Türkiye’de hali hazırda 3 milyondan fazla Suriyeli mülteci (avam tabakası) barındırmaktadır. Bu mülteci krizi Türkiye aleyhinde iken, nasıl kendi lehine çevrilebilir ve birçok batı devlete karşı bunları nasıl fırsat haline getirebilir? Bu soru, beraberinde zincirleme halinde şu soruları akla getiriyor: Bu fırsat kullanılarak AB üyeleri birbirine düşürülebilinir mi? veya AB’nin altını oyulabilinir mi? Veya Türkiye için AB’nin parçalanması daha iyi mi yoksa daha kötü mü olur?
Türkiye, AB’ye sığınan mültecilere/göçmenlere ne kadar kendi politikaları çerçevesinde şekil verebilir? Acaba Türkiye, mülteci/göçmenleri AB üye ülkelerinde elini güçlendirmek ve gerektiği zaman baskı yapmak için örgütleyip güçlü lobi oluşturabilir mi? Türkiye’de yaşayan 3 milyondan fazla mülteciye Avrupa’ya gidilen yolu açarsa AB ülkelerini ne gibi maddi kayıplara uğratabilir/uğratır mı?
Türkiye örneğin sınırları açsa ve mültecilerle birlikte Batının kendi eseri olan IŞİDçilere de geçmesine müsaade etse, AB ülkeleri açısından nasıl olur? Ya da IŞİDciler Avrupa’da terör eylemlerine başladığında AB ülkeleri, mültecileri bir birine pinpon topu gibi atıp sınır dışı etmek istemeyecekler mi? Sınır dışı ederken bu AB üye ülkelerinin araları bozulmayacak mı? Eğer AB ülkelerinin araları bozulursa Türkiye açısından ne gibi uluslararası kazanımlar elde edilebilir?
Bu şekilde Türkiye, Batı tarafından Müslümanları parçalamak, yönetmek ve dizayn etmek için kurulan bir terör örgütünü kendileri aleyhine kullanma fırsatı elde eder mi? Bu fırsat, Batılıların Müslümanlar için kazdıkları kuyulara kendilerinin düşmesi için bir fırsat olmaz mıydı? Acaba Müslümanların ördürülmesi, parçalanması ya da dizayn edilmesi etik oluyor da, bu durum Batı tarafı için olunca etik kuralları dışında mı çıkmış oluruz?
Bu soruların cevaplarını bu analizde verilmesi uygun olmamakla beraber farkındalık oluştursun diye zikredilmiştir. Bu analizde sadece AB’nin mülteci politikaları ve Türkiye’nin bu konudaki duruşu, özet bir şekilde de olsa incelenmeye çalışılacaktır.
AB’nin II. Dünya Savaşı sonrasında bir daha benzeri yıkımları yaşamamak ve güvenli bir şekilde ortak menfaatleri maksimize etmek için kurulduğu bilinmektedir. Tıpkı Oyun Teorisinde yer alan “Geyik Avı” benzetmesindeki gibi: “Tam acıkmış olan avcılar, gördükleri geyiğin etrafını çevirerek işbirliği yaparlarsa, avlayacakları geyik hepsinin doymasına yetecek ölçüdedir. Avcıları bir araya getiren ortak çıkar, “açlık” olduğundan, herhangi birinin işbirliğinden vazgeçmesi, geyiğin kaçmasına neden olacaktır ve hiçbir avcı amacına ulaşamamış olacaktır. Amaca ulaşılabilmesi, işbirliğinin tam olarak gerçekleşmesine bağlıdır. Ancak her bir avcı, bir tavşanla da doyabileceğinden, pusu esnasında gördüğü bir tavşanın peşine düşerek pusuyu terk edebilecek, bu durumda da tek başına tavşanı ya avlayabilecek ya da avlayamayacaktır. Ancak tavşan peşine düşen avcı yüzünden avcılar arasında işbirliği tam olarak gerçekleşmemiş olacak ve geyik de avlanamayacaktır. Böylece işbirliğinin terk edilmesiyle ya yalnızca bireysel çıkar çok küçük ölçüde tatmin edilmiş olacak, ya da hem bireysel hem de ortak çıkar gerçekleşmemiş olacaktır. Oysa işbirliğine gidilse ve hiçbir avcı bireysel çıkarının peşinde koşmasa, ortak çıkarın gerçekleşmesiyle bireysel çıkar da gerçekleşmiş olacaktır.”
İngiltere’nin AB’den çıkması (Brexit) da, “geyik avı” benzetmesine uymaktadır. Çünkü AB, ne zaman ki İngiltere için yarardan ziyade zarar olmaya başlamıştır, işte o zaman İngiltere AB’nin baskıları ve tehditlerine rağmen kenara çekilmeye karar vermiştir.
