Sykes-Picot Anlaşması 1916’da gizli bir şekilde İngiltere ve Fransa arasında imzalanmıştır. Etnik, mezhepsel ve kültürel bağlamlara bakılmaksızın çizilen bu sınırlar, yüzyılı aşkın bir süredir bölge haklarına siyasi istikrarsızlık, dış müdahaleler ve kimlik krizi getirmiştir.
Ancak günümüzde bu sınırların sadece hukuki değil fiili olarak da anlamsızlaştığı bir kırılma anının içinde olduğunu görmekteyiz. Suriye’de birbirinden bağımsız denetim alanları, Irak’ta merkezi otoritenin parçalı yapısı, Lübnan’da çökmüş olan devlet mekanizması ve Filistin’deki belirsizlik Sykes-Picot sonrası düzenin artık işlemediğini göstermektedir. Diğer bir ifadeyle Suriye, Irak, Lübnan ve Filistin’de otorite boşlukları ve etnik/mezhepçi gerilimler eski sınır düzeninin çöküşünü işaret etmektedir.
2020 sonrasında Orta Doğu’da İsrail ve bazı Arap ülkeleri arasında kurulan yeni diplomatik iş birliği ağı İbrahim (Abraham) Anlaşmaları adıyla öne çıkmakta ve bölgedeki ittifak dengelerinde önemli bir değişimi temsil etmektedir. Yapılan anlaşmalar, diplomatik ilişkilerin normalleşmesi iddiasıyla sunulsa da asıl amaçlardan bir tanesi de İran’ın bölgesel etkisini kuşatmak ve etkisini kırmaktır. Bu sayede BAE, Bahreyn, Fas ve Sudan gibi ülkelerle (ayrıca bu anlaşmaya dâhil olmasalar da İsrail ile iyi ilişkilerinden dolayı Ürdün ve Suudi Arabistan da bu denklem içinde alınabilinir) İsrail arasındaki yakınlaşma, İran’a karşı jeopolitik bir baskı aracı işlevi görebilecektir.
Bu yeni jeopolitik yapı içerisinde İran’ın bölgedeki etkisinin sınırlandırılması, nükleer faaliyetlerinin tekrar uluslararası kriz başlığı haline getirilmesi ve rejimin içten zayıflatılması yönündeki hamleler, güç dengelerinin yeniden inşasında merkezi bir rol oynamaktadır. Nitekim İsrail’in son dönemde İran’a doğrudan karşılık verdiği saldırılar sadece askeri bir restleşme değil aynı zamanda uzun vadeli stratejik bir kurgunun parçasıdır. Bu stratejinin içinde İran’ın yalnızlaştırılması, istikrarsızlaştırılması ve rejim değişikliğiyle bölgenin yeniden dizayn edilmesi vardır.
İşte tam bu noktada Amerika Birleşik Devletleri başkanı Bush tarafından 2000’li yıllarda ortaya atılan Büyük Orta Doğu Projesi’nin (BOP) yeniden devreye sokulduğu görülmektedir. Bu proje, bölgedeki otoriter rejimlerin demokratikleştirilmesi söylemiyle ortaya atılsa da pratikte sınırların yeniden şekillendirilmesi, enerji hatlarının güvenceye alınması ve İsrail’in güvenliğinin tahkimi gibi birçok hedefler içermektedir. Irak’ın işgali, Suriye’deki vekalet savaşları ve Libya’da yaşanan rejim değişikliği BOP’un taşlarıydı. Şimdi ise İran, aynı senaryonun yeni hedefi olarak görülmektedir. Nükleer program tıpkı Irak’ta olduğu gibi uluslararası meşruiyet üretme aracı işlevi görmekle beraber İran’ın içten çözülmesini sağlamak ve bölgedeki güç dengelerini dönüştürmektir.
İsrail, İran’ın nükleer programını engellemek amacıyla 13 Haziran’da “Operation Rising Lion (Yükselen Aslan Operasyonu)” adlı hava harekâtında bulunmuştur. Operasyonun öncelikli hedefleri arasında Fordo ve Natanz’daki uranyum zenginleştirme tesisi, balistik füze altyapıları, askeri komuta kademesi ve nükleer bilim merkezleri yer almaktaydı. Bu saldırılarda İran Devrim Muhafızları Ordusu Genel Komutanı Hüseyin Selami, nükleer bilim insanları ve birçok sivil hayatını kaybetmiştir.[1] Aynı günün gecesi İran, 13 Nisan’daki saldırılarının ardından ikinci kez doğrudan İsrail’i hedef alarak yüzlerce balistik füze ve dronlarla çeşitli bölgeleri vurmuştur. İsrail medyası gizlemeye çalışsa da birçok yaralı ve ölü haberleri gündemde yerini almaktadır. Bu gelişme, bölgenin son yıllardaki çatışma mantığı (vekalet savaşları ve dolaylı hesaplaşmalar üzerinden yürütülen güç mücadelesi) açısından stratejik bir dönüm noktası olmuştur. Diğer bir ifadeyle İsrail- İran gerilimi, artık sahada adını koyarak varlığını hissettiren doğrudan bir askeri çatışmaya evrilmiştir.
Saldırının hemen ardından gelen açıklamalarda İran’ın bu eyleminin hava saldırılarına karşılık bir misilleme olduğu belirtilmiştir. Ancak bu, sadece bir misilleme değil aynı zamanda uzun süredir şekillenen bir jeopolitik denklemin açığa çıkmasıdır. İbrahim Anlaşmalarıyla İsrail’in Arap dünyasında elde ettiği stratejik derinlik, İran açısından çevresel bir kuşatma anlamına gelmektedir. İran bu kuşatmayı sadece dış politik bir izolasyon olarak değil aynı zamanda ulusal güvenliğine varoluşsal bir tehdit olarak görmektedir. İsrail’in, ABD’nin örtülü onayıyla yürüttüğü operasyonlar nükleer tesisleri hedef almakla kalmayıp İran’ın rejimsel dayanıklılığını da sarsmayı amaçlamaktadır.
Bu strateji, BOP’un nükleer dosya üzerinden devreye sokulması anlamına gelebilir. Zira İran’ın çevrelenmesi, iç karışıklık oluşturması ve ardından haritaların yeniden çizilmesine zemin hazırlaması Irak’ta, Suriye’de ve hatta Lübnan’da izleri görülen taktiğin şimdi İran’a yönelmiş halidir. Sykes-Picot Anlaşması’nın çizdiği sınırlar, aradan geçen bir asrın ardından artık sahada karşılık bulmamaktadır. Irak ve Suriye’deki merkezi otoritelerin zayıflaması Lübnan’da devletdışı aktörlerin güç kazanması ve Filistin’in geleceğinin belirsizliği Orta Doğu’nun hem coğrafi hem de siyasi sınırlarının yeniden tanımlanmasına yol açmaktadır. İran ve İsrail arasında yaşanan doğrudan çatışma ise artık bölgesel bir istikrarsızlıktan çok uluslararası sistemin yeniden kuruluş sancılarına işaret etmektedir.
Tüm bu gelişmeler, göç hareketlerini de doğrudan tetiklemektedir. İran’da muhtemel bir iç savaş ya da rejim çöküşü, yeni bir göç dalgasının kapısını aralayacaktır. Türkiye, Suriye’de olduğu gibi bu noktada bir geçiş ülkesi olmakla kalmayıp kalıcı yerleşim noktası haline gelecektir. Bu durum, ülkemizi sadece insani değil aynı zamanda diplomatik ve güvenlik temelli yeni yüklerle karşı karşıya bırakacaktır.
Bu durumda Türkiye’nin dengeleyici dış politika arayışı, bu çok boyutlu kriz ortamında daha da kritik bir rol kazanacaktır. Yaşanan bu dönüşüm, sadece bölgesel bir kriz olarak değil aynı zamanda 2. Dünya Savaşı sonrası inşa edilen küresel sistemin artık işlenmediğinin açık bir kanıtı olarak okunmalıdır. Bu çöküş; haritaların, ittifakların ve meşruiyet tanımlarının da yeniden şekillendiği bir dönemi beraberinde getirmektedir.
İsrail başta olmak üzere bazı Batılılarda İran’la yaşanacak büyük çatışma bir “Armagedon” savaşına benzetilmektedir. Bu benzetme, sadece dini değil aynı zamanda psikolojik bir savaş tekniğidir. Kamuoyunu savaşa ikna etmenin en güçlü yolu, ona “kutsal bir anlam” yüklemektir. Bu şekilde İran’ın vurulması sadece askeri değil, dini bir görev gibi de sunulabilecektir. Bu durum da çatışmayı bir kriz olmaktan çıkarıp total bir savaşa dönüştürebilinir.
Tüm bu gelişmeler ışığında bugün Orta Doğu’da yaşananlar sadece bölgeye özel olmayıp, dünya düzeninin yeniden inşasının sancılarıdır. Sykes-Picot’un çatlayan mirası, İbrahim Anlaşmalarıyla değişen ittifaklar, BOP’un yeniden devreye sokulması ve göç krizlerinin doğurduğu küresel sonuçların bütünü, yeni bir çağın habercisidir.
Fakat bu yeni düzenin adil, kapsayıcı ve sürdürülebilir olması için sadece jeopolitik mühendisliğe değil, tarihsel hafızaya, yerel aktörlere ve halkların iradesine kulak verilmesi şarttır. Aksi halde çizilecek her yeni harita, önceki kadar kırılgan olacaktır.
.
Nejla BAZ
_____________________
[1] “Devrim Muhafızları Ordusu’nun Yeni Genel Komutanı’ndan İsrail’e Sert Uyarı”;
[…] Baz, N. (14 Haziran 2025). İran-İsrail Savaşı, Küresel Dönüşüm Ve Yeni Jeopolitik Dönem. Sahipkıran Stratejik Araştırma Merkezi – SASAM. https://sahipkiran.org/2025/06/14/iran-israil-savasi-ve-kuresel-donusum/ […]