İskoç mucit James Watt’ın 1679 yılında buhar makinasının keşfiyle başlayan sanayi devrimi, İngiliz Michael Faraday’ın 1831 yılında ilk elektrik dinamosunu keşfetmesi ve ilk kez elektrik üretilmesi sanayi devrimini ileri bir merhaleye götürmüştür. Fakat Amerikalı mucit Thomas Edison’un 1882’de doğru akım santralini kurarak elektrik üretmeyi başarması insanlık için olayı daha farklı boyutlara taşımıştır.
Edison’un ilk doğru akım santralini 1882’de Londra’da kurmasından hemen sonra dünyadaki ilk elektrik santralini de yine aynı yıl New York’ta inşa ederek 85 binaya elektrik vermesiyle başlayan insanoğlunun elektrik serüveni kısa sürede yaygınlaşarak insanlığın hizmetine girmiştir. Kısa bir süre sonra Osmanlı Devleti’nde de elektrik üretilmek istenilmiş fakat önemi kavranamamış olduğundan süreç biraz uzun olmuştur.
Osmanlı Devleti’ne ilk defa elektrik getirme girişiminin, Padişah II. Abdülhamit’in tahta çıkmasından iki yıl sonra 1878’de bir Fransız şirketi adına Mösyö Şarl Tokas isimli şahsın Nâfıa Nezâreti’ne (Bayındırlık Bakanlığı) yaptığı müracaatla başladığı görülmektedir. Fakat İstanbul’a elektrik dinamosu kurmak isteyen şirketin bu girişimi; elektrikten kaynaklanacak muhtemel yangınlar, dinamo kelimesinin dinamiti çağrıştırması, eğitimsizlik, havagazı şirketlerinin olumsuz propagandaları ve istibdat döneminin kendine has etkileri gibi olumsuzluklar nedeniyle ilk etapta kabul görmemiştir[1]. Bu şirketin ısrarlı girişimleri ve imtiyazlar ile Osmanlı Devleti’ne ilk elektrik 1902 yılında Tarsus Berdan Çayı üzerine kurulan 2 Kw’lık dinamonun kurulmasıyla gelmiştir[2].
Elektriğin sadece aydınlanma için değil güvenlik için de önemli olduğunu kavrayan Osmanlı idaresinin bazı imtiyazlar vererek yabancı sermayelerle enerji yatırımları yapılması için yasal düzenlemeler yaptığı görülmektedir. Bu kapsam dahilinde 1905 yılında Selanik ve İzmir’e, 1907’de Şam’a 1914’te de İstanbul’a elektrik gelmiştir. Yeterli akarsu olmadığı için kurulan Silahtarağa Termik Santrali İstanbul’un ilk ve son termik santrali olarak Mart 1983’e kadar hizmet vermiştir.
Başlangıçta elektrik üretimi için yatırım ve yararlanma konusunda geç kalınmış olsa da 2018 yılı sonu itibariyle Türkiye’nin elektrik enerjisi üreten santral sayısı (lisanssız santraller dahil) 7.423’e yükselmiştir. Türkiye’nin 653 hidroelektrik, 42 kömür, 249 rüzgâr, 48 jeotermal, 320 doğalgaz, 5.868 güneş ve 243 diğer kaynaklı olarak adlandırılan onlarca elektrik santralinin olması elbette ki önemlidir. Bu haliyle Türkiye’nin elektrik üreten kurulu gücünün 88.551 MW’a ulaştığı[3] görülmektedir. Ancak gelişen teknoloji ve sürekli artan nüfus göz önüne alındığında enerji ihtiyacı sürekli artan Türkiye’de inşaa süreci devam eden birçok elektrik santrali olsa da çağımız artık nükleer devridir.