Brexit sonrası diğer AB üye ülkelerinden de birlikten ayrılma seslerini işitmekteyiz. AB, menfaatlerini maksimize etmek ve güvenliklerini sağlamak için kurulan “geyik avı için avcıların ortak hareket etmesi” misali bir örgüt olduğuna göre, her avcıya tavşan avlama garantisi verilebilirse, acaba avcılar geyikten vazgeçerler mi? Ya da geyik avlamanın daha zahmetli ve masraflı olduğunu anlamaya başlayan avcılara ne gibi yeni avlama imkânları sunularak birliktelikleri bozulabilir? Bu durumda onlara yeni alternatif sunanların kendileri için ne gibi avantajlar ortaya çıkabilir?
Diğer taraftan, bazı Batılı büyük devletlerin bu Birlikten ayrılma taleplerini, Rus istilasıyla (yani güvenlik kaygılarıyla) korkutup bastırmaya çalıştığı görülmektedir. Fakat ne kadar ve ne zamana kadar bu kaçınılmaz sona karşı koyabilecekleri meçhuldür. AB dağılırken Türkiye’nin daha zayıf AB ülkelerine askeri güvence vermesi mantıklı mıdır? Yad a üçgen, dörtgen v.b stratejilerle karışık ittifaklar yaparak siyasi güç ve ekonomik açılardan ne gibi fırsatlar elde edebilir?
Türkiye, “daima güçlülere karşı zayıflarla ittifak et” stratejisi takip etmeli midir? Böyle yapması, hem kendisini güçlendirip hem de kendisine muhtaç zayıf devletler üzerindeki etkisini artırabilir mi? Diğer bir ifadeyle, satranç oyunundaki gibi ilk saldırıya geçtiğinde nasıl ki karşı oyuncunun önemli taşlarından birisini (arkasından onu koruyacak taş olmasına rağmen) yenilerek öne geçilirse (rakibin taşlarının sırası bozulmuş olduğundan avantaj elde edilmektedir), akıllı bir “revizyonist dış politika”, “savunmacı bir dış politikadan” üstün olmaz mı?
Uluslararası alan, anarşik bir alandır ve üst bir irade veya cezalandırıcı yoktur. Bu durum, revizyonist devletlere gücüne göre emellerini gerçekleştirmek için bir zemin sunmaktadır. Örneğin Rusya’nın Kırım’ı işgali ve ilhakı veya Türkiye’nin haklı bir biçimde Kıbrıs’a harekât düzenlemesi gibi…
Türkiye’yi yıllardır kapısında oyalayan AB’nin parçalanması, Türkiye lehine midir yoksa aleyhine mi? Avrupa Birliğin kuruluşu, çıkarlarını maksimize etmek ve güvenliklerini sağlamak ise, Türkiye’nin elindeki mülteci kartı bu amaçlar doğrultusunda nasıl kullanılabilir?
Diğer analizlerde de ifade ettiğim gibi, dış politikada “etik” kaygısı olmaz. Çünkü anarşik bir ortamda etik peşinde koşmanın hiçbir mantığı olmadığı gibi, etik peşinde koşanları sıkıntıya da sokabilir. Örneğin II.Abdülhamit, Balkan devletleri arasındaki kilise ihtilaflarını kullanarak Balkan devletlerinin Osmanlı’ya karşı birleşmelerini önlemiştir. Kendisi tahttan indirildikten sonra İttihat ve Terakki Partisi şuursuzca Balkan devletleri arasındaki bu ihtilafı çözmüş ve Cemal, Talat ve Enver Paşalar II. Abdulhamid’e “Balkanlarda kilise problemini çözdük” diyerek övündüklerinde II. Abdulhamid: “İyi halt etmişsiniz, Balkanlar şimdi elimizden gitti” demiştir. Sonrasında da gerçekten bu devletler Osmanlı’ya karşı birleşmişler ve Balkanlar elimizden gitmiştir.
Bu şekilde dış politikada acır ve etik kaygılar güdersek, acınacak duruma düşeriz. Birilerinin bizim için kazdıkları kuyuya düşmeden onları kendi kazdıkları kuyuya düşürmeye çalışmak demektir diplomasi… Aç canavara merhamet etmek ya da ondan korktuğunu hissettirmek, onun sana karşı merhametini değil iştihasını kabartır ve seni yedikten/parçaladıktan/böldükten sonra diş kirasını da ister. Bu hale, halihazırda İslam dünyası şahittir.
AB ülkelerinin mültecileri kedi devletlerinde zulme uğrayan ve yardım edilmesi gereken insanlar gibi görmek yerine, “potansiyel tehdit” veya “kendi vatandaşlarının yanaşmadığı ayak işlerini yapacak ayak takımı” gözüyle gördüğü aşikârdır. Buna ek olarak AB ülkeleri, eğitimli ve Hıristiyan olan veya olabilecekleri kendi ülkelerine kabul etmek istemekte ve “zararı nasıl minimize edip çıkarlarımızı nasıl maksimize edebiliriz” planlarını yapmaktadırlar.
