Bu yazımızda 1.Dünya Savaşı’nın hemen ardından İtilaf Devletleri tarafından imzalanan gizli bir antlaşma olan Sykes-Picot Antlaşması’nı (Küçük Asya Antlaşması)[1] kronolojik bir şekilde anlamaya çalışacağız. Ülkemizin topraklarının da içinde yer aldığı Ortadoğu bölgesi, dünyanın en zengin ve en verimli topraklarıdır. Ancak, özellikle son 100 yıl düşünüldüğünde, en huzursuz ve en acı bölge konumundadır. Kadim emperyaller İngiltere ve Fransa’nın bilinçli bir şekilde böldüğü bu topraklar, ne yazık ki 100 yıldır kardeş katline tanık oluyor. Onların kendilerine göre yaptıkları bu planlama, bölgenin yer altı ve yer üstü zenginliklerinin kendilerine akmasını öngörüyordu ve bölge halkının kanının akması da, bu planın olmazsa olmazıydı.
“Dünyanın en zengin ve verimli toprakları… En verimli yer altı zenginliklerine sahip bölge… Hemen hemen her ticaret yollarının kesiştiği yerler…” Bu ve benzeri ifadeleri içinde barındıran onlarca cümle zikredilebilir. Bunlar ve daha fazlası; içinde ülkemizin de bulunduğu kadim toprakları ifade etmektedir. Tamamı Osmanlı Devleti toprakları olan bu bölgeler, aynı zamanda Dar’ül İslam olarak da anılmaktadır. Ancak gelin görün ki 20. yüzyılın hemen başıyla hararetlenen İngiliz oyunları, böylesi zengin ve verimli topraklarının dağılması sonucunu doğurdu. Bu, sadece toprakların bölünmesi ya da Osmanlı’nın bitmesi değildi. Yerine kurulan ülkecikler, daha ilk andan itibaren kendilerini önü alınmaz bir kan davasına içinde buluyor ve kardeş kardeşin katili oluyordu. Tıpkı Habil ile Kabil’in hikâyesinde olduğu gibi…
İngilizler tarafından “Ortadoğu” olarak adlandırılan bu bölge, İngilizler önderliğinde hazırlanan bir planın şekillendirildiği suni sınırlar arasında sıkışmış durumda. Bu sıkışmışlık öyle bir hal almış ki; Kırmızı Çizgiler(!) aileleri, akrabaları, kabileleri birbirinden ayırmıştır. Ayırmakla birlikte fitne tohumlarının da ekilmesiyle, bitmeyen kan davaları yaratmıştır. Bugün hala aynı zihniyetin kandırdığı kimi halkların zavallı mücadelelerini görmek mümkündür. Kimileri de (DAEŞ, El Kaide, Boko Haram vs.) sözde emperyallere savaş açtığını söylese de, onların kuklası olmaktan öteye geçemiyorlar. Meşhur Sykes-Picotile şekillendirilen bu topraklar, her ne kadar bu plan yok dense de hala bu antlaşmanın izlerini taşımaktadır. Hatta biraz ileri giderek, bu planın bölgedeki birçok halkın dünya görüşünü de etkilediğini söyleyebiliriz.
Kuşkusuz, geçen 100 yılın başlarında en güçlü emperyal devlet İngiltere’ydi. İngilizlerin Osmanlı’ya olan düşmanlığı ve Halifeliği devirme planları, 19. yüzyılın ilk günlerine kadar gitmektedir. İngilizlerin ticaret yollarına hâkim olma stratejisi ve sömürgelerini koruma paranoyasına din olgusu da eklenince, acımasız bir plan karşımıza çıktı.[2] Osmanlı’yı yok etme adına hemen her şeye başvuran İngiltere ve diğerleri, ne yazık ki bunu en sonunda Osmanlının kendi çocuklarına yaptıracaktı.