Yarım asrı bulan süredir nükleer enerji hedefi olan Türkiye, nihayet Rusya ile 12 Mayıs 2010 tarihinde Akkuyu Nükleer Güç Santralinin Tesisine ve İşletimine Dair İşbirliği Anlaşmasını imzalayarak projesini gerçekleştirmek için harekete geçmiştir. Türkiye-Rusya arasında normal seyrinde devam eden inşa çalışmasının 2023’te tamamlanarak üretime geçilmesinin hedeflendiği bilinmektedir. Türkiye, ikinci nükleer santral projesini de 3 Mayıs 2013 tarihinde Japonya ile imzalamış ve bu kapsamda Sinop Nükleer Güç Santrali yapımı çalışmalarının devam ettiği görülmektedir.
Nükleer santrallerin sadece elektrik üretilen tesisler olarak değerlendirilmesi son derece yanlıştır. Zira nükleer enerji ülke için bir güçtür ve nükleer silah sahibi olmanın da ilk basamağı ve nükleer teknolojiyi kullanacak personelin yetiştirileceği saha olması açısından önem arz etmektedir. Dolayısı ile Türkiye’nin yanı başında İsrail ve Rusya nükleer silaha sahipken, İran’ın adım adım nükleer silah yapımına doğru yürüdüğü biliniyorken, Türkiye’nin de bir an önce nükleer silaha sahip olabilmesi için nükleer santralini üretime geçirmesi gerekmektedir.
Türkiye’de ilk defa ve en yetkili mercii olarak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından 03 Eylül 2019 günü Sivas Kongresi’nin 100’üncü yılı etkinlikleri kapsamında düzenlenen “Orta Anadolu Ekonomi Forumu” nda Erdoğan yaptığı konuşmasında gelişmiş bütün ülkelerin neredeyse tamamının nükleer silaha sahip olduğunu dile getirirken “….Birilerinin elinde nükleer başlıklı füze var, bir tane iki tane değil … Ama benim elimde nükleer başlıklı füze olmasın! Ben bunu kabul etmiyorum…Bize de ‘Sakın ha sen yapma’ diyorlar. Ve yanı başımızda İsrail… Var mı? Var… Ve bütün her şeyiyle, onunla korkutuyor. Değerli kardeşlerim, biz şu anda çalışmamızı yürütüyoruz…” sözlerinin geniş ölçekli bir etki yapacağı muhakkaktır. Zira sanki Türkiye nükleer silah çalışması yapıyormuş gibi bir ima; sadece bölgesel değil, küresel olarak da dikkatlerin Türkiye’ye çevrilmesini beraberinde getirecektir. Çünkü Türkiye, 1968 Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’nı (NPT) 1979 yılında imzalayarak nükleer silah yapmama ve sahip olmama yükümlülüğünü taahhüt etmiştir. Dolayısı ile nükleer silaha sahip olmak isteyen bir Türkiye’nin öncelikle bu anlaşmadan çekilmesi gerekmektedir.
Türkiye’nin değil nükleer silaha sahip olma girişimlerinin, nükleer enerji santraline sahip olma hamlelerinin de sadece küresel güçleri rahatsız etmediği görülmektedir. Zira Türkiye içerisinden de bazı akademisyen, aktivist ve sivil toplum kuruluşlarının da Türkiye’nin nükleer santrallere karşı açıklamaları ve eylemleri olduğu bilinmektedir. Bu gruplar 1979 yılında ABD’nin Three Mile Island, 1986 yılında Sovyet Rusya’da (günümüzde Ukrayna sınırları içinde) Çernobil ve 2011 yılında Japonya’da Fukuşima nükleer kazaları örnek gösterilerek, Türkiye’nin de olası nükleer kazalara maruz kalması halinde yaşanacak olumsuzluklar ve Almanya başta olmak üzere bazı ülkelerde nükleerden vazgeçme eğilimleri gerekçe gösterilerek, Türkiye’nin nükleer güç santrallerinden vazgeçmesini istemektedirler. Fakat nükleer güç santrallerini sadece elektrik üreten tesisler olarak ve muhtemel kazalar üzerinden değerlendirmek yanlıştır. Zira on binlerce parçadan oluştuğu bilinen nükleer santral proje ve tesislerinin yüzlerce sektörlere sağlayacağı dinamizm, binlerce kişiye sağlayacağı istihdam sahalarının Türk sanayisine katma değer girdileriyle olumlu etkilerinin göz ardı edildiği görülmektedir.
Sonuç olarak; Sanayi devriminin Batı Avrupa’dan bütün dünyaya yayıldığı bir süreçte Osmanlı Devleti’nin çağın gerisinde kalması ve nihayetinde endüstriyel gelişimini sağlayan emperyalist devletlerin ekonomik ve askeri saldırılarına dayanamayarak Birinci Dünya Savaşı’nın ardından işgallere maruz kalması örneği Türkiye’nin önünde durmaktadır. Buradan hareketle Türkiye geç kaldığı nükleer güç santralleri hamlesini tamamlamalı ve ardından kendi nükleer silah sanayi tesislerini de geliştirmelidir.
Enerji Bakanlığı verilerine göre sürekli büyüyen ekonomisi ve artan nüfus ile elektrik ihtiyacı da doğru orantılı olarak artan Türkiye’nin bir an önce nükleer enerji santrallerine sahip olmasını gerektirmektedir. Çünkü kullandığı petrolün %94’ü, doğal gazın %99’unu ithal eden ve enerjide dışa bağımlılığı %76 olan Türkiye’nin ilk etapta yerli ve yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmesi, inşası ve projeleri devam eden nükleer santrallerini en kısa sürede üretime geçirmesi artık bir zorunluluk halini almıştır. Bu kapsamda nükleer alanında mühendislik, yöneticilik, üretim ve daha birçok alanda yerli insan kaynağına sahip olmak için eğitim-öğretim almak üzere başta Rusya olmak üzere yurt dışına gönderilerek yetiştirilmeye çalışılan Türk gençlerinin olduğu bilinmektedir. Bu sayının arttırılması ve öğrenimlerine müteakip Türkiye’de istihdam projelerinin de çoğaltılması konusunda karar alıcı mekanizmalara büyük sorumluluklar düşmektedir.
Günümüzde; ABD, Rusya, Çin, Fransa, İngiltere, Hindistan, Pakistan ve İsrail’in fiilen nükleer silahlara sahip, Kuzey Kore ve İran’ın da nükleer silah geliştirme aşamasında olduğu bilinmektedir. O halde Türkiye’nin de önemli bir dünya gücü haline gelebilmesi için nükleer santrallere ve nükleer silahlara sahip olması gerekmektedir. Fakat her türlü askeri ve stratejik gelişmelerde olduğu gibi nükleer çalışmalarında da son ana kadar mutlak gizliliğin şart olduğu hatırda tutulmalıdır. Aksi halde İran örneğinde olduğu gibi türlü ambargo ve yaptırımlarla karşı karşıya kalınacağı muhakkaktır.
Son söz olarak; 1974 yılında Hindistan’ın kendi nükleer bombasını ürettiğini açıklamasının ardından Pakistan Devlet Başkanı Zülfikar Ali Butto’nun “Kuru ot yiyeceğiz, aç kalacağız ama nükleer bomba yapacağız” sözü tarihe geçmiştir. Butto’dan sonra Pakistan’da göreve gelen bütün devlet başkanları ve idarecileri bu sözü kendilerine bir kılavuz belleyip yürümüşler ve nihayet 28 Mayıs 1998’de kendi nükleer silahlarını üretmeyi başarmışlardır.
Türkiye de açık açık kendine nükleer hedefi koymalı ve bu yolda sapmadan yürümelidir.
İsmail CİNGÖZ; Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Uzmanı/M.Sc. – BULTÜRK Ankara Temsilcisi
Kaynak: Ticari Hayat Gazetesi
__________________________
Dipnotlar:
[1] Osmanlı Devleti’nde Elektrik; http://www.elektrik.gen.tr/2016/04/osmanli-devletinde-elektrik/2230
[2] Haber Türk; “Türkiye’ye Elektrik Ne Zaman Geldi?”, 17.07.2018.
[3] Elektrik; T.C. Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı, https://www.enerji.gov.tr/tr-TR/Sayfalar/Elektrik (Erişim: 07.09.2019)