Twitter Facebook Linkedin Youtube

İMPARATORLUK: BRİTANYA’NIN MODERN DÜNYAYI BİÇİMLENDİRİŞİ (KİTAP ÖZETİ)

Mehmet Emre KEKEÇ

Britanya imparatorluğu, en güçlü olduğu zamanda yeryüzündeki insanların dörtte birini yönetiyordu. Tüm okyanuslarda ve kıtalarda bir güç haline gelmişti. Britanya imparatorluğu kesinlikle gelmiş geçmiş en büyük imparatorluk olarak anılabilir. Bu kitapta genel olarak bunun nasıl gerçekleştiği ve bu imparatorluğun gerçekte iyi mi kötü mü olduğu üzerinde durulmuştur. Sadece imparatorluktaki aktörlerin oynadığı roller değil, aynı zamanda da sömürgelerde yaşayan insanların bu düzendeki rolleri de anlatılmıştır.

Sömürgeleştirme konusunda 2 bakış açışı hâkimdir.

1-Sömürgüleştirenler açısından olumsuzu sonuçları vurgulayanlar: Marksistler, Lenin, Edward Said

2-Sömürgeciler açısından olumsuz sonuçları vurgulayanlar: Adam Smith, Liberaller

Gerçekten bir imparatorluğa bir ihtiyaç var mıydı? Bu soru Richard Cobden gibi siyasetçiler tarafından tartışılmıştır. Ona göre aslında bir imparatorluğa gerek yoktu; ticaret kendi başının çaresine bakabilirdi. Kendisi Britanya’nın Kıta Asya’sında tek bir toprağı olmadığı bir günün güzel bir gün olacağını bile belirtmiştir. Ama tabi buradaki soru yine imparatorluk olmadan küreselleşmem mümkün müdür?

Küreselleşme ve İmparatorluk

Küreselleşme kimisine göre doğal bir sonuç olarak görülebilir. Ama bu serbest ticaretin gerçekleşmesi için siyasal bir çerçeveye gerek var mıdır? Teorik açıdan bakıldığından Cobden de dediği gibi çok taraflı iş birliğine dayalı uluslararası bir sistemde küreselleşmenin kendiliğinden doğması söz konusu olabilir. Aynı zamanda zorlama sonucunda ortaya çıkması da mümkündür. Dünyadaki başat gücün liberalizmi yeğ tutmasıyla ki buradaki güç imparatorluktur, küreselleşme gerçekleşebilir.

Britanya gibi o dönemde birçok Avrupalı devletler sömürgeciydi. Hatta Britanya’nın bu sürece en son dâhil olduğunu biliyoruz. Britanya bir ülkeyi yönettiğinde, bu sadece askeri ve mali gücü esneterek yönetimi nüfuz altına alma düzeyende kalsa bile, Britanya toplumu yayma eğilimi gösterdiği özellikler vardı.  Bunlar:

1-İngilizce dili 2-İngiliz toprak işleme biçimleri 3-İskoç ve İngiliz bankacılığı 4- Görenek hukuku 5- Protestanlık 6- Takım sporları 7-Sınırlı ya da “geçe bekçisi” devlet 8-Temsili meclisler 9-Serbestlik ülküsü

Diğer Kıta Avrupası’nda rakiplerinden ayıran en önemli özellik, serbestlik ülküsüdür. Çünkü kendileri açısından önem atfettikleri bu durum daha sonra siyasal özgürlükleri yasaklamalarını zorlaştırdı.

Neden Britanya?

Britanya tarihin ilk sanayi ülkesi olarak görülür. Ama Avrupa’daki imparatorluk yarışına Britanya geç çıkmıştı. Ancak 1655’de Jamaika’yı alabilmişlerdi. O zamanlarda sadece birkaç Karayip adası ve beş tane Kuzey Amerika plantasyonlarından ibaret olan bir ülkeydi. Buna karşılık İspanya’nın Amerika İmparatorluğunun temelleri, bir buçuk yüzyıl öncesinde Kolomb tarafından atılmıştı. Bu imparatorluk, Madrid’den Manila’ya kadar uzanan sınırlarıyla gıptayla bakılıyordu. Portekiz de aynı ölçüde geniş topraklara hâkimdi. Papa 1493’de Amerika ticaretini İspanya’ya, Asya ticaretini ise Portekiz’e bırakmıştı. Portekiz’e şeker, baharat ve köleler düşerken İspanya’ya altın ve gümüş düşmüştü. İşte İngilizlerin de özendiği şey altın ve gümüştü. Bu dönemde Amerika’da yerleşim yerleri kurmak isteyen İngilizler sadece usta denizcilikleri sayesinde İspanyol gemilerinden altın çalarak, korsanlık yapıyorlardı. Papa’nın Katolikler bu hakkı vermesi Britanya’nın işini zorlaştırmıştı. Bu yüzden İspanya’nın imparatorluğu papalığa dayanırken, Britanya’nın İmparatorluğu Protestanlığa dayanacaktı.

I.Elizabeth döneminde izinli korsanlık sistemine geçilmişti aslında. İspanyolları soymak bir strateji haline gelmişti. 1585-1604 arasındaki savaş döneminde, her yıl 100 ila 200 gemi İspanyol gemilerini taciz etmek için denize açıldı. Bunlardan her yıl nerdeyse 200 bin sterlin elde edilmişti. İngilizler korsanlıkta gerçekten başarılıydı. Akıntılar ve rüzgârlar genel olarak İngilizler ‘in lehineydi. Ayrıca İngilizler gemilerindeki topları ve kadırgaları da bu dönemde geliştirerek rakipleriyle arasındaki farkları kapattılar.