Dünya Savaşı öncesinde kimi Osmanlı şahsiyetlerinin girişimlerini elinin tersiyle iten İngilizler, yaklaşan savaş öncesi tüm planlarını Osmanlı’yı parçalama üzerine kurmuştu. Yani Osmanlı’nın Dünya Savaşı’na resmen dahil olmasından önce Arap liderleriyle iletişime geçilmişti. Bilindiği üzere amaç, Osmanlı’ya karşı geniş kapsamlı bir isyan başlatmaktı. Fakat buna rağmen İngilizlerin Araplardan çok fazla ümitleri yoktu. Musul Konsolosu Henry C. Honey’nin İstanbul’daki Malahatgüzar’a yazdığı raporda çok ilginç ifadeler kullanılmıştır: “Bu insanları Türk’ten kurtarmak için cemiyetler kuruluyor, ajitasyon yapılıyor. Fakat daha büyük ihtiyaç, birisinin bu insanları önce kendilerinden kurtarmasıdır. Hiç şüphesiz hükümet kötü idareden sorumludur. Ama yerel idarede rüşvet ve irtikaba en çok bulaşmış olanların yerli Araplar olduğunu söylemek gerekir…”
Genel itibariyle İngiliz stratejileri, bu yazılanları dikkate almadı. Planları, Arapları Türklerden daha üstün olduklarına inandırmaya çalışmaktı. Tabi böylesine üstün bir ırk, Arap bağımsızlığı idealine ulaşmalıydı.[3]Her ne kadar bugün bizlere basit bir masal gibi gelse de, o günlerde bu plan göz kamaştırıyordu. Bunu körükleme adına İngilizlerin meşhur Savaş Bakanı LordKitchener, art arda yazdığı mektuplarla Mekke Şerifi Hüseyin’i ve ailesini etkilemeye çalıştı. Bu arada Mısır’daki İngiliz Konsülü Henry McMahon, İngiltere’nin Arap bağımsızlık hareketlerini desteklemeye söz verdiği gizli antlaşmanın altına 24 Ekim 1914’te imzasını koymuştu. Hatta McMahon, Kitchener’in talimatıyla Mekke Emiri Hüseyin’den Osmanlı ordusuna deve verilmemesini istedi. İngilizlerin Şerif Hüseyin’e vaadi şöyleydi: “Mersin, Adana, Birecik, Urfa ve Mardin hattı üzerinden İran sınırına tüm Suriye, Mezopotamya ve Suudi Arabistan’ı içine alacak bir bölge oluşturulacaktı.” Bu sınırları gösteren Şam Protokolü’nde sadece Aden, tercihli bir statüye sahip olarak İngiltere’ye bırakıldı. İngiltere, protokolü Mekke Emiri’nin onaylamasının ardından tüm desteğini vereceğini, isyan başarıya ulaştığında da kendisini Arapların kralı olarak tanımaya hazır olduğunu bildirmişti. Bundan güven aldığı belli olan Şerif Hüseyin, yazdıkları mektuplarda “Bütün Araplar Adına” ifadesini kullanıyorlardı.[4]
Fakat savaşın hareketlenmeye başlamasıyla, evdeki hesap çarşıya uymadı. Çünkü İngilizler, bir defada İstanbul’u geçeriz düşüncesiyle Çanakkale’ye saldırmışlar ve bir adım ileriye gidememişlerdi. Deniz Savaşı hezimetinin ardından başlatılan Gelibolu Çıkarma Harekatı da, İngilizler ve müttefikleri adına hüsran oldu. Ama bu durum, İngiltere’de “Zafer yakın” ve“Bir adım kaldı” şeklinde lanse edildi. Bu nedenle olsa gerek, önce Arap isyanı planı rafa kalkar gibi oldu. Ancak Çanakkale’de yaşadıkları tarihi hezimet, yeniden Şerif Hüseyin kartına sarılmalarına neden oldu… Bu arada korkunç İngiliz siyaseti tüm sinsiliğiyle yürütüldü. İngilizler, Şerif Hüseyin ile paylaştıkları istihbaratta; Rusların