O zaman ne yapılmalı? Düne kadar Osmanlı devletini parçalamak için Ermenileri, Rumları ve diğer azınlıkları kullanan Batı, bu unsurları nasıl kullandıysa onlara karşı daha iyisi yapılabilir. Batı, Osmanlı devletinden taviz ve kapitülasyonlar koparmak için düne kadar Osmanlı tebaası olan azınlık lobileri kullanmadı mı? Ayrıca kendi ülkelerinde Avrupa’ya meftun olan Türk vatandaşlarına eğitim verip Osmanlıya karşı kullanmadı mı? Onları Türkiye’de yüksek makamlara yerleştirmek ve ülkeyi bölmek/parçalamak/yok etmek için nice plan/darbeler yapmadı mı? Acaba Türkiye aynı stratejiyi uygulasa etik sınırların dışına mı çıkmış olur?
AB’ye yerleşen mültecileri/göçmenleri, siyasi ve sosyo-ekonomik örgütlemesi, güçlü lobi oluşturmaları için parasal finansmanın temin edilmesi, yetişen nitelikli insan gücünü o devletlerde yüksek makamlarda yerleştirmesi, dışlanan mülteci/göçmenleri ticaret yapmaları için teşvikte bulunması, İslam dininden kopmamaları için STK’lar kurmalarına yardım etmesi, son yüzyılda Müslümanlara yapılan zulümleri nazara verip hangi hatalardan dolayı bu durumlara düştüklerini anlatmak, birlik ve beraberliğin ne kadar önemli olduğunu vurgulamak, Türkiye’ye sadık olanlarla ileride işbirliği yapmak için kaydını tutmak (krizlerde her zaman hazır nitelikli eleman seni birkaç hamle öne çıkartır) için stratejiler geliştirmesi, Türkiye’de en iyi üniversitelerde burslu eğitim verip yeniden AB ülkelerine göndermesi ve gittiklerinde onlarla hiçbir şekilde irtibatı koparmaması v.s gibi adımlar izlemesi doğru olmaz mı?
Türkiye’de kalan mültecilere ise iyi derecede Türkçe dilini öğretilmesi ve iyi eğitim verilmesi için stratejiler geliştirilmeli. Bu şekilde bu kişilerin kendi topraklarında savaş bittiğinde ve ülkelerine döndüklerinde Türkiye’nin gönüllü temsilcileri olmaları sağlanabilir.
Aynı şekilde Balkanlardan, Kafkasya’dan, Afrika’dan ve Ortadoğu’dan Türkiye’ye gelen öğrencilere eğitim sırasında ve eğitimlerini tamamlayıp kendi ülkelerine döndüklerinde ilgilenilmiş olunsaydı, bugün o ülkelerde Türkiye dostu o kadar çok üst düzey yetkili olurdu ki Türkiye’nin konumu çok daha farklı olabilirdi.
Her yıl en az 5.000 öğrenciye burs verip eğitimi sırasında veya kendi devletine döndükten sonra gönül elçileri olmak için ilgilenmemek, Türkiye’ye mahsus bir uygulamadır zannedersem. Diğer devletler, eğer daha fazlasını elde edemeyeceklerse hiçbir ülke veya yabancı için harcama yapmamakta. Yaptıkları harcamaların kat kat fazlasını elde edebilecekleri stratejiler geliştirmekte. Türkiye ise tüm ayakları oluşturulmuş ve kusursuz işleyen bir strateji oluşturmadan bonkörce harcamalar (yardım, burs vs.) yapmakta.
Türkiye’nin burs verdiği 5.000 öğrenciden her yıl 1.000’i mezun olsa ve bunlardan kendi devletlerinde 200 kişi bürokratik kademelere yerleşse, 20 sene içinde Türkiye dostu 4.000 bürokrat ve 16.000 işadamı, siyasetçi veya sivil toplum faaliyetlerinde yer alan etkili bireyler olur. Bu da Türkiye’nin uluslararası arenada elini oldukça güçlendirir.
Netice itibariyle Türkiye, her alanda ayakları yere basan stratejiler oluşturabilir ve başta insan kaynakları olmak üzere tüm kaynaklarını oluşturulan bu sağlam stratejiler doğrultusunda kullanabilirse, vatandaşlar olarak bizim hayal ettiğimiz konuma gelmesi işten bile değildir. Umarız yetkililerimiz bu doğrultuda adım atıyorlardır veya en azından bundan sonra bu şekilde adımlar atılır.
Reyhan RAHMAN
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.