Korsan olan Morgan’ın Jamaika’ya yerleşip burada şeker kamışı işine girmesiyle İmparatorluk süreci hızlanmış oldu. Britanya İmparatorluğunun ortaya çıkışının Protestan çalışma ahlakından veya İngiliz bireyciliğinden çok İngilizlerin tatlıya düşkün olmasından kaynaklandığı söylenebilir. 18.yüzyıl sonuna gelindiğinde Britanya’nın şeker tüketimi Fransa’dan on kat fazlaydı. Pamukla birlikte en önemli ithalat kalemi haline gelmişti. Çay, kahve, şeker hep ithal edilen yeni şeylerdi. Tütün ekiminin de yaygınlaşması ile birlikte fiyatların düşmesi ve herkesin evine girmesine neden oldu. Ama neredeyse ithal edilen tütün, şeker ve kahve Kuzey Avrupa başta olmak üzere diğer ülkeler yeniden ihraç edilmekteydi.

Tüketicilikte ki en önemli devrim terzilik devrimi olmuştu. İngilizler yeni dokuma tarzlarına büyük ilgi gösteriyorlardı. Hindistan’la olan bu ticarette İngilizlerin aldıkları malların karşılığını diğer ticaretten kazandığı külçelerle ödemeye başladılar. Bu sürecin yayılması küreselleşme olarak görülebilir.

Hollanda 

Hollanda Doğu Hint Kumpanyası 1602’de kuruldu. Finansal devrimle Avrupa’nın en gelişmiş şehri Amsterdam oldu. Kapitalizm ön cephesinde yer alan Hollandalılar modern merkez bankası sistemine benzer bir şey yaratmışlardı. Hükümetin yurttaşlarından düşük faiz oranlarıyla borç almasını sağlayan bir devlet borçları sistemiydi bu. Tüketim vergisine dayanan vergi sistemleri basit ve etkiliydi. Hollanda’nın ticaret ölçeği daha yüksekti. Hindistan’a yayılarak birçok şehirde üsler kurmuşlardı. Hindistan Doğu Kumpanyası ise yine benzer bir oluşumdu. Ama İngiltere’nin karını artırmak için bazı işleri Hollanda Doğu Hindistan Kumpanyasından alması gerekiyordu. Büyümeye devam etmesine rağmen bu savaşı İngilizler kaybetmişti. İngiliz ticaret üslerinin çoğu kaybedilmişti. İkinci Hollanda savaşının sonucunda İngilizler New York’u bile geçici olarak kaybetmişlerdi. İngilizleri eski finans sistemi devleti batma eşiğine getirdi.

İngiliz aristokratların oluşturduğu güçlü bir oligarşi 1688 yazında II. James’a karşı darbe yaptı. Oranje prensi William, İngiltere’yi istilaya davet edildi. Bu “Şanlı Devrim” İngiliz özgürlüklerinin ve parlamenter monarşi sisteminin kesin bir biçimde benimsenmesi olarak sunulur. Hollandalı iş adamları Doğu Hindistan kumpanyasının hissedarları arasına girdi. İngiltere’nin Hollanda’dan öğrenmesi gereken şey modern maliye idi. 1694’de İngiltere bankası kuruldu. Londra uzun vadeli tahvillerin kolayca alınıp satılabildiği bir borsa aracılığıyla devlet borçları için kaynak sağlamaya dönük Hollanda sistemini de aldı. Düşük faizden borçlanma olasılığı veren bu olay savaş gibi projelerin çok daha kolay kaldırılabilir hale gelmesine katkı sağladı. İngiliz-Hollanda birleşmesi İngilizlerin doğuda daha serbest hareket etmesine olanak sağladı. İngilizler bu anlaşmalardan Hint dokuma ticareti geliştirme fırsatını kazandı. Dokumalara dönük pazar kısa sürede büyüyerek baharat ticaretini geçti. Ayrıca 1661’de, II. Charles’ın Katarina de Bragança’yla evliliğinden gelen çeyiz olarak Portekiz’den Bombay’ı aldı.

Doğu Hindistan Kumpanyası ticaret yapabilmek için Babürlü imparatorun iznini almak zorundaydı. Bunun için Babür sarayına ziyarette bulunmak ve rüşvet yedirmek zorundaydılar. Ama ilerleyen zamanlarda Babür imparatoru hâkimiyetini yitirmeye başlayınca kumpanyanın işi kolaylaştı. Ülkede hâkim olan kaostan yararlanarak güç kazandılar. Bir ticari işletme olarak ortaya çıkmış olan Doğu Hindistan Kumpanyasının artık kendi ordusu, yerleşmeleri ve diplomatları vardı.

İngiltere İmparatorluğu’nun bundan sonraki rakibi Fransa’ydı. Yedi Yıl Savaşları sonunda galip gelen İngiltere dünyanın geleceğinin artık İngilizlerden yana olacağını belli etti. Denizlerdeki üstünlüğü tam anlamıyla sağladı. Hindistan da artık ticari bir mesele olmaktan çıkmış bir yönetim meselesi haline gelmişti. Birkaç yıllığına yerleşmek için gelmedikleri belli oldu. Hindistan’dan İngiltere’ye sermaye akışı da başlamıştı. Ama Britanya’nın bu gücü kılıca dayanıyordu. Savaşlarla birlikte İngilizler yönetimini Bengal’in ötesine getirmişti. 1815’de artık 40 milyon Hintli artık Britanya yönetimi altındaydı.

I.Elizabeth döneminden itibaren başka imparatorlukları ele geçirmek artık amaç haline gelmişti ama bunun finansal desteği için de aynı zaman başka koloniler de oluşturmak gerekiyordu.

Plantasyon

İrlanda Ulster’de yaşanan sorunlar bazı çözümler getirdi.  Yeni iskân politikalarıyla birlikte yeni bir oluşum yaratılmıştı. İngilizler ve İskoçlar bu tip bölgelere yerleştirilmeye başlandı. Munster gibi yerler canlandı. Bu denemeler sonucunda Ulster bir plantasyon ve İngiliz kolonileri için bir deney laboratuvarı olmuştu. İmparatorluk için bu gelişmeler iskân üzerine kurulu bir yeni düzen getirdi.

Amerikan plantasyonları da bu dönemde başlamıştı.  Kuzey Amerika’da Roanoke Adasında ilk kez bir İngiliz yerleşkesi kuruldu. Kolonileşme tıpkı Hindistan’da olduğu gibi kamu-özel ortaklığı biçiminde yürütüldü.

Yüz yıl kadar önce zaten Güney Amerika’da İspanyol ve Portekiz yerleşkeleri mevcuttu. Bu dönemde oraya giden Avrupa ve Afrikalılar beraberinde sarıhumma gibi hastalıklar getirmişti. Bu yüzden oradaki nüfusun dörtte üçü yok olmuştu. Bu da yeni insan yani köle ihtiyacını ortaya çıkardı.

Atlas okyanusunu aşmak için bir şey daha, kar güdüsünün ötesinde bir ilave teşvik unsuruna gerek vardı. O da dinsel köktencilik oldu. Kendine Pilgrimler adını takan topluluk ülkede yaşadığı sorunlardan ötürü artık ayrılma vakti geldiğini düşündüler. Amerika’yı duydular ve oradaki geniş bir alan olan New England adında yeni bir yerleşim yeri kurdular. Amaçları dindarca yaşamaktı. Geçimi de balık avlayarak buldular. Buradaki asıl farklılık insanların hızla üremesiydi. 1650-1700 arasında bölgedeki nüfusu dört kata çıkardılar.

Bu işlenmekte olan topraklar aslında kime aitti? Yerli halkın bu toprakları işlemediği ve bu yüzden sahipsiz topraklar olduğunu belirten Carolina valisi John Locke’du. Amerikan yerlilerine yeni İngiliz ekonomik düzenine ayak uydurabildiği ölçüde hoşgörü ile yaklaşıldı.

Daha önce atlas okyanusunda yaşananlar burada da yaşandı. 1500 yılında İngiliz Kuzey Amerika’sında 560bin yerli vardı. Bu sayı 1700’de yarıya indi. Ama ölümlerin çoğu beyaz insanla gelen öldürücü mikroplarından kaynaklanıyordu.

İngilizleri Amerika’ya göçe iten nedenlerin başında inanç özgürlüğü ve ucuz toprak vaadi vardı. Ama aslında çoğu kendi imkânları ile gelecek maddi güce sahip değildi. Bu yüzden de gerekli iş gücünü karşılamak için sözleşmeli hizmetçilik sistemi uygulandı. Bu hizmetçiler genelde 15-21 yaşındaki erkeklerdi. 1601-1611 arasında 70.000 civarı İngiliz Amerika’ya göç etmişken bu sayı 1661-1671 arasında 120.000’ne kadar ulaşmıştı.

Kölelik bize iğrenç gibi gelmesine rağmen o zamanki muazzam karlardan dolayı birçok dindar Hristiyan’a iğrenç gelmedi. Çünkü şeker plantasyonlarında sadece siyah işçilerin çalışması daha mümkündü. 1662-1807 arasında yaklaşık 3,5 milyon Afrikalı, İngiliz gemileri ile taşınarak Yeni Dünya’ya getirildi. Bu sayı aynı dönemde giden beyazların 3 katıydı. Köle ticaretinden sadece İngilizler değil bölgedeki ülkeler de para kazanıyordu. Benin, Nijerya gibi ülkeler de şeker plantasyonlarına köle gönderiyordu. İşin en kötü tarafı her yedi köleden biri atlas okyanusu geçilirken hayatını kaybetmiştir. Bu genelde kötü hijyen, hareketsizlik ve kötü beslenmeden kaynaklanıyordu. Britanya’nın tatlı düşkünlüğü uğruna asıl çileyi çeken Afrika’nın çocuklarıydı. Ama birçok isyan da oluyordu. Beyaz efendiye kafa tutan siyah işçiler de vardı. Marunlar bu mücadeleler sonucunda 600 hektarlık bir alanda fiilen özerklik kazandılar.

İç Savaş

1775’de ilk defa Massachusetts kolonisindeki Lexington’un köy merasında Britanyalılar ve silahlı Amerikan koloniciler karşı karşıya geldi. Bu savaş Amerikalıların benlik anlayışının özünü oluşturur. Britanya’nın en varlıklı kolonisi olan Amerika’da bu olay gerçekleşmesi de ilginçtir. New England’da yaşayan sakinler hem daha az vergi veriyor hem neredeyse Britanya’daki insanlar kadar çok para kazanıyordu. Emperyalist otoritenin boyunduruğunu kıranlar köleler ve hizmetçiler değil, onlar olmuştu.

Buradaki çekişmenin asıl nedeni anayasal bir ilkeydi: İngiliz parlamentosunun Amerikan kolonicilere rızalarını almadan vergi koyma hakkı. ‘’Boston Çay Partisi’’ olayının da özü budur. Britanya doğumlulara daima özel bir saygıyla davranılırdı. Buna karşılık koloniciler 3. Sınıf ‘’uyruğun uyruğu’’ olarak görülüyordu. Hatta ‘’bizler onların zencisi olmayacağız’’ bile denilmişti. Birinci Kıta kongresinde alınan kararlarda gerekirse direniş gösterilerek Britanya’ya hiçbir vergi verilmemesi konusunda uzlaşıldı. Başkaldırının devrime dönüşmesi ise İkinci Kıta Kongresi’ne katılan ayrılıkçı 13 koloni temsilcilerinin 4 Temmuz 1776’da Bağımsızlık Bildirgesi’ni kabul etmesi sonucu gerçekleşti. Bildirge bu koloniler arasındaki ayrılıkları son vermeye yönelikti ve bu yeni yapıya ‘’Birleşik Devletler’’ adı verildi.