Doğu Anadolu’da Osmanlı’nın karşısında zafer kazandığından bahsederken, Kut’ül Amare’de İngiliz ordusunun yaşadığı yenilgiyi es geçtiler. Aynı İngilizler; Başbakan Asquith tarafından savaşın hemen başıyla birlikte (Nisan 1915) Sir Maurice de Bunsen’in kurduğu komiteye, İngiltere’nin Ortadoğu’ya yönelik hedeflerinin tespiti ve bunlara nasıl ulaşılacağına dair bir planın işini verdi… Büyük savaşta sadece Osmanlı, varoluş mücadelesi verirken Müttefikler de dâhil geriye kalan tüm ülkeler, ganimet (Özellikle Osmanlı ganimeti) peşinde oldular. Tahmin edileceği gibi bu komite, savaştan sonra bölgede güçlü bir nüfuz alanının İngiltere’nin menfaatine olacağını; böylece Osmanlı topraklarında Ermenistan, Mezopotamya, Filistin, Suriye ve Anadolu şeklinde beş bölge oluşturarak böl-yönet taktiğinin kullanılabileceğini ifade ediyorlardı.
Nitekim çok geçmeden savaş öncesi bölgeyi karış karış gezen Avam Kamarası üyesi Sir Mark Sykes devreye alındı. Sykes, İngiliz Deniz Kuvvetleri Bakanı Churcill’e yazdığı mektupta şöyle yazmıştı: “Bölgede birbiri ile ihtilaflı unsurları şahsen tanıyorum. Böylece olayların gidişatını etkileyebilir, yerel unsurlardan menfaat karşılığı bizim için çalışabilecek gruplar teşkil edebilir, önde gelen kişileri de tarafımıza kazandırabilirim.”
Ancak Churcill bu kozu biraz daha bekletme kararı alırken, Savaş Bakanı Kitchener ise çok temkinli değildi. Sykes, Sir Maurice de Bunsen’in başkanlığındaki komiteye Kitchener’i temsilen atanmıştı ve bölgeyi bilmesinin avantajıyla, komitede ipleri eline almaya başladı. Sykes, Osmanlı topraklarının farklı farklı bölgelerinde bulunmuş tek kişiydi. İnşa edilebilecek demir yollarının nerelerden geçmesi gerektiğini, Kürt aşiretlerinin örf ve adetlerini bilecek kadar teknik konularda oldukça bilgi sahibi biriydi.
İngilizler Çanakkale’deki hezimetlerini kendi kamuoylarından saklarken, durumun değişebileceğini umut etmeye devam etmişlerdi. Aynı anda Irak’ta başlayan harekatın da başarıya ulaşacağından emindiler. Bu nedenle olsa gerek, 18 Mart 1915 günü Ruslara İstanbul’u ve boğazları bırakma taahhüdünde bulunurken, Irak’taki nüfuz alanlarına sahip olmayı tercih etmişlerdi. Yine bu noktada Mark Sykes, ortaya çıktı. Sykes, yerinde yaptığı gözlemler ışığında De Bunsen Komitesi’nde “Hilafet ve Halifelik” hakkında kapsamlı bir açıklama yaptı[5] Ona göre Hilafet makamı; İstanbul’dan Şam’a veya başka bir yere nakledilirse, Osmanlı’nın diğer Müslümanlar üzerindeki etkisi azalacaktı. Ayrıca Osmanlı’nın hakim olduğu Ortadoğu topraklarında Türklerin, Fransızların ve Rusların etki alanlarının önü kesildiğinde bundan İngiltere kazançlı çıkacaktı. Maurice De Bunsen Komitesi, büyük ölçüde Sykes tarafından şekillendirilmiş raporu kabul etti. İngiltere, Çanakkale harekâtına bel bağlamışsa da Türk halkının müthiş direnişiyle hezimeti yakın olduğunun farkına geç de olsa varmışlardı. Bu nedenle, Ortadoğu’daki isyan furyasının vaktinin geldiğine hükmettiler.
Fransa da tam bu sıralarda paylaşım müzakerelerinin başlaması için baskı yapmaya başlamıştı. Fransız hükümeti, tıpkı Sykes gibi bölgede uzun süre dolaşmış bir diplomat ve Beyrut eski Başkonsolosu Albay François Georges Picot’ugörevlendirdi. Picot, 1915 sonlarında İngiliz Dışişleri Müsteşarı Arthur Nicholson ile yaptığı görüşmede, mukaddes yerler dışında Suriye ve Filistin’i istediklerini bundan azını kabul etmeyeceklerini söyledi. Fakat İngilizler bu duruma oldukça soğuk yaklaşmışlardı. Paylaşım sadece bu iki ülke arasında konuşulmuyordu. Emperyaller kulübünün üçüncü üyesi, o günler için Rus Çarlığı idi. Rus Çarlığı adına bu paylaşım toplantılarına dışişleri bakanı Sergey Dmitriyeviç Sazanov katılıyordu. Yukarıda da belirttiğim gibi, 1915 Mart ayında yapılan toplantıda Boğazlar Bölgesi ve serbest limana dönüştürülmesi koşuluyla İstanbul, Ruslara bırakılacaktı. Ancak Rus Çarlığı, savaşta daha fazla kalamadı.
Yeni yapılan araştırmalar gösteriyor ki, Birinci Dünya Savaşı döneminde Rus Çarlığı’nın Ortadoğu’da genişleme konusunda bir isteği yoktu. Sykes-Picot-Sergey Sazanov pazarlıkları başladığı günlerde Ruslardaki hakim görüş, Boğazlar bölgesinin kendilerine verilmesi yönündeydi.
Doğu Cephesi muharebelerinde ne yazık ki Osmanlı orduları yanlış sevk ve idare sonucu ağır kayıplar verdi. Bunun doğal sonucu olarak da geri çekilmeler yaşandı. Yani, Rus ordularının önünde ilerleyebilecekleri geniş alanlar oluşmuştu. Fakat bu noktada Rus generallerinin isteksizlikleri görünüyordu. Bunun nedenini tarihçiler; Çarlık içinde hareketlenen ihtilalci ve sosyalist yapıların Ermenileri kontrol edebileceği ihtimali olarak açıklamaktadırlar. Görüşmeler sırasında Ruslarda ağır basan görüş; savaşın sonunda bu bölgelerin, 1914 Şubat ayında kabul edilen reform programı kapsamında Avrupa denetimi altında sınırlı Osmanlı kontrolüne bırakılmasıydı. Anlaşılacağı gibi, Osmanlı’ya bırakılması düşünülen topraklar bile Avrupa kontrolünde olacaktı. Rus dışişleri ve komuta kademesi, kontrolünde oldukça zorlandıkları Ermeni nüfusuyla, Türkler ve Kürtler arasında yaşanabilecek çatışmaları büyük bir risk olarak görüyorlardı.
Rus Çarlığı’nı tedirgin eden bir diğer nokta ise, Fransa’nın Güneydoğu Anadolu’da geniş bir alana yerleşerek Rusya ile komşu oluşuydu. Ancak Sykes yeni bir fikirle Rusları ikna etmeye çalıştı. Sykes, Ermeni nüfusunu Fransa ile Rus Çarlığı arasında bölüştürmeyi ve Doğu ile Güneydoğu’ya yerleştirmeyi öneri olarak sundu. Tekrar hatırlatmak gerekirse, savaş daha bitmemiş ve Osmanlı daha yenilmemişti. Uzun pazarlıklar neticesinde Ruslar; Trabzon’dan başlayarak Erzurum, Bitlis ve Van illerini kapsayan bir alana gönülsüzce razı oldular. Yani bu bölgede Fransa ile yakın olmak Rusları çok rahatsız etti. Aynı anda Ermenilerin umutlarının artmasının altında, İngilizlerin kurnaz siyasetlerinin olduğunu söylemek gerekir. Aynı durum, bölgede yüzyıllardır bir arada yaşayan Kürtler ve diğerleri için de geçerlidir.
Projenin son şeklini almasıyla üçüncü ayağın, yani Rus Çarlığının çöküşü arasındaki sürecin kısalığı, planın son şeklinin göz ardı edilmesine neden oldu. Rusya’da yaşanan Bolşevik Devrimi sonrası Büyük Savaş’tan çekilme,yavaş yavaş başlamıştı. Yeni yönetim,emperyal devletler ile yapılan gizli antlaşmalara sadık kalmayacaklarını açıkladı. Bu açıklama sonunda Sykes-Picot, kapsamlı bir değişikliğin de ötesine geçti.
Rus Çarlığı, 1917’de hem savaştan hem de tarihten çekilirken, Sykes ve Picot kendi başlarına kaldı. Fakat öncesinde bu ikili, Ocak 1916’da zorlu bir müzakere süreci yaşadılar. Sykes daha önce Savaş Bakanlığı’na hazırlattırdığı ve De Bunsen Komitesi’nde kullandığı açıklamalarındaki haritaları ortaya çıkardı. Bunlar aslında Fransa ve Rusya’ya dayatacakları sınırlardı. Üç gün süren ve tutanakları mevcut olmayan görüşmeler sonucunda beş başlıkta mutabık kalındı.
Bunlar şöyle açıklanabilir;
-Arapların milliyetlerinin tanınmasını istemeleri anlaşılabilir bir şeydir. Buna mukabil, Arap Birliği fikri bir ideal olarak öne sürülemez. Zira bu fikir, Arapların siyasi yapısıyla uyuşmadığı gibi, büyük idari ve mali sorunlar da doğuracaktır. Bu sebeple Araplar, bir prensin önderliği altında oluşacak bir Arap Konfederasyonu ile yetinmelidir.
-Bu konfederasyon, kuzeyde Fransa koruması altında olacak ‘A’ Bölgesi, güneyde ise İngiltere’nin koruması altında olacak ‘B’ Bölgesi şeklinde ikiye ayrılmalıdır.
-Suriye kıyılarından aşağı inecek şekilde maviyle gösterilen alan Fransa’ya, Basra’dan itibaren çizilen kırmızı alan ise İngiltere’ye bırakılacaktır. Fransa ve İngiltere, kendilerine bırakılan alanlarda doğrudan ya da dolaylı, istedikleri tarzda idare veya dolaylı kontrol tesis edebileceklerdir.
-Bu durumda İskenderun, Fransa’nın mavi sahasına düştüğü cihetle, İngiltere Filistin’deki Hayfa ve Akka limanlarını alacak, böylece kendi bölgesi Mezopotamya ile Akdeniz arasında bağlantı kurabilecektir. Filistin’de verdikleri bu tavize karşılık, Musul da Fransa’nın Arap konfederasyonundaki mavi alanına dahil edilecektir.
-Kudüs’teki mukaddes mekanlar, kahverengiyle gösterilen alan uluslar arası idareye devredilecektir.
Anlaşılacağı gibi İngilizler, çoktan planı kurmuş ve paylaşımı yapmışlardı. Aslında diğerleri, sadece figürandı. Bölgede özgürlük ve toprak bekleyenler ise, ölmeye devam ettiler!!!Sykes,Picot ile anlaştığı planı üstlerine sunduğunda, Fransızların ilk istediklerinden daha azına razı oldukları için, iyi iş çıkardı gözüyle bakıldı. Fakat Londra hükümeti, geleneksel kurnazlığıyla temkinliydi. Bu arada canla başla var olma mücadelesi veren Osmanlı’yı kastederek, “Ayıyı öldürmeden postunu paylaşıyoruz” demeden de geri durmadılar. Londra’daki hâkim kanaat, Çanakkale’de yaşanan büyük hezimetin ardından Fransa’nın savaştan sonra ne alacağıyla uğraşmayı bir kenara bırakarak, bir an önce Arapların İngiltere’nin yanına çekilmesini sağlamak yönündeydi.
Bununla birlikte Hindistan’daki sömürge idaresi, Musul’un Fransa’ya verilmesiyle Bağdat demiryolu üzerinde kontrol sağlayacak olmasından endişe duydular. İngiliz deniz kuvvetleri de, İngiltere’nin İskenderun’da bir deniz üssü elde edemeyecek olmasını kabullenemedi.Anlaşılacağı üzere Fransa’ya bu derece taviz verilmesini, İngiliz aristokratları anlayamadı. Fakat muhaliflerin desteğiyle Sykes, 15 Şubat 1916’da parlamento açılışında yaptığı konuşmada; İngiltere’nin Doğu’da şaşkınca hareket ettiğini, karar alma süreçlerinin etkin çalışmadığını, böyle giderse Osmanlı’ya karşı mağlubiyetin kesin olacağını anlattı. Bu konuşma sonucu liberal Başbakan Henry Asquith’in koltuğu sallanmaya başladı. Bu da haliyle David Lloyd George’ın yıldızını yükseltmeye başladı. Genel itibariyle Avrupa cephelerinde sıkışmaya başlayan İngilizler, gözünü Ortadoğu’ya ve Araplara dikti. Aslını söylemek gerekirse İngilizler planlarını, Almanları yenmekten çok Osmanlı topraklarını parçalama yönünde yapmıştı. Tabi ki bu noktada bölgede bulunan İngiliz ajanları, oldukça aktif bir rol üstlendiler. Özellikle Lawrence, Arap kabilelerinden bazılarına Osmanlı’ya karşı ayaklandırmak adına hemen hemen her şeyi vaat etti. Gökyüzünden yeryüzüne aklımıza gelen hemen her şeyi vaat etmişti ve Osmanlı isyanlarla adım adım parçalanmıştı…[6]
Osmanlı’nın Sykes-Picot planıyla parçalanması, 100 yıldır bölgede büyük bir trajediye ve kopmalara neden oldu. Özellikle Araplar, Kürtler ve diğer milletler, hala bununızdırabını iliklerine kadar hissetmektedirler. 1 asırdır Sykes-Picot düzeninin bizi bıraktığı siyasal girdaptan hala çıkamadık. Sykes-Picot düzeni; 2.Dünya Savaşı ve İsrail’in kurulmasıyla önce güncellendi, ardından da Camp David düzeni ile yeni hal aldı.[7] Sykes-Picot planı, her ne kadar ortadan kalkmış gibi dursa da, ne yazık ki Anadolu’dan Yemen’e kadar bütün bir Ortadoğu’nun ana hatlarını oluşturmuştur. Bunun yanında bölge halklarının belleklerine dahi etki etmiştir. Hala bu hayalin (Büyük Ortadoğu Projesi – BOP gibi)modernize edilmiş haliyle bölgedekandırılmış halkların oluşu, oldukça ilginçtir.
Sykes-Picot’tan günümüze geçen yüz yıllık zaman diliminde bölge bir türlü huzura kavuşamadı. Yaşanan bu dramatik durumda, bu planın etkisi ne yazık ki çok büyüktür. Bölgenin dini ve mezhepsel yönü de eklenince, anlaşmanın getirdiği düzen,emperyallerin bölgede kalıcı olmasına neden oldu. Özellikle ABD’nin bölgeye girmesi ve bölgenin yer altı kaynaklarının dünyaca farkındalığının artması, iştahı da arttırmıştı. Bölgenin kaderi, ne ilginçtir ki enerji hatları ve projeleriyle bir ilerliyor. Yüz yıldır bölgeyi sömüren İngiltere, Amerika ve diğerleri, bölgenin yerli milletlerinden birinin ya da bir kaçının silkelenmesine asla izin vermek istemiyorlar. Dünyanın en zengin topraklarında yeniden huzur, sakin ve güven ortamına oluşmasına asla izin vermemecesine direniyorlar. Bu nedenle olsa gerek, bazı vaatlerle yanlarına çekmeye çalıştıkları karakterler, kripto cemaatler ve kendini emperyal dünyaya adamış kişileri kullanmaktan da çekinmiyorlar. Sykesörneğindegörüldüğü gibi, bölgeyi, bölgedeki mikro yapıları, kabileleri, mezhepleri, ayrılıkları, kan davalarını ve kavgaları çok iyi bilmekteler.
Olaylara ve planlara ülkemizin bulunduğu pencereden baktığımızda ise; güney sınırlarımızın geçtiği yerler, bu yerlerin demografik durumu, aşiretler, halkların yayılımı ve coğrafi yapı, oldukça bilinçli bir şekilde planlanmıştır. Türkiye’nin son yıllarda enerji projelerinden, bölgedeki Kürtlerle kurduğu olumlu ilişkilere, kendi sınırları içindeki Kürtlerin sorunlarını çözmedeki kararlı duruşuna, kendi ayaklarının üzerinde durma hamlelerine ve yaklaşık 35 yıllık terörü çözme çabalarına birden bire vurulan ketler, bu planın hala işlemeye devam ettiğinin sinyalleridir. Türkiye’nin liderliğe yaptığı hamleler, sorunları çözme azmi ve gelişim arzusu,bir asır öncesi gibi bazı devletleri rahatsız etmektedir. Sykes-Picot Antlaşması ile tarumar edilen bu bölgenin kurtuluşu, yine bu bölgenin halklarıyla olmalıdır. Tabi bunun için de, bizleri birbirimize bağlayan bağları (dini, kültürel, tarih geçmişimiz… vs.) tekrar keşfetmemiz gerekir.
Ülkemizin ve insanlarımızın güzel günleri görmesi dileğiyle…
.
__________________
DİPNOTLAR
[1] Sykes-Picot Antlaşmasının bir diğer adı ‘‘Küçük Asya Antlaşması’’dır.
[2] Fahir Armaoğlu, 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi, Türkiye İş Bankası Yay.
[3] Bessam TİBİ, Arap Milliyetçiliği. (Çev. Taşkın Temiz), Yöneliş Yayınları
[4] Şükrü Mahmud Nedim, Filistin Savaşı (1914-1918), s.28
[5] Aaron S. Klieman, “Britain War Aims in the Middle East in 1915”, Journal of Contemporary History, Vol. 3, No. 3, The Middle East (July, 1968), pp. 237-251, s. 237.
[6] T.E. Lawrence, Bilgeliğin Yedi Direği. (Çev. Yusuf Kaplan), Rey Yayıncılık
[7] Mensur Akgün, ‘’Camp David Düzeni Sarsılırken Türkiye’’, TESEV, Ekim 2011
[…] Sykes-Picot Anlaşmasını güncelleyerek bölge sınırlarını yeniden dizayn etmeye çalışan güçler de, Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti kurulmasına destek vermekte, hatta bunun için çalışmaktadırlar. 1. Körfez Savaşı sonrası 36. Paralelin kuzeyinin uçuşa yasak bölge ilan edilmesi ve 2. Körfez Savaşı sonrasında Irak’ın fiilen üçe bölünmesi, hep bu hedefe giden yolun taşlarının döşenmesidir. […]