1868 Osmanlı Arazi Kanunnamesi ile koruma amaçlı ilca fikri temelinde, Filistin bölgesindeki pek çok bölge sultanın mülkiyetine bağlanmış, İstanbul’daki Defter-i Hakan-i İdaresi bünyesinde toplanan topraklarda ise bölgede yaşayan çiftçilerin ilgili arazileri standart vergilerden pek de farklı olmayacak şekilde, kazançlarının 1/5’lik oranını devlet bütçesine bırakmaları planlanmıştır. Bu hamle ile İkinci Abdülhamid’in esas yapmak istediği şey, Siyonistler ve onların destekçisi olan pek çok Avrupalı şirketin yatırım adı altında bölgeden arazi alıp, bahse konu toprakların demografisini değiştirmesine engel olmaktır. Zaman içerisinde yerli halktan pek çok kişi de gönüllü olarak arazilerini Defter-i Hakani’ye devretmişlerdir. İlgili konunun en önemli muhalifleri ise tabi ki yerel burjuva oluşması ve desteklenmesi hedefi yahut ticaretin geliştirilmesi adı altında bölgenin dış etmenlere daha açık hale gelmesini isteyenlerdir. Örneğin, El-Mukaddes ed-Dımeşkıyye gazetesinin “Ümmetin Toprakları” başlıklı makalesinde, Siyonist cemaatin desteklediği Belçikalı yatırımcı şirketin bölgenin yatırımlara açılması için ciddi girişimlerde bulunduğu ifade edilmiştir[1]. Başından beri Siyonistlere destek verilirken, bir yanda ekonomik çıkarlar, diğer yanda Avrupa’daki Yahudi varlığının azaltılması hedefi vardı. Bu minvalde, tarih boyu Avrupalı devletler ve bir de günümüzde ABD, yaklaşık 200 yıldır Filistin’in demografik yapısının türlü hilelerle değiştirilmesine ve bir Yahudi yerleşim alanı olarak dizayn edilmesine çanak tutmuşlardır.
Her Mübarek Ramazan ayında, Filistin’in Gazze Şeridi, Batı Şeria ve Mescid-i Aksa civarından gelen İsrail askerlerinin haksız yere ve orantısız güç kullanımı yaptığına dair haberler görürüz. Fakat bu kez özünde her şey biraz daha farklıydı. Örneğin, politik istikrarsızlığın ayyuka çıktığı, vakti zamanında diktatörler ile dolu Orta Doğu coğrafyasındaki “demokrasi adası” olarak övülen İsrail’de, son iki yılda dört seçim yapıldı ve halen hükümet kurulamadı. Bunun yanı sıra, ülkenin yaklaşık ¼’ünü oluşturan Arap kökenli vatandaşlar ve yapılan zulmü kabul etmeyen pek çok Yahudi İsrailli kesim, İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun biraz da, Eylül’de yapılması muhtemel seçimlerde elini güçlendireceği inancı ile başlattığı harekatları eleştirmekten çekinmedi ve hatta ülkede sokaklar karışırken, iç savaşın ayak seslerinin duyulmaya başlandığı iddia edildi. Saldırıların başlamasından 11 gün sonra, 21 Mayıs itibariyle ateşkes ilan edildi[2]. Son olarak, İsrail Meclisi, hakkında yolsuzluk iddiaları olduğu gerekçesiyle Netanyahu’nun yeniden Başbakan olması ve hükümeti kurmasını engelleyecek yeni bir tasarı üzerinde çalışmaya başladı. Bir yanda İsrail askerleri ve polisleri Mescid-i Aksa’da toplananlara orantısız güç uygulamaya ve ateşkese rağmen şiddeti adeta normalleştirmeye devam ederken, öte yanda gerçek saldırgan Netanyahu’nun cezalandırılmasına çalışılıyor. Bu kez İsrail de siyaseten karışık…
İşin rengini değiştiren bir diğer olay da, eski ABD Başkanı Donald Trump döneminde ilan edilen “Yüzyılın Planı”, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ve hatta nihayetinde tüm Körfez ülkeleri ve Suudi Arabistan’ın İsrail ile ilişkilerini geliştirmesini öngören İbrahim Anlaşmaları ile sağlanan rahatlık idi. Buna bir de Batı’nı uluslararası hukuk kuralları, insan hakları gibi kavramları seçmece olarak gündeme taşıması ve uygulamasının verdiği rahatlık da eklenince, caydırıcılık kalmadı.
Olayların başlangıcı Şeyh Cerrah Mahallesi’ndeki Filistinli ailelerin evlerinden çıkartılması ve Müslümanların ilk kıblesi olan Mescid-i Aksa’ya giriş çıkışların kapatılarak işgale kalkışılması idi. Tabii yine insanı aklıyla alay edercesine Filistinlileri saldırgan gösteren propagandalar yapıldı. Halbuki en basit ifadesi ile Uluslararası İnsan Hakları Sözleşmesinin temelinde uluslararası teamül hukukuna göre insanların insanları göçe zorlamak savaş suçu sayılmaktadır. Bu husus, bugün Filistinlilere bu kötü muameleyi yapan İsraillilerin dedelerinin Nazi Almanya’sı döneminde yaşadıklarından sonra Nuremberg Mahkemeleri Kararları, Uzak Doğu Askeri Ceza Mahkemesi Kararları dahilinde ve 1949 yılında imzalanan Cenevre Sözleşmesi ile açık bir dille yasaklanmış, ayrıyeten çeşitli Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) kararları ile de desteklenmiştir. Örneğin, yine İsrail tarafından atılan provokatif bir adım olarak da yorumlanabilecek şekilde, Ariel Sharon’un Mescid-i Aksa’ı ziyareti ile başlayan İntifada sürecinde yaşanan “trajik olayların” endişeyle izlendiği BMGK genel kurulunca belirtilmiş, 1332 numaralı karar dahilinde sorunun adil çözümüne yönelik ihtiyaç ve arzu dile getirilmiştir. Toplamda konuyla ilgili 200’ü aşkın karar vardır. En temel olanlar ise: 1947 yılında alınan ve sorunun Filistinlilerin de hakları gözetilerek adil bir bölüşüm ile çözülmesine yönelik 181 numaralı karar; 1975 yılında alınan ve Siyonizm’i bir çeşit etnik ayrılıkçılık ve hatta ırkçılık olarak tanımlayan 3379 numaralı karar; 1967 yılında, 6 Gün Savaşları’nın hemen ardından alınan ve İsrail’e işgal ettiği topraklardan çıkmasını talep eden, her milletin kendi tanımlı toprakları dahilinde özgür ve güven içinde yaşayabilmesi gerektiğinin ve mülteci sorununun adil çözümünün önemine değinen 242 numaralı karar; 1973 yılında, Yom-Kippur Savaşı’nın peşi sıra alınan ve yine İsrail’e işgal ettiği topraklardan çekilmesi çağrısında bulunan 338 numaralı karar; ve 1978’de alınan, İsrail’e işgal ettiği Lübnan’ın toprak bütünlüğüne aykırı davranışlarından vazgeçmesini ve güçlerini geri çekmesini öğütleyen 425 numaralı karardır. Her ne kadar BMGK kararlarının net bir yaptırımı olmasa da, uluslararası arenada en üst mertebeden ilgili konular dahilinde küresel kamuoyunun duruşunu göstermesi açısından kıymetlidir. Bu mertebede, İsrail’in yayılmacı ve art niyeti tavrının bırakın “meşru müdafaa” sınırları dahilinde yorumlanmasını, Filistinliler lehine bir “koruma sorumluluğu” güdülebileceği dahi düşünülebilir.
12 Mayıs, Arife günü Beyaz Saray’dan yapılan açıklamada ABD Başkanı Joe Biden, İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu ile yaptığı telefon görüşmesinde, “Hamas ve diğer terör gruplarının Kudüs ve Tel Aviv de dahil bölgelere yönelik roket saldırılarını kınadığı, İsrail’in güvenliği ve İsrail’in sivilleri korurken kendini ve halkını meşru müdafaa hakkına sarsılmaz desteğini ilettiği” ifade edildi. 17 Mayıs itibariyle ise, saldırılardan hemen önce ABD’nin İsrail’e yaklaşık 750 milyon dolar değerinde silah satılmasına dair Biden yönetiminin girişimleri ortaya çıktı. Yine 22 Mayıs itibariyle, iktidarda olan Demokrat Parti içerisinden çıkan çatlak seslere rağmen Biden İsrail’in “kendini savunma hakkı olduğunu” yineledi, çift devletli çözümün destekçisi olduklarını tekrarlarken de “bölgedeki tüm ülkeler İsrail’in bağımsız bir devlet olarak var olma hakkı olduğunu anlayana dek”, “barış olmayacağını” belirtti[3]. Son olarak 23 Mayıs tarihinde Wall Street Journal Gazetesi’nde çıkan bir ilanda Dua Lipa, Gigi ve Bella Hadid gibi Filistinlilerin mücadelesine destek veren ünlü isimler hedef alındı[4]. Evet evet, sözüm ona yine demokrasi ve fikir özgürlüğünün cenneti ABD’de… Bunun dışında, AB’den de yine İsrail’in kendini savunma hakkı olduğuna dair, Washington etkisinin hat safhada olduğu destek mesajları geldi.
Ülkemizin bahse konu topraklarla tarihi ve kültürel bağları, bölgesel yakınlığı ve çoğunluğu Müslüman olan bir millete sahip olduğu için bu konudaki hassasiyetleri görmezden gelinemez. Bu minvalde, tepkisiz kalması da beklenemez. Kudüs şehri ile ilgili olarak, Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın üç kutsal dinin temsilcilerinin olduğu bir uluslararası komisyon tarafından bölgenin yönetilmesi en hakkaniyetli çözüm gibi görülmektedir. Burada önemli olan ilgili inisiyatifin hangi ellerde gerçekleştirileceğidir. Özellikle BMGK üyesi ABD’nin konuyla ilgili tutumu ortadadır. Varlığından geçip, genişlemesine ve hatta katliamlarına sessiz kaldığı Tel Aviv yönetiminin aksine gelişecek böyle bir girişimi desteklemesi beklenemez. Bu noktada, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan İslam İşbirliği Teşkilatı, Türk Keneşi hatta belki D8 ( Gelişmekte olan 8 ülke) gibi kuruluşlar desteğiyle gerekli ortaklıklar kurulup, gerekli adımlar atılabilir. Türkiye bu yolda tek başına kalmamalıdır. Malumunuz, ülkemizin gerek Doğu Akdeniz, Suriye ve Irak’ın kuzeyindeki en başta ABD destekli terör yuvalanmalarına karşı başlattığı haklı mücadelesi bu olaylardan önce de çeşitli kara propaganda faaliyetlerine hedef olmaktaydı. Keza, Kudüs olaylarına Ankara’nın tepki göstermesini takiben dikkat çeken bir diğer gelişme de İsrail Başbakanı Benyamin Netenyahu’nun oğlunun kişisel sosyal medya hesabında Kuzey Kıbrıs ve PKK/YPG’li teröristler ile ilgili Türkiye’yi suçladı ve boykot çağrısında bulundu[5]. Ayrıca, Türkiye ve bayrağımıza hakaret eden içerikler paylaştı[6].
Kudüs olaylarını takiben yaşanan bir diğer gelişme de, Türkiye’nin Filistin ile deniz yetki alanı sınırlandırması antlaşması imzalayacağına dair iddiaları takiben Yunan dışişleri temsilcilerinin hem İsrail hem de Filistinli tarafları ziyaret etmesi olmuştur. Buradan da anlaşılacağı üzere, kendi maksimalist hedeflerini AB koruması altına almak isteyen Atina, Doğu Akdeniz’deki had bilmez sınır iddialarını AB’nin de Doğu sınırı olarak lanse etmekte ve tabiri caizse işin insani yönünü bırakıp, tam anlamıyla ticari bir tutum sergileyenlerin piyonu olma konumunu da muhafaza etmiştir. Türkiye’nin Filistin’de atması muhtemel her insani ve haklı adımın, 2018’den beri şiddetle süregelen Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi dışlama politikasına alet edileceği ve münferit tuzaklarla engellenmeye çalışılacağı buradan da anlaşılabilir.
Unutulmamalıdır ki İsrail, resmi olarak sınırları olmayan, yayılmacı hedeflerini bayrağına dahi işlemiş, bu minvalde Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 51. Maddesi gereğince sözüm ona savunmanın nerede nasıl yapılacağı muallak olan ve pek çoklarının aksine dini radikalizmin politik temel haline geldiği, politik istikrarsızlığın yaygın olduğu pek çok Orta Doğu ülkesinden biridir. Ateşkes imzalanmış olmasına rağmen adeta gündelik rutin haline gelmiş orantısız güç kullanan İsrailli polis şiddeti de İsrail’in normalleştirdiği saldırganlığının timsalidir. Umuyoruz ki en kısa sürede, gerçekler her bir dünya vatandaşı tarafından öğrenilir. Bunun yanı sıra umuyoruz ki en azından kutsal mekânların korunması için Müslüman ve hatta Hristiyan pek çok devlet bir araya gelerek bu zulmü durdurur. Son not: Ne yazık ki günümüz dünyasında hiçbir insani mesele çıkarlar dahilinde değilse yabancı seyirci bulamamaktadır. Fakat neredeyse otuz senedir devam eden keyfi tutum, ABD ve AB’nin prestijlerini zedeler hale gelmiştir. AB ve ABD’nin ise ilerleyen süreçte milletleri kandıracak başka bir sempati objesi yaratması gerekebilir. Şayet, dijitalleşen dünyada sahip oldukları teknolojik üstünlük ve sosyal iletişim kanallarındaki tekel de, artan toplumsal bilinç ve siber kabiliyetlerle etkin bir manipülasyon kaynağı olarak çok uzun süreli iş görmeyebilir.
İlknur Şebnem ÖZTEMEL
[1] Ebu Bekir Emin, Milkiyyetu’l-Arazi fi’l-Kuds, Mu’essesetu ‘Abdu’l- Hamid Şuman,Ürdün, s.234
[2] Daha detaylı bilgi için: https://www.sozcu.com.tr/2021/dunya/israil-filistin-ile-ateskesi-onayladi-6442111/
[3] Daha detaylı bilgi için: https://www.jpost.com/breaking-news/biden-no-peace-until-region-recognizes-israels-right-to-exist-668803
[4] Daha detaylı bilgi için: https://www.cnnturk.com/dunya/filistine-destek-veren-bella-hadid-gigi-hadid-ve-dua-lipayi-hedef-gosteren-ilana-tepki
[5] Daha detaylı bilgi için: https://www.ahaber.com.tr/dunya/2021/05/11/binyamin-netanyahunun-oglundan-skandal-turkiye-cagrisi-filistine-verilen-destegi-yediremedi
[6] Daha detaylı bilgi için: https://tr.sputniknews.com/ortadogu/201805161033476522-netanyahu-instagram-turkiye-kufur/