Twitter Facebook Linkedin Youtube

BOZKIRIN ORTASINDAN DOĞAN BİR GÜNEŞ; SAKARYA MEYDAN MUHAREBESİ VE ZAFERİ

Zafer TEKİN

Tarihler 13 Eylül 1921’i gösterirken yani yaklaşık yüz yıl önce; dünya, maddi ve manevi olarak her şeyini yitirmiş bir milletin, Anadolu bozkırından bir güneş gibi yeniden doğuşuna tanıklık etmişti. 1912-1913 yılında yapılan Balkan Savaşlarını da sayarsak hiç durmadan aralıksız olarak tam dokuz yıl savaşan bir milletin evlatları, bu defa yurtlarının, ocaklarının en mahrem yerine, Anadolu’nun bağrına saplanan Yunan hançerini söküp atarken, aynı zamanda yüzyıllardır süren kötü talihlerine de dur demişlerdi.

Gerek öncesiyle, gerek sonrasıyla çok iyi irdelenmesi ve anlaşılması gereken bu zorlu süreçler, o günün şartlarına göre değerlendirildiğinde, kazanılan başarı ve zaferin Türk tarihi açısından gerçek bir dönüm noktası olduğunu en yalın haliyle görülecektir.

1. Dünya Savaşı’nın tüm acımasızlığıyla sürdüğü 1914-1918 arası 7 ayrı cephede dünyanın en büyük emperyalist devletlerine karşı döğüşen Türkler, tarihler 1921’i gösterdiğinde bu defa evlerinin içine kadar girmiş Yunanlıları karşılarında bulmuşlardı. Oysa ki bahsi geçen Dünya harbinde hiçbir cephede karşı karşıya gelmediğimiz Yunanistan, söz konusu 1. Dünya Harbinin sonlarına doğru İtilaf Devletlerinin yanında savaşa dahil olmuştu. Bu durumu sağlayan da tıpkı Balkan Savaşlarında olduğu gibi Elefterios Venizelos’tan başkası değildi. 1864 yılında o zaman Osmanlı toprağı olan Girit’te doğan Venizolos, daha önce Girit’in Osmanlı’dan kopartılarak Yunanistan’a bağlanmasında, bilahare de Balkan Savaşı’nın çıkmasına ve sonunda Selanik başta olmak üzere birçok yerin Yunanistan sınırlarına dahil edilmesinde hep başrollerde olmuştu.

1. Dünya Savaşı sırasında Batı Trakya’nın Bulgaristan’da olması sebebiyle hiçbir kara sınırımızın olmadığı Yunanistan’ın başına tekrar geçen Venizolos, ülkesini önce İtilaf Devletleri yanında 1. Dünya savaşına sokmuş, savaş sonunda da bahsi geçen itilaf Devletlerini ikna ederek İzmir başta olmak üzere Ege bölgesinde yakıcı bir işgale başlamıştı.

Türk tarafı ise dört yıl boyunca kahramanca harp ettiği halde yenilmiş, kaderine razı olmuş bir şekilde kan, gözyaşı ve acının bir an önce geçmesini beklemekteydi. Zira yüzbinlerce insanını uçsuz bucaksız savaş meydanlarında bırakan Türkler, galipler tarafından dayatılan Sevr Antlaşması ile kıpırdayamaz hale getirilmiş, bununla birlikte ülke her yönden iflas etmişti. Ülkede eli silah tutan herkes yıllardır harp ettiği için üretim durmuş, tarım alanları işlenemez olmuş, hemen her bölgede ordudan firar eden çeteler türemiş, güven ve istikrar kaybolmuştu.

Başta Payitaht İstanbul olmak üzere Anadolu’nun birçok yerinin sudan sebeplerle İngiltere, Fransa, İtalya gibi emperyalist ülkeler tarafından işgal edilmesi, elde kalan son askeri birliklerin terhis edilerek silahlarına el konulması yine işgalci emperyalist ülkeler tarafından planlı bir şekilde uygulanırken, M. Kemal Paşa’nın 19 Mayıs 1919’da Samsun üzerinden Anadolu’ya geçerek “henüz biz son sözümüzü söylemedik!” demesi ile imkânsızlıklar içinde kıvranan Türk Milleti için yeni bir ışıkta doğmuş oluyordu. Söz konusu ışık yine her türlü imkansızlığa rağmen büyüyerek Anadolu’nun bağrından bir güneş gibi yükselecekti.

15 Mayıs 1919’da önce İzmir’i işgal eden Yunan kuvvetleri, bununla yetinmeyerek önce tüm Ege Bölgesini, sonra da Bursa üzerinden Eskişehir’e yürümeleri üzerine, önce 6 Ocak 1921’de, kısa süre sonra da 26-31 Mart 1921’de tarihte 1. ve 2. İnönü Savaşları olarak bilinen mücadeleler sonucunda zafer İsmet Paşa komutasındaki Türklerin olmuş, Avrupa’nın şımarık çocuğu Yunanlılara bir ders verilmişti. Ama ya sonrası? Türkler kadar yıpranmamış bir ordunun yanı sıra, arkalarına aldıkları İngilizlerin bitmek tükenmek bilmeyen yardımları ile tekrar harekete geçecek Yunanlılar nasıl durdurulacaktı?

Nitekim aynı senenin temmuz ayında, yani 1921 yılının 10-24 Temmuz tarihlerinde yapılan Kütahya-Eskişehir Savaşlarında bu defa Yunanlılar galip gelmiş, Türkler panik halinde geri çekilmeye başlamışlardı. Zaten kıt kanaat imkanlarla donatılan ordu dağılmış, önemli miktarda şehit ve esir verilmiş ve yine önemli miktarda teçhizat düşmana terk edilmek zorunda kalınmıştı.

Oysa 1. Dünya Savaşının o çetin günlerinde sırf bu Anadolu işgali öngörülerek yurdun pek çok yerine depo edilerek saklanan her bir silah ve teçhizatın büyük önemi vardı. Yine o günlerde başta Karakol teşkilatı olmak üzere, eski İttihatçıların kurdukları teşkilatlar sayesinde bin bir müşkülat ile İstanbul’dan kaçırılan malzemeler, milli ordunun emrine dualarla gönderilmiş, milli kurtuluş için seferber edilmişti. İnönü Savaşları ile yanan kurtuluşa ait ümit ışıkları, Kütahya-Eskişehir Savaşları ile tekrar en karanlık dehlizlere doğru inmeye başlamıştı. Yenilgi üzerine elde kalan ordunun tam olarak imha edilmeden ve dağılmadan Sakarya Nehri’nin doğusuna çekilmesi, yeni bir savunma hattı kurmak ve ayrıca mümkün olduğunca tekrar derlenip toparlanarak Yunan ordusunun karşısında durmak amaçlanmıştı.

Bu düşünce yine o dönemde doğal olarak özellikle TBMM’de bir grup milletvekili tarafından yenilgiye sebep olanlar veya olduğunu düşündükleri kişilere karşı şiddetli tartışmaların eşliğinde hakarete varan açıklamalar yapılmasına sebep olmuştu.

Diğer taraftan Kütahya-Eskişehir muharebeleri sonunda yine TBMM’de Başbakan ve aynı zamanda Genel Kurmay Başkanı olarak; üstü başı toz-toprak, uykusuzluktan ve yorgunluktan gözlerinin etrafı halka halka olmuş ve perişan bir halde kürsüye gelen Fevzi Çakmak’ın; “arkadaşlar tarihi günler yaşıyoruz. Yunanlıların çok üstün kuvvetle yaptıkları taarruza karşı asker ve subaylarımız insanüstü bir gayretle kahramanca çarpıştılar. Harp çok kanlı oldu. Ağır zayiata uğradık. Biz şehir, bölge harbi yapmıyoruz; hedefimiz nihai zaferdir.  Ordumuz stratejik yönden en müsait yerde harbe devam edecektir. Zaafa düşecek yerlerle hiçbir alakamız yoktur. Askeri noktadan en emin yerde harp edeceğiz. Hükümetimiz namına Ankara’yı bir hafta zarfında tahliye etmeye, hükümet merkezini Kayseri’ye taşımaya karar verdik. Şimdiden hazırlığa başlamanızı rica ederim[1]   sözleri TBMM’ye bomba gibi düşmüştür. O güne kadar kürsüye yemin etmenin dışında çıkmayan mebuslar dahi söz alarak, “biz buraya kaçmaya gelmedik, ölmeye geldik” tarzında konuşmalar yaparak son sözlerini söylerler.

Aynı günlerde Yunanlıların cesaret kaynağı ve hamisi İngiltere’nin Başbakanı Lloyd George’de yaptığı açıklamada; “Yunanistan artık Sevr Antlaşması ile kendisine verilenle yetinemez, üstüne daha büyük taviz almalıdır[2] demektedir. İngiliz Başbakanının bu ifadesinin altında İstanbul ve Boğazlar üzerinde de Yunanlılara pay verilme düşüncesinin olduğu aşikardır. Kütahya-Eskişehir savaşlarının askeri sonuçlarının yanı sıra, psikolojik sonuçları da çok önemlidir. Zira başta İstanbul olmak üzere, kadim Türk şehirlerinde yaşayan Rumlar ve diğer gayri Müslümler sokaklara dökülmüş, çılgınca sevinç gösterileri yaparak günlerce büyük zaferi (!) kutlamışlardır. Aynı zamanda Yunanistan’da da tüm halk sokaklara dökülmüş, Anadolu’dan gelen güzel haberleri zafer naraları eşliğinde gönüllerince eğlenerek değerlendirmişlerdir.

Türkler ise, daha önce özellikle Balkan Savaşları sırasında Rumeli vilayetlerinin işgalleri sırasında yaşanan bu sahneleri göç kafilelerinin beraberinde Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar getirdikleri hikâyelerle yüreklerinde hissettiklerini, yaklaşık on yıl sonra bizzat yaşayarak görmüşlerdir.

Ancak M. Kemal Paşa önderliğindeki Türk Milleti ve O’nun kahraman ordusu henüz son sözünü söylememiştir. Ağır bir yenilgi almasına rağmen daha fazla hırpalanmadan yaklaşık 250 km geri çekilerek Sakarya Nehri’nin doğusuna, Polatlı-Haymana arasındaki 40 km’lik alana çekilen ordu, derhal derlenip toparlanmaya başlamış, zafer sarhoşu Yunan Ordusu gelmeden hummalı bir çalışma ve insanüstü bir gayretle tekrar düzenlenmeye çalışılmıştır.

Ordunun yeniden derlenip toparlanması ve tekrar harp edebilmesi için TBMM, 05 Ağustos 1921’de M. Kemal Paşa’yı üç aylığına “Başkomutan” olarak seçmiştir. Bu durumun Osmanlı İmparatorluğu’nda ki karşılığı “Padişah” demektir. O dönemde TBMM’nin içinde bulunan ve bu kararın lehinde oy kullanan milletvekillerinin büyük çoğunluğu iyi niyetli olarak, kararların tek elden ve hızlı bir şekilde alınması için destek olurken, bir kısım vekilde, özellikle Kütahya-Eskişehir Muharebelerinde alınan yenilgiden M. Kemal Paşa’yı sorumlu gördüklerinden, olası bir yeni başarısızlıkta Paşa’yı tamamen itibarsızlaştırmak ve yüklendiği bu ağır görevden uzaklaştırmanın daha kolay olacağını düşündükleri için destek vermişlerdir.

Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Eskişehir civarından apar topar getirilerek Polatlı ile Haymana arasına konuşlandırılan Ordu’nun ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla; “Tekalifi Milliye” yani “ulusal yükümlülükler” kanununu çıkarmıştır. Söz konusu kanun ile elde kalan son vatan parçasını savunacak son neferlerin ihtiyaçlarının karşılanması amaçlanmıştır. Askerin ayağına giyeceği çarıktan, silahına takacağı süngüye, cepheye taşınacak her türlü malzemenin ikmali için ulaşım araç gereçlerinin ya tamamına, ya da belli bir kısmına Devlet adına el konulmuş, ya da bedeli savaştan sonra ödenmek üzere satın alınmıştır. Vatanın olmadığı yerde maddi hiçbir varlığın anlamının olmadığı bilen Anadolu insanı, bu son çağrıya canı gönülden destek vermiş, kasabalardan, köylerden çıkan kafileler uzun kuyruklar oluşturarak elinde avucunda ne varsa ordu emrine vermişlerdir.

Bu şartlarda Anadolu’da 1921 yılının ağustos ayının sıcağı o güne kadar olanlardan çok farklı geçmektedir. Toz duman içinde bir “ölüm-kalım” savaşına hazırlanan Türk milleti, genciyle yaşlısıyla, erkeğiyle kadınıyla tam bir seferberlik haline girmiştir. Tozlu yollarda kağnı gıcırtıları harp süresi boyunca eksik olmamış, her türlü olumsuzluğa ve imkânsızlığa rağmen İnebolu üzerinden İstanbul başta olmak üzere, Anadolu’nun dört bir yanından orduya her türlü ikmali sağlamışlardır.

Gerek asker, gerekse silah ve mühimmat için başvurulacak ön önemli kaynaklardan birisi Kazım Karabekir’in başında olduğu 15. Kolordu’dur ve söz konusu kolordu, 1. Dünya Savaşının son döneminde Enver Paşa’nın büyük gayretiyle oluşturulan Kafkas İslam Ordusu’nun devamı niteliğindedir. Sevr Antlaşmasına göre silah teslim etmeyen tek düzenli birlikler de Kazım Karabekir Paşa’nın başında olduğu bu kolordudur. Kazım Karabekir, elinde ihtiyaç fazlası ne varsa Ankara önlerinde başlayacak ölüm kalım savaşına destek olmaları için göndermektedir. Ancak dönemin ulaşım zafiyetleri ve imkânsızlıkları nedeniyle yetişip yetişememeleri şüphelidir. Ülkenin diğer uzak yerlerinden de bu kutlu kavga için tüm imkânlar seferber edilerek Başkomutan M. Kemal Atatürk’ün emrindeki  “İstiklal Ordusu” için yollara revan olmuşlardır.

Ülkenin gerek insan yönünden, gerekse maddi anlamda en verimli ve bereketli toprakları olan, Çukurova, Ege ve Marmara bölgeleri işgal altında olup, Anadolu’nun ortasında kalan bozkırlar son vatan parçasıdır ve emperyalizmin gözü de bu bozkır ortasında yeni bir direnişe hazırlanan son ümit ve son direniş kalesinin üzerindedir.

Zira daha M. Kemal Paşa Başkomutanlığa atanmadan Kütahya’da Kral Constantine başkanlığında 28 Temmuz 1921’de toplanan “Yunan Harp Meclisi” zafer sarhoşluğunun da etkisiyle Ankara üzerine yürüme kararı vermişti.

Harp meclisinde oy birliği ile; “Ankara genel doğrultusunda ilerleyerek rastlanan yerde Türk Ordusunun ezilmesi, Ankara’nın ele geçirilmesi, şayet bundan sonra da Kemalistler yine ayakta kalabilir ve bir barışa gene yanaşmayacak olurlarsa, Ankara’daki bütün tesis ve savaş maddelerinin ve Ankara’dan başlayarak Eskişehir’e kadar bütün demiryolu hattının tahrip edilerek kış bastırmadan önce Eskişehir mevzilerine dönülmesi[3] kararı verilmişti.

Yunanistan Savunma Bakanı Theotakis ise bu bağlamda; “Hedefimiz Ankara’yı zaptetmektir. Fakat orada yerleşmek için değil, Avrupa’nın kararlarını saymayan Kemal Paşa ve diğer asilerin gelecekteki tecavüzlerinden kendimizi koruyacak teminatı, Kemal Paşa’nın hükümet merkezinde almak için.

Yunan isteklerine gelince, bunu yapmaya mecbur olduğumuz insanca ve paraca fedakârlıkları hesaba katarak Türkiye ile gerçekleştireceğimiz ve Sevres Antlaşmasının yerine geçecek olan yeni bir barış antlaşması ile temin edeceğiz.”[4] diye açıklama yapmıştır.

15 Mayıs 1919’da çıktıkları İzmir’den, İnönü’de iki defa yedikleri tokatları saymazsak, Eskişehir’e kadar ellerini kollarını sallayarak gelen Yunanlılarda özgüven tavan ve hırs yapmıştır. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi İngiliz Başbakanı Lloyd George’nun “Yunanistan artık Sevr Antlaşması ile kendisine verilenle yetinemez, üstüne daha büyük taviz almalıdır” sözüne, Yunan savunma bakanı da “Sevr” yerine yeni bir antlaşmadan bahsetmektedir.

Tarihler 23 Ağustos 1921’i gösterirken, Yunan Ordusu da Eskişehir’den Polatlı önlerine gelerek Türk ordusunun karşısına konuşlanmıştır.[5]

Her iki ordunun mevcudu;[6]

Türk Ordusu;

Subay Er Uçak Top Kamyon Makinalı Tüfek Tüfek Kılıç
5401 96.326 2 196 825 54.572 1.309

Yunan Ordusu;

Subay Er Uçak Top Kamyon Makinalı Tüfek Tüfek Kılıç
3780 120.000 18 386 840 2.768 57.000 1.350

Türk Ordusu Kumanda heyeti; Başkomutan M. Kemal Paşa, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa, Mürettep Kolordu Komutanı Albay Kazım (Özalp) 12. Grup Komutanı Albay Halit (Karsıalan-(Deli Halit Paşa) 4. Grup Albay Kemalettin Sami (Gökçe), 3. Grup Yusuf İzzet (Met), 2. Grup Albay Selahattin (Adil), 5. Süvari Grubu Albay Fahrettin (Altay) 1. Grup Albay İzzettin (Çalışlar)[7]’dan oluşmakta olup, hemen hepsi Enver Paşa’nın 1914 yılında Osmanlı Ordusunda yaptığı gençleştirme sayesinde önleri açılan ve dört yıl boyunca harp meydanlarında arslanlar gibi savaşan genç ve idealist subaylardır.

İki ordunun karşı karşıya geldiği yer, Sakarya Nehri’nin hemen doğu tarafında Polatlı-Haymana arasında yaklaşık 40 km’lik bir hat üzerindedir ve söz konusu bölgede irili ufaklı onlarca tepe mevcuttur. Dolayısıyla savaşın gidişatını da elde tutulan bu tepeler belirleyecektir. 23 Ağustos tarihindeki ilk Yunan taarruzunda Türk Ordusunda bulunan ve kritik bir öneme sahip olan Mangal Dağı düşer.[8]

Mangal Dağı’nın yeniden alınması için Türk tarafının yaptığı taarruzlar netice vermediği gibi silah ve cephane yönünden çok üstün olan Yunan Ordusu tüm gücüyle yüklenmeye devam etmektedir. 26 Ağustos tarihinde Türk savunma hattının yarılma ihtimali belirmiştir. O gece M. Kemal Paşa Savunma Bakanı Refet Paşa’ya; “ Meydan Muharebesinin Ankara’ya kadar intikal etmesi ihtimali belirmiştir. Meclis ve hükümetin ilk iş olarak Yahşihan üzerinden Kayseri’ye taşınması lazımdır. Taşıma işi iki gün içinde, yani 29 Ağustos akşamına kadar mutlaka sonuçlandırılmalıdır.[9] Hususlarını içeren bir telgraf çeker. Meclisin Kayseri’ye taşınma düşüncesi daha önce Kütahya-Eskişehir Savaşları sonunda düşünülmüş, ancak uygulanmamıştır. Şimdi ise iki gün içinde kesin olarak bitirilmesi emredilmektedir. Ancak bu telgraftan birkaç saat sonra M. Kemal Paşa, Refet Paşa’ya tekrar bir telgraf çekerek, Kayseri’ye taşınma işlemini ikinci bir emre kadar durdurmasını ve söz konusu meselenin gizli kalmasını emreder. M. Kemal Paşa’nın TBMM’nin taşınması fikrini birkaç saat içinde değiştirmesine sebep olan ise, Fevzi Çakmak Paşa’nın duruma müdahale etmesi sebep olmuştur. Zira; “Bu bilgiyi alan ve güney kanatta ön saflardaki birliklerimizle beraber bulunan Fevzi Paşa, sükunetle ve risk alarak duruma müdahale etmiş, hem Meclis’in Kayseri’ye taşınması kararını, hem de ordumuzun daha geri hatta çekilmesi kararını engellemişti.[10]

İlk gün ve ilk anlardaki şaşkınlığı üzerinden atan Türk ordusu, zaman ilerledikçe dünya tarihine geçmiş inat ve sebatını savaş meydanına yansıtmaya başlamıştır artık. Tam bu günlerde M. Kemal Paşa’nın dünya savaş tarihine geçen; “Savunma hattı yoktur, savunma sathı vardır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz. Onun için küçük büyük her birlik bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük büyük her birlik durabildiği her noktada yeniden düşmana cephe kurup savaşa devam eder.”[11]

M. Kemal Paşa’nın bu stratejisi Yunan komutanlar tarafından da fark edilmiş olacak ki Yunan Hükümet temsilcisi General Stratigos 26 Ağustos 1921 tarihli raporunda; “Ağustos’un 26 sında düşman ilk müstahkem mevzilerinden sökülmüştü, çekiliyordu ve bizimkiler kovalıyordu. Ama bu çekilme ve kovalama gen bir nitelik taşımıyordu. Çünkü çekilen düşman ilk mevzilerinden biraz ötede hazırlanmış yeni mevzilere yerleşiyordu[12] şeklinde ifade edilecektir.

Yukarıda da belirttiğimiz üzere, Sakarya Meydan Muharebesi alanı, irili ufaklı onlarca tepe ve dağdan oluşmaktadır ve her tepe de her iki ordu için son derece büyük önem arz etmektedir. Türbe Tepe, Beştepeler, Yıldız Dağı, Kızılkırma Tepeleri, Çal Dağı, Dua Tepe, Mangal Dağı bunlara birer örnek olup, her bir tepede kanlı boğuşmalar olmuş ancak sonuç değişmemiştir. Bir tepenin düşman eline geçmesi Türk tarafında büyük üzüntüye sebep olurken, geri alınması da zafere olan inancın tekrar kuvvetlenmesine sebep olmuştur.

Yine Sakarya Meydan Muharebesinin kritik safhalarından birisi olan ve Çal Dağı’nın Yunan kuvvetlerine eline geçtiğinin Ankara’da duyulması üzerine yaşlı bir Ankara köylüsünün gazeteci Ruşen Eşref’e verdiği cevap savaşın sonucuna ilişkin ve Türk Milletinin her şartta içinde taşıdığı inancın ve azmin bir göstergesidir; “Her dağı böyle zorlanarak alacaklarsa Ankara’ya dek dağ tepe çok. Her birinde öle öle buraya kadar 40 kişiyle varırlar. Onlarıda evel Allah biz sopayla gebertirik.[13]

Günler geçtikçe psikolojik üstünlükte Türk tarafına geçmektedir ve Yunan tarafı ilk günlerdeki aşırı özgüvenin verdiği motivasyondan da uzaklaşmıştır. Ordunun iaşe problemi günden güne artmış, bozkırın ortasında bataklığa saplanmış gibi kalakalmışlardır. Yunan tarafında geri çekilmenin tartışıldığı günlerde M. Kemal Paşa’nın Yunanlılara son bir sürprizi daha olacaktır. O güne kadar savaşa dâhil edilmeyen ve Yunak civarında hazır bekletilen Kurmay Yarbay Ahmet Zeki Bey komutasındaki Mürettep Tümen. Bahsi geçen Mürettep Tümen, 11 Eylül 1921 tarihinde cephedeki Yunan askerlerinin arkasından devam ederek, o dönem Yunanlılar için önemli bir ikmal merkezi olan Sivrihisar’a ani bir baskın yaparlar. İlçe merkezinde bulunan yüklü miktarda erzak ve malzemeye el koyan Türk Askeri, 400 civarı Türk esiri kurtardıkları gibi, çok sayıda da Yunanlıyı esir alarak geri dönerler. Polatlı önlerinde çakılıp kalan Yunanlılar arkalarındaki Sivrihisar’da meydana gelen bu hadiseden sonra artık rüyadan uyanma vaktinin geldiğine istemeseler de inanmaya başlamışlardır.

Tarihler 13 Eylül 1921’i gösterirken artık Sakarya Nehri’nin batı tarafında Yunan askeri kalmamıştır ve ustalıkla denilebilecek bir şekilde çekilmeyi Türklerden gizlemeyi başararak nehrin karşı tarafına tüm askeri geçirebilmiştir. Söz konusu çekilmeyi Yunan 2. Kolordu Komutanı Prens Andrew; “…bize ayrılan bölgeyi keşif ve tetkik için yeterli zamanın olmamasından, ayrıca karanlık ve kolordu ikmal birliklerindeki düzensizlik yüzünden birlikler yollarını kaybettiler. Tümenler nehri geçince kendilerini bilinmezlik ve karanlık içinde buldular. Yol ve araba izleri bile yoktu. Her tarafı kesif bir toz bulutu bürümüştü. Kolordu ikmal birliklerinin burada bulunmasının ve düzensizliğin sebebi, bu karışık birliklerin ve motorlu araçların muharip birliklerden önce köprüyü geçememiş olması idi…o sebeple eğer düşman o gece bizi birkaç keşif kolu ile takip etmiş olsaydı, çekilmemiz kolayca bir kaçış haline dönerdi. Bütün ordunun kaderinin üç veya dört perişan köprüye bağlı olduğu sıralarda köprüde yol göstermek ve geçişi düzenlemek için Ordu Karargâhından tek bir subay bile bulunmuyuordu”[14] diye anlatacaktır. Yunan komutanın ifade ettiği köprüler, Beylikköprü, Kavuncu Köprüsü, Beşköprü ve Fettahoğlu Köprüleridir. Yunan askerleri, kendi geçişlerini tamamladıktan sonra Fettahoğlu köprüsü hariç diğer köprülerin tamamını tahrip ederek kullanılamaz hale getirmiş ve Türklerin kendilerini takip etmelerini engellemeye çalışmıştır.

Sakarya Savaşına katılan bir Türk Subayı Rahmi Apak anılarında Türk askerinin Yunanlıları takip edişlerini; “Açık söyleyeyim biz, çekilen Yunan kuvvetlerinin arkasından sıkı bir takip yapacak durumda değildik. Yorgunduk, bitkindik. Çekilen Yunan kıtaları her bakımdan, gerek silah ve hatta moral bakımından düşük bir durumda değillerdi. Eğer çekilmeyip de taarruzlarına devam etselerdi muvaffak olurlardı diyemem. Çünkü biz sonuna kadar, taburlarda elli altmış kavgacı kalıncaya kadar savaşmakta devam edecektik ve onlardan daha on beş bin kişi öldürecektik. Fakat biz de kuvvetimizin, takatımızın sonuna gelmiştik.”[15] diye nakletmiştir.

Geriye çekilen Yunan askerleri, geri çekilirlerken ayak bastıkları her yerleşim birimini yakmayı, yıkmayı ve yağmalamayı da ihmal etmemişlerdir. Savaş öncesinde ve sırasında uçaklarıyla gerek sivil halka, gerekse Türk askerine “medeniyet ve insanlık dersi” veren bildiriler atan Yunanlılar, geride utanç abidesi hadiseler bırakarak gitmişlerdir. Sakarya Nehri’nin batısından tekrar doğusuna geçen Yunan askeri aslında tam bir yıl sonra Ege’nin soğuk sularını aşarak tekrar Atina’ya ulaşmanın da bir anlamda ilk denemesini yapmıştır.

Sakarya Meydan Muharebesi, M. Kemal Paşa’nın değimiyle bir Milletin makus talihinin değiştiği gerçek bir kader anıdır. Geldiğimiz noktada tarihteki yeri ve önemi yeterli düzeyde anlaşılmasa da, bu durum tarihi hakikati değiştirmeyecektir.

Her şeye rağmen; bir milletin üzerinde Anadolu ve İstanbul’da iki ayrı yönetimin olduğu, dört bir yanımızın işgal altında bulunduğu bir dönemde, Türk’ün son ocağını söndürmeye, son kalesini yıkmaya gelen düşman, yine milletimizin küllerinden yeniden doğan inancı, imanı ve azmi ile geri çevrilmiştir.

Yüzyıllar boyunca yetiştirdiği evlatlarını dünyanın çok uzak noktalarına İlay-ı Kelimetullah davası için gönderen Anadolu, en imkânsız her şeyin bitti denildiği zamanda kendi göğsüne saplanan düşman hançerini söküp atmış ve yeni bir başlangıcın meşalesini yakmıştır.

Sakarya Meydan muharebesinin gerçekleştiği dönem Anadolu’da harman zamanıdır ve bu bereketli bozkırın insanları, 1921 yılının harmanını da cephede kanları ve canları ile yeni bir Devlet için yapmışlar, kendilerinden her yönden kat be kat düşmanı hasat ederek ortadan kaldırmışlardır.

Polatlı-Haymana arasındaki kutlu topraklardan doğan güneş, bir yıl sonra İzmir’de düşmanı denize dökerken, bu topraklar üzerinde hayal kuranların tüm hayal ve heveslerini de bir daha ortaya çıkmamak üzere batırmıştır.

Geçmişten geleceğe tüm şehit ve gazilerimize rahmet ve dua ile.

 

Zafer TEKİN – zafertekin@sahipkiran.org
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.
____________________________________

Dipnotlar

[1] Sebahattin Selek Milli Mücadele (Ulusal Kurtuluş Savaşı) 2. Cilt,  Örgün Yayınevi, İstanbul 2002 s 1139

[2] S.Selek age, s;1136

[3] İbrahim Artuç, Büyük Dönemeç Sakarya Meydan Muharebesi, Kastaş Yayınları, İstanbul 1985, s,57

[4] Artuç, age, s;58

[5] Görsel, Dr. Selim Erdoğan’ın sosyal medya paylaşımlarından alınmıştır. (erişim tarihi 07.09.2019)

[6] İ.Artuç, age. s,73

[7] İ. Artuç, age. s, 71,73

[8] Dr. Selim Erdoğan sosyal medya paylaşımları, erişim tarihi 07.09.2019

[9] İ. Artuç, age s, 94

[10] İbrahim Özkan, Deli Halid Paşa, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 2015, s 297

[11] M. Kemal Atatürk, Nutuk, Panama Yayıncılık, Ankara 2019, s;485

[12] İ.Artuç, age s:95,96

[13] İ. Artuç, age s.170

[14] İ. Artuç, age s;244,245

[15] Em. Kur. Alb. Rahmi Apak, Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları, Türk Tarih Kurumu Ankara 1988, s.258,259

Zafer Tekin Hakkında

Zafer TEKİN: (Ankara) 1976 Eskişehir doğumludur. Selçuk Üniversitesi Adalet Yüksek Okulu (Önlisans) ve Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü (Lisans) bölümlerinden mezun olmuştur. Türkiye hukuk sistemi, halkla ilişkiler ve Türkiye’nin siyasi tarihi alanında çalışmalar yapan TEKİN, orta düzeyde İngilizce bilmektedir.

Yorum Ekleyebilirsiniz


%d blogcu bunu beğendi: