleştirmelerinde ve icraatlarını kendi halklarına açıklayabilmelerinde oldukça etkin bir simge olarak Helen hayranlığını bulanlar, muhalif sesleri duymazlıktan geldiler. Hatta öyle ki, Elefterios Venizelos’un dahi, her türlü haksız ve başarısız girişimi karşısında, Avrupalı destekçilerine hesap verirken bu sözde Helen mirasına güvendiğini söylemekten çekinmemekteydi. Ne yazık ki, bugün de durum pek farklı değil. Mevcut durumda da, resmi olarak bir AB üyesi devlet olmuş olmayı, milli kimliğin ve aidiyetin getirdiği bir avantaj olarak gören Yunan hükümeti, Türkiye’nin iyi komşuluk ilişkileri kurmak yolundaki iyi niyetli ve uzlaşmacı çabalarını boşa çıkarıp, haksız kazanımlar elde etmek için her yolu denemektedir. Bir de buna 2000’lerin başından itibaren Rusya ile AB arasında yaşanan doğal gaz krizleri, ekonomik çöküntüler ve Levant Havzası’ndaki hidrokarbon rezervlerinin keşfi de eklenince, herhangi bir ideolojik ve fikirsel meşrulaştırma çabasına girmeksizin Brüksel ve son dönemde de ABD, tüm kuralları yıkmak pahasına bir kez daha Yunanistan’ın agresif tavırlarına çanak tutmaktadır.
Bilindiği üzere UNCLOS’un (BM Deniz Hukuku) öngördüğü sınırlandırma stili, Ege Denizi’nin kısıtlı alanından mütevellit, deniz yetki alanı, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge (MEB) sınırlandırmalarında esas kabul edilen 200 deniz mili kuralı, Türkiye ve Yunanistan için uygulanamamaktadır. Bu noktada Türkiye’nin İnsani ve Girişimci dış politikası doğrultusundaki idealleri açıktır: Türkiye konunun, adil ve eşitlikçi paylaşım temelinde şekillenmesini talep etmektedir.
Öte yandan Yunanistan, gerek 12 adalar ( ve hatta üzerinde yerleşim olamayacak kadar küçük coğrafi oluşumlar temelinde de ) için anakaraya tanınan 40 deniz mili genişliğindeki deniz yetki alanını talep etmek, gerek sahip olduğu kıta sahanlığı alanını, tek taraflı olarak 6 deniz milinden 12 deniz miline çıkartarak Ege’deki uluslararası su sınırlarının %51’den %19’a düşürmek, gerek Eylül 2020’de, Mısır’da darbeci Sisi yönetimi ile deniz yetki alanı sınırlandırması antlaşması imzalayarak komşu ülke halkların da haklarını gasp etmek gibi sorunlu yollara sapmaktadır.
Bu çerçevede , 1960’lardan itibaren Lozan (1923) ve Paris (1947) antlaşmalarına rağmen adaların silahlandırılması, son dönemde İtalya ile yaptığı balıkçılık temelli yetki alanı antlaşması dahilinde bölgedeki Yunan adaları için herhangi bir hak talep etmezken, tabiri caizse suyun üzerindeki en ufak bir taşın Türkiye aleyhine anakara kadar yetki alanına sahip olmasını fütursuzca talep etmesi, Kıbrıs’ta adil bir çözüme yanaşmaması, GKRY’nin Mısır ile 2003 yılında, Lübnan ile 2007 yılında ve en son İsrail ile 2010 yılında yaptığı antlaşmalar ve Türk tarafının pek çok kez yaptığı müzakere çağrılarına rağmen , tek taraflı olarak uluslararası şirketlere verdiği doğalgaz arama izinleri de Yunan tarafının art niyetinin bir göstergesidir. Son dönemde de Kuzey Ege’deki uluslararası sularda, bilimsel ve teknik araştırmalarda bulunana TCG Çeşme gemisinin dört Yunan F-16’sı tarafından taciz edilmesi yahut ABD ile, yine Lozan Antlaşması dahilinde her koşulda silahlandırılması yasak olan Batı Trakya’da askeri tatbikat yapılması, işleri yokuşa süren diğer gelişmelerdir. Üstüne üstük, Ocak 2021’de başlatılan müzakereler esnasında böyle bir tavır takınılması, adeta karşı tarafı masadan kalkmaya zorlamak fakat aynı zamanda, ilerleyen süreçte kara propaganda yapma niyetini de açığa vurmaktadır.
Kasım 2019 ‘da Türkiye, Libya’da BM’nin tanıdığı Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) ile deniz yetki alanı sınırlandırmasına dair antlaşma imzaladığında, kısaca Türkiye’nin etrafını saran üç denizde, akarsularda, iç sularda ve onların sahip olduğu kaynaklar üzerindeki egemenliğini ifade eden Mavi Vatan terimini Türk literatürüne kazandırmış olan Emekli Tümamiral Cem Gürdeniz, “Türkiye bu muhtıra ile denizdeki Sevr’i parçaladı” şeklinde bir yorum yapmıştı[1]. Zira aynı yılın başında toplanan altı devlet, Doğu Akdeniz havzası ile ilgili olarak çıkarılması muhtemel gazın, İsrail ve GKRY öncülüğünde, Yunanistan üzerinden, yaklaşık 7-15 milyar Dolar maliyetindeki East-Med –Poseidon boru hattı projesi ( bahsi geçen hattın Rus alternatifinden çok daha pahalı olduğu ve AB’nin enerji ihtiyacını kayda değer oranda karşılamayacağı da düşünülmektedir) ile Avrupa’ya taşınması üzerinde çalışmaktaydı. Darbeci Sisi’nin de 2018 yılında yaptığı bir konuşmada, bir enerji taşıma ve depolama üssü olarak gerek Güney Gaz Koridoru dahilinde yer alan, gerek son dönemde Karadeniz’in Tuna I/ Sakarya bölgesinde bulunan ek rezervler ile bir enerji koridoru (Energy Hub) olma potansiyelini daha da arttıran Türkiye’nin yerini alacağına dair iddiaları, Türkiye’nin en temel ekonomik haklarının ihlalinden de ziyade, tam anlamıyla dışlanması ve etrafının sarılması için atılmış adımlar olarak nitelendirilmekteydi. Ancak, biliniyor ki ilgili rezervlerin paylaşımından ve çıkarılmasından da ziyade tüketiciye ulaştırılması açısından Türkiye’nin gelişmiş enerji lojistik kapasitesi, Anadolu’dan geçecek potansiyel boru hattı projelerin daha düşük maliyetli olacağına da işaret etmektedir.
Fazlasıyla alışıldığı üzere, hem AB hem de ABD mütemadiyen insan hakları ve demokrasi dersi vermeyi, devletlerarası dostane ilişkiler geliştirmeyi medeniyetin ve modern uluslararası ilişkilerin merkezinde konumlandırırken, hâlihazırda pek çok alanda uyguladığı çifte standart listesine bir yeni madde daha eklemiştir. 1815 yılında, Napolyon Savaşları sonrası yapılan Viyana Kongresi’nde “Avrupalılık” kavramı üzerinden şekillendirilen Avrupa Uyumu ( Concert of Europe) ideali, altı büyük Avrupalı devletin birbirlerine saldırmama kararını müjdeliyordu. Şayet bahsi geçen dönem sömürgeciliğin tavan yaptığı, Orta Doğu ve Afrika coğrafyasında acının dinmediğini bir periyottu. Özetle, George Orwell’in meşhur romanı Hayvan Çiftliği’nde geçtiği üzere “Herkes eşittir ama bazıları daha eşittir” fikrinin bir benzeri, dünü şekillendirdiği gibi, tüm hakkaniyetsizliğine rağmen yarını da şekillendirmeye çalışmaktadır. Fakat unutulmamalıdır ki, gerek 2008 yılındaki Ekonomik Kriz, gerek Covid-19 salgını ile AB içerisindeki Kuzey-Güney ülkeleri arasındaki fikir ayrılıkları, ABD içerisindeki politik kutuplaşma giderek artarken ve tüm çabalara rağmen gelişmekte olan güçler, bölgesel güçler ile uluslararası kamuoyundaki çok seslilik korunmaktadır. Türkiye’nin haklarını gasp ederek, Soğuk Savaş taktikleriyle ona karşı çevreleme politikası izlemek ve çifte standarda tabi tutmak hiç kimse için akıllıca değildir.
[1] Daha detaylı bilgi için: https://www.yenisafak.com/dunya/denizdeki-sevri-parcaladik-3516238
İlknur Şebnem ÖZTEMEL