O dönemde ekonomik açıdan kıta kolonilerinin Karayip sömürgelerinden çok daha az önem taşıdığını bilmemiz gerekiyor. Britanyalılar bazı askeri başarılar kazanmasına rağmen yeterli desteği alamadığı için savaş kaybedildi. Fransız katkısı yurtseverlerin üstünlüğüne büyük katkısı olmuştur.

Bütün insanların eşit yaratıldığını ön gören Bağımsızlık bildirgesine rağmen koloniciler köleliği daha da sağlamlaştırmaya çalıştılar.

Avustralya

Britanya’ya cazip gelen Avustralya’nın ücra bir köşede bulunması ve doğal bir hapishane olmasıydı. İlginç toprağı ve hayvanlarıyla birlikte adeta o dönemi marsı gibiydi. Suçluların nereye gönderileceği konusu İngiliz imparatorluğunun bir sorunu olmuştu. 1787’den itibaren bu mahkûmlara yeni bir başlangıç şansı verildi ve böylece Avustralya kolonileştirilmeye başlandı. Bu sayede birçok insan yeni bir başlangıç yapacaktı. İlk başta sadece bir kodes olan bu koloni git gide gelişerek refahın arttığı özgür bir koloni haline dönmüştü.

Daha önce Amerikan yerlilerin uğradığı zulme bu sefer Aborjinler uğramıştı. Onlar sanki bir av hayvanıymış gibi avlandı. Tutsak edildiler ve en sonunda soykırıma uğrayarak yol edildiler. 1788’de 300bin civarı olan Aborjin nüfusu yok edilmişti. Son aborjin olan Trucanini 1876’da öldü.

Afrika ve Misyonerlik

Victoria döneminin insanlarının büyük hedefleri vardı. Dünyayı doğru yola getirmeyi istiyorlardı. Sömürmek değil onları da ilerletmek istiyorlardı. Afrika o dönemde aslında sanıldığı kadar kötü durumda değildi. İçinde birçok devleti bulunduran ekonomik bakımdan da ileride bir bölgeydi. Bu bölgede insanlar tek tanrılı dine inanmıyorlardı. Avrupalılar açısından ölümcül olan Sarıhumma gibi hastalıklar yaygındı. Köle ticareti de bölgenin en büyük ihraç ürünüydü.

Victoria dönemi misyonerleri, Afrika’ya çalışkan Hristiyan kültürünü getirmek istiyorlardı. Bu aslında devlet projesinden çok bir gönüllü çalışanlar sektöründeki insanların işiydi.

Yüz yıllarca köle ticaretini desteklemiş olan Britanya bir anda pişman olmuş gibi Sierra Leone’de köle ticaretini engellemek için bir üs kurmuştu. Sierra Leone bir özgürlük diyarı haline geldi ve başkentinin adı Freetown olarak değiştirildi. Clapham mezhebi olarak bilinen gönüller dinsel bir uyanışla birlikte köleliğe karşı bir savaş açtılar. Aslında kölelik hala kazançlı bir ticaretti ama buna rağmen yine de vazgeçilebildi. David Livingstone gibi insanların başrolünü oynadığı bu dava çok popülerleşti. Anavatan da kampanyalar başlatıldı. Köle ticareti 1807’de kaldırıldı. Köle ticareti yapanlar ise ironik bir şekilde Avustralya’ya gönderilecekti. Son direniş 1833’de kırıldı ve tüm Britanya topraklarından kölelik yasaklandı.

18.yüzyıldan itibaren misyonerlik çalışmalarına başlandı. Metodistler köleleri Hristiyanlaştırmaya başladılar. Sadece Afrika’ya değil Anglikan misyonerleri Yeni Zelenda’ya da gittiler. Kitabı Mukaddes yerel dillere çevrildi. Karşı koyanlar da olduğu için binlerce kişi evanjelik yeni bir emperyalizmin şehitleri oldular.

Hindistan’daki misyonerlik faaliyetleri yine 18.yüzyılda başlamıştı. Ama buradaki uygarlık son derece karmaşık inançları olan bir toplumdan oluşuyordu. Batıl inançlar çok etkiliydi. Örneğin Hindistan’ın kuzeybatı kesiminde kız çocukları öldürülüyordu. Sati kültürü ise bir Hindu kadının ölen kocasının cenaze ateşinde canlı olarak yanmasını öngören bir kurban etme âdetiydi.

Hristiyanlaştırma tam bir başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Çıkan isyan sonucu isyancılar buldukları her Avrupalıyı öldürmeye koyuldular. İngilizlerin intikamı kötü birçok Hintli öldürüldü, vahşice katledildi. Hindistan’ı modernleştirme ve Hristiyanlaştırma projesi kötü bir şekilde geri tepmişti.

Yeni Teknolojiler

Yelkenli dönemde Atlas okyanusunu aşmak dört ila altı hafta arası alırken, buharlı gemilerle bu süre on güne kadar inmişti.

Telgrafın da bulunmasıyla da birlikte kara haberleşmesinde çığır açıldı. Hatta Hindistan’da çıkan isyan telgraf hatlarının yeterince yayılmasının da katkısıyla bastırılmıştı. Manş denizine daha sonra da Atlantik aşırı kablo döşendi. 1866’da telgraf ağları Amerika kıtasına ulaştı. Telgraf ve buharlı gemilerin yanı sıra ticareti kolaylaştıran diğer bir faktör de demiryolu ağıydı. Hindistan’da demiryolu ağları döşendi. Küresel iletişimdeki Victoria devrimi ‘’mesafeyi yok etti’’. Aynı zamanda uzaktan da yok etmeyi mümkün kıldı.

Hindistan’da eğitim sayesinde Britanya yanlısı bir Hint elit tabakası ortaya çıktı. İlerleyen yıllarda Hintlilere de memuriyet sınavlarına giriş hakkı verildi. Orduda daha ağırlıklı olarak Hintli olmasına rağmen yönetim kademelerinde yoktular. Ama yine de kendi içlerine almak konusunda çekince devam ediyordu.

Britanya, Hint altyapısına, sulama sistemlerine ve sanayisine muazzam yatırımlar yapıyordu. 1880’lerde 270 milyon sterlin olan bu rakam, 1914’de 400 milyon sterline ulaştı. Britanyalılar sulama yapılan arazileri 8 kat artırdı. İngilizlerin sıfırdan yarattığı kömür sanayisi de 1914’de yıllık 16 milyon ton üretime çıktı. Halk sağlığı açısından da Hintlilerin ortalama ömrü 11 yıl uzamasını sağlayan gelişmeler vardı. Çiçeğe karşı aşılama kampanyaları yürütüldü. Temiz içme suyu sağlandı.

Afrika

Victoria döneminde İngiltere’nin elinde çok önemli bir silah doğmuştu. Afrika’daki beyaz adamın farkını ortaya çıkartan bu silah Maxim’di. Bu tüfek dakikada 500 mermi atabiliyordu.

Süveyş kanalı meselesi de işgal yoluyla çözülmüştü. Ama artık masada yeni oyuncular vardı: 1831’de kurulan Belçika Krallığı, 1861’de kurulan İtalya Krallığı ve 1871’de kurulan Alman imparatorluğu.

Bismarck, Afrika’yı Fransa ve Britanya’nın arasına açacak bir alan olarak görüyordu. 1884’de Namibya’da yer alan Angra Pequena körfezinde bir protektora ilan etti. Daha sonra bu alanı genişleterek Batı Afrika kıyılarının daha yukarısındaki Togo ve Kamerun’un epeyce bir bölümünü ele geçirdi. Almanya bir Afrika oyuncusu olarak itibar kazandı. Bu yüzden uluslararası bir konferans çağırısında bulundu. 1884’den 1885’e kadar süren Berlin konferansına sadece Avrupalı devletler katıldı. Herhangi bir Afrikalı temsilci çağırılmamıştı. Konferansta Afrika’daki görünüşte serbest ticaret ele alınan konuydu ama bu konferansın asıl amacı ‘’Afrika’da gelecekteki toprak ilhakların tanınabileceği koşullar belirlemekti’’. Afrika’nın nüfuz alanlarına ayrılmasına dönük sözleşme ‘’fiili işgal’’ dışında hiçbir meşru temele dayanmıyordu. Ganimet paylaşımı da hemen başladı. Bismarck’ın planı tutmuştu. Fransa ve Britanya sonraki yıllarda bu paylaşımlar konusunda defalarca çatıştı.

Yaşanan çatışmalarda kabile şefleri ya kandırıldı ya da Maxim tüfeğiyle isyancılar öldürüldü. Afrika toplumları birbiri ardı sıra boyunduruk altına alındı. Afrika’nın neredeyse tamamı Avrupalıların eline geçmişti ve aslan payı Britanya’ya düşmüştü.

Geniş Britanya

Kraliçe Victoria dünya tarihin en geniş imparatorluğuna sahipti. Dünya kara yüzeyinin dörtte birine sahipti. Britanya yönetimi altında yaşayan 444 milyon insan vardı. Aynı zamanda dünya bankeri olarak dünyanın her tarafına muazzam paralar yatırmaktaydı. Fransız dış yatırımların iki katı, Alman yatırımlarının ise üç katı kadar dış yatırım yapılmıştı. Tarihte hiçbir zaman bir ülke varlıkların bu kadar büyük bir bölümünü dış ülkelerde tutmuş değildir. Britanya dış yatırımlarının sadece yüzde 6’sı Batı Avrupa’daydı; yüzde 45’i ABD’de ve beyaz göçmen kolonilerindeydi, beşte biri Latin Amerika’da, yüzde 16’sı Asya’da ve yüzde 13’ü Afrika’daydı.

Britanyalılar gayri resmi bir imparatorluk kurmuşlardı. Yalnızca yatırım yaparak değil ticari pazarlıklarla da genişlettiler. Dünya ekonomisinin büyük kısmına serbest ticareti benimsettiler. İmzalanan anlaşmalarla düzeni geliştirdiler.

‘’Bir ulusu ya kılıçla ya da borçla kontrol edersiniz’’   -J.Adams

Bu dünya hâkimiyeti aslında ucuza mal oluyordu. 1898’de Britanya’da 99 bin, Hindistan’da 75 bin ve diğer ülkelerde 41 bin kadar düzenli asker vardı. Dünya genelinde toplam 33 tane kışla ve donanma kömür istasyonu vardı. Donanmanın personel ihtiyacı da 100 bin civarındaydı. Savunmaya yılda 40 milyon sterlin harcanıyordu. Bu da net ulusal hasılanın yüzde iki buçuğuna denk geliyordu.

Afrika’nın tek beyaz kabilesi Hollanda’dan gelen Boerlerdi. Boer cumhuriyeti dünyanın en büyük altın damarlarının üzerinde olduğunun ortaya çıkmasıyla Rand adlı bu bölge Britanya için önem kazandı. Ama Boerler altınlarını ele geçirmek isteyenlerle iktidarı paylaşmak istemedi. Bu kabile hem katı Kalven yaşam tarzı benimsemişti hem de çok iyi silahlanmışlardı. Bundan sonraki çatışmada zaferden emin olan İngilizler yanılmışlardı. Kıyımın mağdurları oldular. Bu olaya o zaman savaş muhabiri olan Churchill de tanık olmuştu. Britanya 30 bin çiftçi karşısında hezimete uğramıştı. Yaklaşık 45 bin ölü vardı. Bundan sonra Mafeking’i ele geçirmek isteyen Boerler orada büyük bir direnişle karşılaştı. 217 gün dayanan Mafeking elde tutulmuştu. Daha sonraki yıllarda büyük kuvvetlerle Boerler mağlup edildi. Köyleri, evleri yakıp yıkıldı. Boerli aileler de toplama kamplarına gönderildi. Toplama kamplarında birçok insan can verdi. Yetersiz ve kötü beslenme sonucu Boerlerinin yüzde 14,5’uğu hayatını kaybetti. Toplama kampları ilk defa burada kullanılmıştı. 1902’de iki Boer cumhuriyeti bağımsızlığını kaybetti.

Bu ülkenin adını lekeleyen bir olay olmuştu. Emperyalizm ahlak dışı olmakla kalmıyor hem de bunun bedelini İngiliz vergi mükellefleri ödüyordu. J.A Hobsun’un yazmış olduğu ve derin bir etki yaratan kitabı Imperialism A study, bu kitapta ‘’Her büyük siyasal girişim finans krallarından oluşan bu küçük grubun onayını ve pratik yardımını almak zorundadır ‘’ ifadesi yer alır. Bu adamların kazançlı çıkmadığı savaş veya kamusal şok yoktur demiştir. Finans emperyal motora yön veren, işleyişi belirleyen düzenleyicisidir. Lord Rothshild’in ve diğer tahvil sahiplerinin çıkarlarını savunmak uğruna, Mısır işgal edilmişti. Boer savaşı da altınların kapitalist sahiplerini elinde kalması için açılmıştı. Kısaca karlar sadece şahısların ceplerine giriyordu. Britanya’nın geniş dış yatırım stokundan gelen muazzam para akışı büyük bölümü sadece birkaç bin yüz kişiyi bulan elit tabakanın eline geçmekteydi. Bu dönemin en büyük finansal kurumu ise Rothshild Bankası’ydı.

Liberallerin emperyalizm aleyhindeki seçim kampanyası onlara iktidarı kazandırmıştı. Ama tabi seçmenler yine hayal kırıklığına uğrayacaktı.

Britanya’yı tehdit eder hale gelen bir Almanya ortaya çıkmıştı. Almanya nüfusu 1913’de 65 milyon iken İngiltere’nin sadece 46 milyondu. Savaş gemisi tonaj farkı da bayağı azalmıştı. Almanya silahaltına toplam 4,5 milyon kişi seferber edebilecekken bu rakam İngiltere’de sadece 733bindi. Önlem olarak da Fransa ile yakınlaşma politikası izlendi. 1900’den sonraki diğer birçok şey gibi, emperyal can düşmanı da Alman malıydı.

20.yüzyılda Britanya egemenliğinin en büyük tehdit kaynakları ulusal bağımsızlık hareketleri değil, diğer imparatorluklardı. Sadece Avrupa devletleri değil, doğu Asya’da Japonya’nın yükselişi de bir tehditti. Britanya’nın şimdiye kadar yaptıkları diğer Alman, Rus, İtalyan ve Japon imparatorlukların yanında bir hiç kalır. Britanya aslında diğer imparatorluklarla dur demek için dağıldı. En doğrusunu yaptı.

Dünya Savaşları

Almanlar, güçlülük duygusundan değil zayıflık duygusundan savaşa giriştiler. Rusların askeri bakımdan daha güçlü bir konuma geldiklerini düşündükleri için şansları varken değerlendirmek istediler. Özellikle Fransa’nın ordu örgütlenmesini henüz tamamlamış olması Almanların iştahını kabarttı.

Britanya’da liberaller yeni yükselen güç Almanya’nın Napolyon’dan sonra yeni bir büyük güç olacaklarını hissettikleri için savaş ilan ettiler. Her ne kadar Almanlar, Ruslar ve Fransızlar karşısında üstün olsa da karşılarında bir dünya gücü olan Britanya vardı. Britanya’yı durdurmanın ilk planı olarak da önce Ortadoğu’yu ele geçirmeyi planladılar. Bu yüzden Britanya emperyalizmine karşı İslam Cihadını kullanmak istediler. Bu plana uygun olarak da Osmanlı İmparatorluğu ile bir ittifak kurdular. Zaten savaştan önceki yıllarda da Türkiye’yi yanına çekmek için birçok politika uyguladılar. Berlin-Bağdat demiryolunun finansmanında Deutsche Bank önemli bir rol oynamıştı. Ayrıca birçok Alman subayı da Osmanlı ordusuna çeki düzen vermek için görevlendirildi.

Kasım 1914’de Osmanlı, Britanya’ya karşı cihat ilan etti. Rus, Britanya, Fransa imparatorluklarında yaklaşık 240 milyon Müslüman yaşadığı göz önüne alınınca bu son derece mantıklı bir hamleydi. Almanların planı bu şekilde işleme konuldu.

Savaşta toplam 2 milyon Afrikalı gerek malzeme taşıyıcısı gerek silah ve yaralı taşıyıcısı olarak hizmet gördü. En az Avrupa’da savaşan askerler kadar berbat bir dönem geçirdiler. Beyazların hastalıklarıyla ölüp gittiler.

Britanya’nın 1.Dünya Savaşında asker aldığı insanların tam üçte biri kolonilerdendi. En büyük desteği 100.000 erkek ve kadını savaşa uğurlayan Yeni Zelenda verdi. Avustralya’dan da anavatanı savunmak üzere birçok asker alındı. Ama sadece beyaz dominyonlardan değil diğer bölgelerden de askerler toplandı. Özellikle en büyük destek Hindistan’dan gelmişti. 1914’de Fransa çarpışan İngiliz kuvvetlerinin yaklaşık üçte biri Hindistan’dan gelmekteydi. Savaş sonuna kadar 1 milyon Hintli askere alınmıştı. Hintliler isteksiz savaşan zorunlu askerler değildi, aslında hepsi gönüllüydü. Gandhi’nin de bu konuda katkısı büyüktür. Britanya için savaşılmasını istemişti.

Gelibolu cephesindeki inanılmaz Türk savunması kolay gibi görünen bir cepheyi zora sokmuştu. Churchill’in oynadığı en büyük bahisti bu. Çok büyük kayıplar verildi. Türkler siper savaşının yeni tekniklerini çok kısa bir sürede öğrenmişlerdi. Jön Türk milliyetçiliğinin ve İslami şevkin birleşmesi zaferi Türklere getirmişti. Bu Almanların planın aslında işe yarayabileceğini göstermişti. T.E Lawrence büyük başarılar elde ederek Arapları Alman imparatorluğuna ve Osmanlı’ya karşı savaştığına inandırmıştı. Ona göre Araplar kendi özgürlüklerini kazanmak için savaşmaları gerekiyordu. Lawrence’ın desteği ile Araplar gerilla taktikleri ile Osmanlı ulaşım hatlarına saldırdılar. Britanya için başarılı bir girişimdi.

Almanlar, Rusları alt ettiler. Romanya’yı da yendiler. Ama Fransa ve Britanya da Osmanlı İmparatorluğu’nu ve Bulgaristan’ı yendi. Almanlar savaşı kazanmak için Fransa’daki son çabaları işe yaramadı ve birçok Alman askeri esir olarak ele geçirildi. Almanlar, dünya gücü Britanya İmparatorluğu’na karşı giriştikleri savaşı ne olduğunu anlamadan kaybetmişlerdi. Aradaki kaynaklara bakınca da doğal sonuçta zaten buydu. Savaş sonucu ganimetler elbette galiplerindi. Araplara verdikleri sözlere rağmen Irak, Ürdün ve Lübnan kapıldı. Bu ülkelere manda statüsü verildi. Eski Alman sömürgeleri de Britanya’ya katıldı. Ancak tüm bu kazanımlara rağmen Britanya için zafer göz yanıltıcıydı. Bu toprakların ekonomik değerleri ve masrafları karşılaştırılınca, sonuç eksi değerdeydi. Savaşan devletlere göre fazla para harcayan Britanya büyük bir bedel ödemişti. İmparatorluğun maliyeti çok fazla artmıştı. İlk küreselleşme sürecinden faydalanan Britanya’nın bu yeniçağdan kazançlı çıkması pek olası değildi. Savaşın maliyetiyle ulusal borçlar on kat artmıştı.

1932’de benimsenen ‘’emperyal tercih hakkı’’ yani sömürge ürünleri için tercihli gümrük tarifleri ticareti canlandırmıştı. Britanya’nın dominyonlarla olan siyasal bağları Westminster Yasasıyla zayıflamasına rağmen, ekonomik bağlar güçlenmişti.

İrlanda’nın edilen mücadeleler sonucu kazandığı başarılar Hindistan’a örnek olmuştu. Özerklik verilmesini beklemenin bir faydası yoktu. Başlarda Gandhi, şiddette dayalı bir protestoyu desteklemediğini belirtti. Ama olaylar zamanla büyüdü ve tüm yayıldı. Olaylar ‘’pasif direniş’’ ile başlamış olsa da şiddetini fitili ateşlendi. Bankalara saldırıldı, telefon hatları kesildi. Bazı misyonerler de öldürüldü. Siviller iktidarı asker bıraktı ve Dyer geldi. Tüm gösteri yürüyüşlerini yasakladı. Ama yine de toplanan Hintliler üzerine hiçbir uyarı bile verilmeden on dakika boyunca ateş açıldı. Daha sonra Dyer Britanya hükümetini kurtarmakla değil baltalanmakla suçlandı. Hindistan’da egemenlik daha fazla terörizmle sürdürülemezdi.

Adolf Hitler, Kavgam adlı kitabında Britanya emperyalizmine duyduğu hayranlığı birçok defa dile getirmişti. Ona göre Almanya sadece ve sadece onları örnek almalıydı. Aslında kendisi İngilizlerle ittifak yapma isteğindeydi ama 1939 yılında yaptığı konuşmayla bunun asla mümkün olamayacağını söyledi. Britanya’nın diğer kıtalarda bulunan elindeki topraklara karışılmayacak, Avrupa’da bir Nazi İmparatorluğu kurma planı vardı. Ama İngiliz kabinesi kıtayı Nazizm ideolojisine teslim etmenin çok tehlikeli olduğunu biliyorlardı.

Savaşın başlarında Avrupa kaybedilmişti. Fransa, Rusya’nın büyük kısmı ve Hollanda gibi ülkeler Almanlar tarafından işgal edilmişti. Ama imparatorluk hala ayaktaydı.

Doğu’da ise yine vahşet saçan başka bir imparatorluk vardı. Bu emperyalizmin başrolünde Britanya değil, Japonya vardı. Çin’de bulunan Nanking kenti Japonların eline geçmesinin ardından birçok Çinli kadın tecavüze uğrayıp öldürüldü. Savaşmayan yaklaşık 300 bin sivil katledildi. Japonlar daha sonra savunması pek önemsenmeyen Singapur’u ele geçirdi. 130.000’e yakın İngiliz, Avustralyalı ve Hintli asker esir olarak alındı. Beyaz köleler de Japonya’nın vahşetinden etkilendi.

Britanya, savaşta görev alan askerlerden çoğu Avustralya ve Hindistan’dandı. Kanadalı pilotlar da İngiliz hava kuvvetlerine büyük katkıda bulundular.

Anti-emperyalist görüşler Amerikan başkanları ve halkının paylaştığı görüşlerdi. Amerikan savaş hedefleri aslında Hitler’den çok Britanya’ya karşı bir düşmanlık içermekteydi. 1941 yılında imzalanan Atlantik Sözleşmesinde ‘’bütün halkların kendi yönetim biçimlerini seçme hakları’’ öne çıkarıldı. Ki savaş sırasında Britanya, Amerika’nın parasına muhtaçtı. Krediyle sağlanan silahlarla birlikte Britanya, Amerika’ya 2,6 milyar dolar borçlanmıştı. Britanya dünyanın bankeri konumundayken şimdi yabancı alacaklılara 40 milyar dolardan fazla borcu vardı.

Amerika, Britanya’nın Mısır’a yapılacak bir müdahalesine karşı olduğunu belirtmişti. Çünkü Amerika büyük Arap dünyasını kaybetmek istemiyordu. Arap devletlerini Sovyet kampına itilmesinden korkuyorlardı. İngiliz-Fransız sefer kuvvet olası bir İsrail-Mısır savaşının önüne geçecek bir barış gücünü 1956’da Süveyş Kanalı’na gönderdi. Ama bu Mısırlıların kanalı kapatmasına ve petrol sevkiyatını durdurmasına engel olmadı.
İmparatorluğun fiilden çıkışı İngiltere Bankası ile gerçekleşti. Krizle birlikte bankanın altın ve döviz değerleri küçülmesi neticesinde Amerikan yardımı istendi. Eisenhower da İngiltere’nin Mısır’dan koşulsuz çekilmeyi kabul etmesinden sonra IMF ve Exim Bank’tan bir milyar dolarlık yardım paketi açılmasını sağladı.

Britanyalılar Filistin’de 1949’da savaşarak, yeni İsrail devletinin kurulmasını sağladı. Arap milliyetçiliği ve Yahudi devleti bir İngiliz politikasının ürünleriydi.

Britanya artık imparatorluk giderlerinin altından kalkamıyordu. Milliyetçi başkaldırılar ve yeni askeri teknoloji emperyal savunmayı pahalı bir hale getirdi. Savaştan sonra ABD’den krediye başvurması ve ödemeleri yapamaması ekonomik anlamda zorlayıcıydı.

Böylece 1945’den sonra fiilen satılığa çıkan Britanya İmparatorluğu başkasına devredilmek yerine dağılmıştı. Britanya tarih boyunca görülmüş imparatorlukları yatıştırmak yerine onlarla mücadele etmeyi seçti. Bu onun sonunu getirmesine rağmen doğru tercih de bulunmuşlardı. Tek başına bu fedakârlık diğer tüm günahları silmiş olmaz mı?

Sonuç

Eğer İmparatorluk olmasaydı, liberal kapitalizm yapılarının dünyanın dört bir tarafında böyle kökleşmiş olması mümkün olamazdı. Alternatif modelleri benimseyen Çin ve Rusya hakkı sefalet altındalardır. Britanya’nın en büyük ihracatı İngilizcedir. Bugün 350 milyon kişi birinci dil, 450 milyon kişi de ikinci dil olarak İngilizce konuşmaktadır. Elbette İmparatorluk fakirleştirmiştir anlayışı mevcuttur. Ama bu pek doğru bir bakış açısı değildir. Örneğin Zambiya’da kişi başına düşen milli gelir İmparatorluk zamanında Britanya’ya çok yakındı. Şimdiyse 28’de biridir. Ayrıca Britanya’nın sağladığı hukuk sistemi en güçlü hukuk sistemlerinden biridir. Fransız medeni hukukuna bağlı olan ülkeler en zayıf korumaları sağlar. Bu imparatorluk sadece ekonomik değil, aynı zamanda hukuksal ve sonuçta siyasi bir sistemi küreselleştirmeye çalışmıştır. Dünya’yı İmparatorluk olmadan yönetmenin de mutlak başarı sağlayamadığını söylemek gerekir. Britanya’nın emperyal sorumluklarını şu an ABD üstlenmektedir. ABD şu an sadece terörizmle savaşmakla değil, kapitalizmi ve liberalizmi yaymakla yükümlüdür. Ama başından beri ABD yaklaşımı çoğu kez mermi yağdırmak, içeriye dalmak ve ardından işin içinden hızlıca çıkmak olmuştur. Haiti, Kosova, Afganistan ve Irak bunlara birer örnektir. ABD rakipsiz bir finansal ve askeri-teknolojik kapasiteyle dünyadaki süper güçtür. Amerikan gayri resmi imparatorluğunu, çokuluslu şirketlerini, Hollywood filmlerini ve televizyon programlarının etkisini kimse yadsıyamaz. Britanya’nın tekelci ticaret kumpanyalarından ve de misyonerlerin üstlenmiş olduğu görevlerden bunlar çok mu farklıdır?

Sonuç olarak Britanya’nın modern dünyaya 300 yıl hükmettiği ve onu yarattığı o gün olduğu kadar bu gün de bir gerçekliktir.

 

Mehmet Emre KEKEÇ – SASAM Stajyeri

Gazi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Öğrencisi

 

sahipkiran Hakkında

Sahipkıran; 1 Aralık 2012 tarihinde kurulmuş, Ankara merkezli bir Stratejik Araştırmalar Merkezidir. Merkezimiz; a) Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü savunan; ülkemizin her alanda daha ileri gitmesi ve milletimizin daha müreffeh bir hayata kavuşması için elinden geldiği ölçüde katkı sağlamak isteyen her görüş ve inanıştan insanı bir araya getirmek, b) Ülke sorunları, yerel sorunlar ve yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın sorunlarına yönelik araştırma ve incelemeler yaparak, bu sorunlara çözüm önerileri üretmek, bu önerileri yayınlamak, c) Tespit edilen sorunların çözümüne yönelik ulusal veya uluslararası projeler yürütmek veya yürütülen projelere katılmak, ç) Tespit edilen sorunlar ve çözüm önerilerimize ilişkin seminer ve konferanslar düzenleyerek, vatandaşlarımızı bilinçlendirmek, amacıyla kurulmuştur.

Yorum Ekleyebilirsiniz


%d blogcu bunu beğendi: