(Bu çalışma, “Tarihimizde yaşanan Etnik Sorunlar ve Bunlara Karşı Uygulanan Politikalara Genel Bir Bakış” başlığı ile Türkiye Günlüğü Dergisi, , Bahar 2016, Sayı 126, s.53-60’da yayınlanmıştır.)
Son iki yüzyıllık tarihimiz 1804 yılındaki Sırp isyanından başlayarak büyük ölçüde etnik sorunlar ve açılımlar tarihidir. Karşılaştığımız etnik sorunlar ve yaptığımız önemli açılımları 1816 Sırp açılımı (I. Açılım), 1839-1876 Tanzimat ve Islahat dönemi açılımları (II. Açılım), 1878 Ermeni açılımı (III. Açılım), 1908 İttihat ve Terakki açılımı (IV. Açılım) ve 2009 Kürt açılımı (V. Açılım) olarak sıralayabiliriz. Bu açılım projeleri dayandıkları temel felsefe, etnik sorunun sebeplerine ilişkin açıklamalar, çözüm önerileri ve uygulanma biçimleri hatta sonuçlarında birbirinin tekrarı denilebilecek benzerlikler göstermektedir. Diğer taraftan etnik hareketlerin ulaştıkları sonuçlar ve uyguladıkları stratejiler de birbirine çok benzemektedir. Bu bağlamda bu çalışma bahsedilen beş açılım projesinin birbirine benzer yönlerini ortaya koyarak yeni bir açılım paradigması inşası lüzumunun altını çizmeyi hedeflemektedir.
A-Açılımlar Tarihimiz
I-Açılım: Özerklikten Medet Umma; 1816 Sırp Açılımı
Karşılaştığımız ilk etnik isyan ve sorun Sırp isyanıdır. Sırp isyancılar 1804 yılında bölgedeki yerel Osmanlı idaresine karşı isyan etmişler ve 1807 yılında Belgrad’ı ve Semendire’yi ele geçirmişler ve bölgeyi “katlet, terörize et, etnik temizlik yap” yöntemleriyle büyük ölçüde Müslüman nüfustan arındırmışlardır. 1813 yılında Hurşit Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu Belgrad’ı ele geçirerek isyanı sona erdirmiştir.[1] Miloş Obrenoviç önderliğinde ikinci Sırp isyanın başlaması üzerine Osmanlı yatıştırma siyaseti uygulamış ve özerklik modelini kabul etmiştir. 1816 yılında Miloş Obrenoviç’le anlaşma yapılarak özerklik verilmiş ve 1817 yılında bir önceki isyanın lideri Kara Yorgi öldürülmüştür. Sırplarla yapılan özerklik açılımı ile ilk defa silahlı isyanla Osmanlı Hristiyanları başarı kazanmışlardır.
Bölgedeki devlet idaresinin baskı, zulüm, adaletsizlik ve yolsuzluk gibi kötü uygulamaları ile ağır ve adaletsiz vergiler bu isyanın sebepleri olarak görülmüş hatta isyancılara başlangıçta anlayışla bakılmıştır. Ancak daha sonra olayların kontrolden çıkması üzerine devlet isyancılar üzerine giderek askeri tedbirlerle isyanı bastırılabilmiştir.
Sırp milliyetçilerinin Belgrad ve Semendire eyaletlerinde etnik temizlik yaparak bölgeyi kontrol altına almaları ve bu durumu 1816 Sırp açılımı ile Osmanlı devletine kabul ettirmeleri hem Sırp milliyetçiliği, hem de Osmanlı-Türkiye devlet geleneği içindeki diğer etnik hareketler açısından önemli sonuçlar doğurmuştur.
Sırp milliyetçileri silahlı terör eylemleri ile başarı kazandıklarını bir yönüyle Osmanlı devletini icbar edebildiklerini görmüşler ve bu yöntemi son 200 yıl içerisinde kontrol altına almak istedikleri diğer bölgelerde de yoğun olarak kullanmışlardır. Bu bağlamda 1990-1995 Bosna savaşında Sırp milliyetçileri tarafından uygulanan yaygın şiddet ve etnik temizlik hareketlerinin Belgrad ve Semendire bölgesinde 1804-1812 yılları arasında uygulananların bir yönüyle tekrarı olduğunu söylemek hata olmayacaktır. Bu itibarla 1816 yılındaki Maraşlı Ali Paşa’nın Sırp açılımının uzak sonucunun Srebrenitza katliamı olduğunu söyleyebiliriz.
Sırp açılımının bir diğer sonucu da Osmanlı-Türkiye devlet geleneğinin kontrol ettiği coğrafyalardaki diğer etnik hareketlerin de aynı yöntemi (katlet, terörize et, etnik temizlik yap, yeni durumu statüleştir) taklit etmeleri olmuştur. Sırp hareketinin bu yöntemle başarı kazanması; hem diğer etnik hareketlere Osmanlı devletinin nasıl diz çöktürüleceğini öğretmiş hem de devletin buna cevap verecek kapasitesinin olmadığını ve devletin yenilebileceğini göstermiştir.
Yunan, Bulgar, Ermeni milliyetçileri üzerinde devlet kurmak istedikleri coğrafyalarda aynı yöntemi uygulamaya koyulmuşlardır. 1821’de başlayan Yunan isyanı döneminde ilk olarak Mora Yarımadasından başlamak üzere bugünkü Yunanistan toprakları ile Anadolu’da Türklere ve Müslümanlara karşı kitlesel katliamlarla bölgeyi arındırma politikasını etkili şekilde uygulamışlardır.[2] 1860’lardan sonra Bulgar Milliyetçileri de aynı yöntemi Bulgaristan, Makedonya Cumhuriyeti, Selanik ve çevresi ve Batı Trakya’da yoğun şekilde kullanmışlardır. 1870’lerden itibaren Ermeni milliyetçileri de Ermeni fedaileri eliyle aynı yöntemi uygulamaya başlamışlardır. 1897 yılında Ermeni komitacılarının bugünkü Van ili sınırları içerisinde yer alan Hanasor saldırısında Mazrik aşiretinin tümünü yok etmeleri bunun önemli örneklerinden biri olmuştur. Diğer taraftan Kürt milliyetçileri de benzer politikayı uygulamış farklı etnisiteleri hedef alarak onları, kontrol etmek istedikleri bölgeden arındırmaya çalışmışlardır. Örnek olarak 6-7 (2014) Ekim olaylarında Kürt milliyetçileri doğu ve güneydoğu Anadolu’daki birçok ilde kendilerinden olmayan etnik gruplara ait ev ve işyerlerini hedef almışlardır.
II-Açılım: Hristiyanları Kazanma Uğraşı; 1839-1876 Tanzimat ve Islahat dönemi açılımları
1821 Yunan isyanı sonrasında devlet etnik meselede Tanzimat ve Islahat fermanı ve vilayetler nizamnamesi gibi uygulamalarla yeni bir açılım politikası geliştirmeye çalışmıştır. Bu açılım politikaları esas olarak Hristiyan unsuru devlete bağlayacak onları memnun etmeyi hedefleyen politikalar bütünüydü. Bu açılımda devleti kurtarmak isteyen Osmanlı aydınları Hristiyan unsurun rahatsız olduğu konuları ortadan kaldırmayı hedeflemişlerdir.
Hristiyan unsuru devlet içinde tutmayı amaçlayan Tanzimat dönemi açılımlarının arkasındaki temel anlayışa göre etnik sorunlar; devletin geriliği, idari yapının bozukluğu, devlet sistemindeki aksaklıklar ve devletin “Devlet-i İslamiye” olmasına dayanmaktaydı. Açılımlar da büyük ölçüde bu reçetenin tedavisi şeklinde uygulamaya konulmuştur.
Tanzimat dönemi açılım politikası, idari özerklik verilmesi ve bu özerkliklerin güçlendirilmesi (Vilayet meclisi gibi düzeylerde), Hristiyan unsura ilişkin klasik İslam hukuku uygulamalarına son verilmesi, devletin ve idarenin laikleştirilmesi, farklı dillerde yayınlar yapılması ve imar faaliyetleri olarak öne çıkmaktadır. Bu dönemde Tanzimat fermanın ilanı (1839), Cizye vergisinin kaldırılması (1855), Gayri Müslim din adamlarına maaş bağlanması gibi birçok yenilik getiren Islahat Fermanının ilanı (1856), Nizamiye Mahkemelerinin kurulması (1869) gibi devletin sekülerleşmesi çabasının ürünü olarak görülebilecek reformlar yapılmıştır. Bir diğer ifade ile bu dönemde İslam devletinden Osmanlı devletine geçiş dönemi olmuş ve Osmanlı milleti yaratmak bu dönemin temel şiarı olmuştur.
III- Açılım: Büyük Güçlerin zoruyla gönülsüz reformlar; 1878 Ermeni Açılımı
Kendi iç dinamiklerimizle olmasa da üçüncü açılım politikası 1878 Berlin Anlaşmasının 61. Maddesi ile uygulamamız talep edilen Ermeni reformlarıdır.[3] Osmanlı devleti bu anlaşma ile Vilayeti Sitte’de Ermeniler lehine reform yapma yükümlüğü altına girmekteydi.
Bu açılım politikası gereği olan reformlar tam manasıyla uygulanması Müslüman ve Ermeni nüfus arasında gerilimi artırmıştır. Anlaşmanın bu maddesi sebebiyle beklentileri çok yükselmiş olan Ermeni milliyetçileri yeterince reform yapılmadığı, Müslüman nüfus ise Ermenilerin şımartıldığı hissi içindeydiler. Bu durum Müslüman nüfus ile Ermeni nüfus arasında gerilimi artırmış ve 1895-96 olaylarında yüz bini aşkın sivilin birbirini öldürmesini getirmiştir. [4]
IV- Açılım: “İstibdada” karşı mücadelede romantik duruş; 1908 İttihat ve Terakki açılımları
İttihat ve Terakki partisinin öncülüğünde II. Abdülhamit rejiminin yıkılması ile dördüncü açılım politikası uygulanmaya konulmuştur. Ancak bu açılım projesi planlanmış bir politika olmayıp muhalefette kalmanın romantikliği ile sorunlara karşı realist olmayan bir duruşla kendini dışarı vurmaktaydı. İttihat Terakki II. Abdülhamit rejiminin yıkılması sonrasında etnik sorunlara karşı romantik bir duruş sergilemiş ancak akabinde bu hayalci tutumun başarısız olması karşısında da eskisinden daha sert uygulamalar yapmak zorunda kalmıştır.
İttihatçılar Osmanlıdaki etnik kaynamanın temel sebebini Abdülhamit’in “istibdat” rejimi olduğunu düşünmekteydiler. Ermeni, Bulgar, Sırp, Yunan komitacılarının yaptığı terör faaliyetlerinin de nedenini bir yönüyle eski Osmanlı Devletinin kötü idaresi, devletin yaptığı zulümler, istibdat ve dış müdahaleler olarak görmekteydiler. Devletin bu komitacı gruplarla uzlaşması, anayasanın demokratikleşmesi ve uygulanması, meşrutiyet rejiminin hayata geçirilmesi ve bir diğer ifade ile de “hürriyet, müsavat, uhuvvet ve adalet” ilkelerinin yürürlüğe konulması ile de etnik sorunların üstesinden gelinebileceği umudu ve inancını taşımaktaydılar. Ancak bu açılım politikası Balkan faciası ve sonrasında 1915 yılında da tehciri doğuran olaylar zincirini tetiklemiştir.
V- Açılım: İslam kardeşliğinde yeşeren umut; 2009 Kürt açılımı
Beşinci açılım politikası ise 2009 yılında yürürlüğe giren Kürt açılımı politikası olmuştur. Bu açılımın arkasındaki temel tez Kürt sorunun sebebinin eski Türkiye’nin yanlış uygulamalarından kaynaklandığı şeklindeydi. Spesifik olarak da devletin etnik temel (Türklük) üzerine inşa edilmiş olması, demokrasi eksikliği ve insan hakları gibi konularda eksikler, devletin baskısı ve zulmü, inkar siyaseti, ötekileştirme ve dışlama gibi sebepler öne çıkarılmaktaydı.
Açılımın dayandığı mantığa göre terör bir sebep değil sonuçtu ve sebepler ortadan kaldırılırsa terör de kendiliğinden ortadan kalkacaktı. Bu bakış açısı çözüm modeli olarak da inkar politikasının sonlandırılması, demokratikleşme (bu konuda çıkarılan kanunlar), Devletin etnik temelden kurtarılması (Andımızın kaldırılması), idari özerkliğin güçlendirilmesi (Büyükşehir Belediye Kanunu gibi), devletin silahlı grupla örtülü anlaşması gibi yöntemlerle uygulanmaya konulmuştur.
B- Açılımlar Politikalarımızın Ortak Yönleri
Devletin muhatap olduğu bütün ayrılıkçı hareketlere karşı uygulanan çözüm modellerinin birçok açıdan birbirine benzediğini söylemek hata olmayacaktır. İlk olarak etnik sorunların sebebine ilişkin açıklamalar birbirine çokça benzemektedir. Hemen hemen bütün açılım projelerinde sorunun kaynağı olarak devletin yanlış uygulamaları yada çağın gerisinde kalması görülmüş, yanlış uygulamalar düzeltilirse çağın gereği olan politikalar geliştirilirse sorunun çözüleceği düşünülmüştür. Diğer bir ifade ile etnik sorun çevresel faktörlere (devletin yanlış uygulamaları, dış devletlerin müdahalesi gibi) bağlı olarak çözümlenmiş ve etnik meselenin iç dinamikleri göz ardı edilmiştir.
Diğer taraftan etnik sorunlar geçmişe ait değerler halitasının da sorgulanmasını getirmiş, devletin temel meşruiyet kaynakları sorgulanmış ve toplumun kimlik kodları yeniden inşa edilmeye çalışılmıştır. Tanzimat dönemi açılım projesinde Hristiyanları ülke içinde tutabilmek için yüzyıllardır süregiden İslami meşruiyet anlayışı terk edilmiş ve devleti seküleştirilerek bir yönüyle la-dini yada “daha az İslam” yeni bir ortak kimlik kodu üretilmeye çalışılmıştır. Aynı şekilde 5. Açılım döneminde de devlet etniksizleştirilerek bir yönüyle la-etnik bir devlet inşası arzusu kuvvetli bir şekilde dile getirilmiştir. Böylelikle her iki dönemde de daha kapsayıcı olması umulan yeni bir kimlik kodunun oluşturulması hedeflenmiştir.
Açılım politikalarının en önemli ayaklarından biri de askeri olarak üstünlük kurulmuş olsa bile silahlı unsurlarla müzakere veya uzlaşma uygulamaları olmuştur. I. Açılım projesinde Osmanlı devleti her ne kadar Hurşit paşa komutasında Sırp milliyetçilerini yenilgiye uğratmış olsa da karşı taraftan ılımlı ve anlaşılabilir olduğu varsayılan bir grubu ile uzlaşmaya çalışmış ve 1816 yılında Miloş Obrenoviç ile özerklik temelinde anlaşmaya varmıştır. Bununla birlikte daha radikal tarafı temsil eden Kara Yorgi bertaraf edilmiş ve sorunun bu şekilde halli sağlanmaya çalışılmıştır. V. Açılım projesinde ise Miloş Obrenoviç rolü Öcalan ile oynanmak istenmiş ancak günümüzün Kara Yorgi’si olan Karayılan bu açılımı imkansızlaştırarak süreci sabote etmiştir.
Açılım politikalarının “yatıştırma paradoksuna” yol açması bir diğer ortak yöndür. Açılım politikalarında asıl suçlu “devlet” görüldüğü ve etnik hareket kurban olarak algılandığı için etnik hareketin tatmini temel politika olmuştur. Ancak kendi kitlelerini diri tutmak için etnik hareketin önderleri her zaman daha fazlasını istemek zorundadırlar. Böylelikle etnik hareketin önderleri talep çıtalarını daha yükseğe çekerek yatıştırma paradoksunun yaşanmasına neden olmuşlardır. Diğer bir ifade ile etnik hareketin talepleri yerine getirildikçe etnik hareket yatışma yerine daha da tahrik olmuş ve etnik önderler daha fazlasını talep eder hale gelmişlerdir.
Yatıştırma siyasetinin bir diğer etkisi de çoğulculuğun yok edilerek etnik hareketin talep ettiği etnik bütünleşmenin devlet eliyle sağlanmasıdır. Etnik hareketin önderleri Osmanlı devleti içinde milli devlet olmalarını sağlayacak bütünleşmiş etnik yapıyı böylelikle sağlamış hatta farklı etnik yapıları bile kendi hareketleri içinde asimile edebilmişlerdir.
Bu bağlamda yatıştırma siyasetini bir sonucu olarak ayrı bir Makedon etnisitesinin ancak Osmanlı imparatorluğu sonrasında oluşabilmesi anlamlıdır. Osmanlı devleti yatıştırma siyasetinin gereği olarak Bulgar milliyetçilerinin Makedon milletini asimile etmesinin önünü açmışlar Makedon kimliğine yaşama alanı bırakmamışlardır. Bulgar komitacıları Makedon milletini reddetmelerinin bir sonucu olarak Selanik ve Makedonya gibi birçok alanda on binlerce Müslümanı ve Türkü öldürmüş ve yerinden etmişlerdir. Örneğin Bulgar komitacıları 270’i aşan Rupcoz kazasına bağlı Yanıklı köyünü basmışlar köyü ateşe vererek 150 civarında köylüyü 125’ini yakmak suretiyle olmak üzere öldürmüşlerdir.[5]
Diğer taraftan V. Açılım projesi de yatıştırma politikası gereği çoğulculuğu reddeden bir yaklaşımla yürürlüğe konulmuş Kürt milliyetçilerinin etnik bütünleştirme projesine destek sağlamıştır. Örnek olarak devlet yatıştırma siyaseti gereği olarak yürürlüğe koyduğu politikada dilsel çeşitliliği dikkate almayarak tek lehçede (Buhti Kurmancisi temelli Kürtçeyi) eğitim ve yayın faaliyeti sürdürdüğü görülmektedir. Böylelikle diğer lehçelerin uzun vadede yok olmasına sebep olacak çoğulculuk karşıtı bir politika benimsenmiştir.
2009 açılım döneminin çoğulculuk karşıtı tektipçi yapısı en fazla Zazalara ilişkin alanda gözlenmektedir. Milli Eğitim Bakanlığı Zazacayı Kürtçenin lehçesi gösterip Zazaca alfabe yerine Kürtçe alfabe kullanan HDP milletvekili Kadri Yıldırım’ın hazırladığı Zazaca kitabını hala kullanmaktadır.[6] Zaza dernekleri bunu defalarca protesto etmeleri ve Bakanlıktan bu kitabı değiştirilmesi yönünde talepte bulunmalarına rağmen herhangi bir politika değişikliği gözlenmemektedir. Aynı şekilde TRT, Zazaca yayınların TRT Kürdi çatısı altında günde birkaç saat olarak Zazacayı lehçe göstererek yürütmektedir. Zaza derneklerinin bunun düzeltilmesi ve ayrı bir Zazaca kanalı oluşturulması taleplerini TRT’nin dikkate alınmadığı görülmektedir.[7]
Açılım politikalarının bir diğer ortak noktası da ifrat ve tefrit arasındaki gidiş gelişler olmuştur. Bu durum temel olarak muhaliflerin iktidara geldiği dönemlerde net olarak görülmektedir. Muhalif oldukları dönemde bu gruplar etnik hareketi müttefik yada cehpedaş olarak görebilmekte ve onların uyguladıkları şiddeti anlayışla karşılayan mantık örgüsü oluşturabilmektedirler. Uzun muhalefet dönemi siyasal ve toplumsal merkezle çatışma yaşayan grupları gerçeklikten koparmakta ve onları romantik çözüm modellerine yöneltmektedir. Bu gruplar iktidara geldikleri yada iktidardan pay aldıkları dönemin başlarında ise çoğunlukla realist olmayan çözüm modellerini uygulamaya koyarak netice almayı ummaktadırlar. Realist olmayan çözüm modellerinin başarısızlığı karşısında da eskisinden daha sert politikalara savrulmaktadırlar. Bu durumun en bariz örneği İttihat Terakki açılımı döneminde gözlemlenmiştir. Ayrıca bu olgunun 2009 açılımında yaşandığını söyleyebiliriz. Bu durum özellikle eskinin muhalifleri olup tefrit çizgisi paralelinde PKK’ya anlayışla bakan, Abdullah Öcalan’ı olumlayan bazı muhafazakâr çizgideki yazarların ifrat çizgisinde şahinleşmelerinde net olarak görülebilmektedir.
Etnik şiddet karşısındaki muhalif sapmasının bir diğer görünümü de etnik milliyetçilerin uyguladığı şiddete anlayışla bakma eğilimidir. Muhalif gruplarca etnik şiddetin meşru görülmesinin bir nedeni de etnik şiddet uygulayıcılarını, siyasal ve toplumsal merkezin politika ve uygulamalarının “kurban”ı olarak telakki edilmesinden kaynaklanmaktadır. Bu bakış açısı etnik terörü lanetlenmesi gereken bir olgu değil de anlanması ve anlayışla yaklaşılması gereken bir sapma görme eğilimindedir. Bu durum muhaliflerin etnik hareketlerle güçlü ilişkiler kurmasını getirmiş ve etnik hareketlere yeni meşruiyet kanalları açmıştır. Bu bağlamda Tevfik Fikret’in bir anlık duraklama şeklinde günümüz Türkçesine çevrilebilecek şiirindeki (1905 yılında Ermeni komitacıların II. Abdulhamit’e Yıldız suikastı girişimi dolayısıyla yazılmıştır. Bu patlamada Sultan kurtulmuş 26 kişi ölmüştür.) ölen insanlar için üzülmeme hali dikkat çekicidir.[8] Bu durum ise şiddet döngüsünü besleyen temel olgulardan biridir.
Dikkat çekici bir şekilde açılım süreçlerinin tarihin yüzyıllık döngüsü olarak da nitelenebilecek bir düzlemde cereyan etmesidir. Hemen hemen bütün açılım projelerimizde bu gözlemlense de özellikle 1908 açılımı ile 2009 açılımı arasında tarihsel döngü de büyük paralellik gözlenmektedir. Bilindiği üzere 1908 açılımının uzak sonucu 1915 yılında Ermeni tehciri olmuştur. Paralel bir şekilde 2009 açılımının bir sonucunun da 2015 yılında meskun mahal çatışmaları olduğu söylenebilir.
Sonuç
Özet olarak ifade etmek gerekirse etnik sorunlara karşı geliştirdiğimiz açılım projeleri benzer analizler üzerine inşa edilmiş ve benzer çözüm modelleri benzer şekillerde uygulanmıştır. Diğer bir ifade ile karşılaştığımız etnik sorunların dış güçlerin manipülasyonu yanında bizim hatalarımızdan kaynaklandığı ve bu sorunu bizim değişip dönüşmemiz, muhatap olan etnik hareketin tatmini diğer bir deyişle yatıştırma siyaseti ile çözmeye dayalı bir yaklaşım esas olmuştur. Bu bağlamda etnik hareketlerin doğal tarafları görmezden gelinmiş çerçeveyi değiştirerek sorun çözülmeye çalışılmıştır. Genel olarak açılım projeleri başlangıçta bir rahatlama sağlasa da uzun vadede durumun daha da kötüleşmesini getirmiştir.
Bu itibarla 2009 açılım projesinin dış güçler tarafından empoze edildiğine ilişkin argümanı kabul etmek mümkün değildir. Diğer bir ifade ile 2009 açılım projesi 200 yıl boyunca uyguladığımız diğer açılım projelerinin dayandığına benzer analizlere dayanmış ve büyük ölçüde benzer yöntemlerle uygulanmıştır. Bir bakıma son açılım projesi 200 yıllık açılım tarihimizin imbiklenmiş özünün günümüz şartlarına uyarlanmış versiyonu olmuştur. Belki de bu durum iki yüzyıl boyunca Sırp, Bulgar, Yunan, Ermeni hatta Arnavut ve Arap etnik milliyetçiliği karşısında başarısız olan devlet geleneğimizin son başarısızlığı olarak da açıklanabilir. Ancak açılım projesinin başarılı olduğuna ilişkin itirazlarında bulunduğunu hatırlamakta da fayda bulunmaktadır.
Diğer taraftan açılım projelerimiz benzer yan etkiler üretmiştir. Bu projeler “yatıştırma paradoksu”, etnik tansiyonu artırıp etnik çatışma üretme, şiddet yöntemlerinin (terörize et, katlet, etnik temizlik yap, yeni durumu statüleştir gibi) başka gruplarca taklit edilmesi gibi uzun vadeli yan etkilerinin yaşanması sonucunu da doğurabilmiştir. Bu yan etki olgusu, yeni açılım projesi uygulanmak isteniyorsa bu projenin bütüncül bir bakış açısı ile uzun vadeli yan etkileri ve dışsallıkları da göz önünde tutularak projelendirilmesinin gereğine işaret etmektedir. Örnek olarak, Kürt açılımı döneminde bazı sol örgütlerin alevi toplumuna devlet ancak şiddetle dize getirilir devlet sadece silahı olanı muhatap alır şeklinde propaganda yaptığı da görülmüştür.
Ayrıca, etnik açılım projelerinin bir diğer yan etki olarak etnik çatışma yaratma ihtimalinin de olduğu hususu dikkatten kaçmamalıdır. 1878 Ermeni açılımı Ermeni milliyetçilerinde yeterince açılım yapılmadı algısı oluştururken Müslüman nüfusta Ermeniler şımartılıyor hissini beslemiş ve bu durum 1895-96 olaylarının oluşmasında temel etkenlerden biri olmuştur. Diğer taraftan 2009 açılımının da benzer dinamikleri harekete geçirdiğini de söyleyebiliriz.
Öte taraftan, Türkiye’de açılım projelerinde örnek model olarak öne sürülen Kuzey İrlanda veya Bask modeli dışında Yakubu Gowon’un Nijerya’da uyguladığı Biafra isyanının bastırılması, İgbo etnik sorunun çözülmesi veya Sovyetler Birliği ve Rusya’nın uyguladığı Milliyetler politikası gibi başarılı modellerin de olduğu bilinmelidir. Ayrıca, Kuzey İrlanda ve Bask modelinin, ülke içinde veya dışında diaspora büyüklüğü, etnik grubun belli bir coğrafyada çoğunluk oluşturup oluşturmadığı, silahlı örgütün tipi (kır veya şehir gerillası olması gibi), silahlı grubun örgütsel yapısı gibi bir çok alanda Türkiye’ye tamamen yabancı model olduğu da ortadadır.
Öte yandan 5 açılım projesi sonuçları itibariyle karşılaştırıldığında Tanzimat açılımının nispeten daha başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Bunda Tanzimat açılımının tek bir gruba yönelik olmayıp daha çoğulcu bir bakış açısıyla yürürlüğe konmasının etkisi büyüktür. Ayrıca açılımı yürüten kadro yıkıcı bir reform anlayışı ile hareket etmemiş tedrici bir gelişmeyi hedefleyerek toplumsal dengeleri alt üst etmekten kaçınmışlardır. Diğer taraftan, kısmi olarak Tatar ve Kafkas göçmenleri yerleştirerek saldırgan etnik milliyetçilere karşı kısmen dengeleme ve heterojenleştirme faaliyetlerinde de bulunmuşlardır.
Açılım faaliyetleri kapsamında olmasa da etnik meselede dünya örnekleri paralelinde başarılı uygulama örneklerini II. Abdulhamit rejimi döneminde kısmen görmek mümkündür. Bu dönemde, yükselen Ermeni milliyetçiliği karşısında dengeleme politikası gereği Müslüman nüfus Hamidiye alayları ile organize edilmiştir. Ayrıca Balkanlarda etnik hareketlerin Osmanlıya karşı birleşmesi engellenmeye çalışılmıştır.
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse geçmiş açılım projeleri ve sonuçlarının bilinmesi geleceğe ilişkin daha doğru politikalar belirlenmesi açısında da önemli olacaktır. Ayrıca geçmiş açılım projeleri bize kendimizi suçlama bataklığına düşmeden etnik meselelerin iç dinamiklerini de anlamaya odaklanarak, romantizmden uzak realist bir şekilde yan etkileri de (yatıştırma paradoksu, etnik çatışma yaratma, şiddetin taklit edilmesi gibi) dikkate alarak, tek tipçi (tek grubu tatmin edici değil) açılım projeleri yerine çoğulculuğu esas alan projeler uygulanmasının daha doğru olduğunu söylemektedir. Son olarak, karşılaştığımız etnik hareketlerin kültürel ve dilsel farklılıkları yok edip tek bir etnik grubun hakimiyetinde yapılar kurmak istediklerini dikkate alınarak etnik milliyetçilerin tek tipleştirici homojen etnik coğrafyalar oluşturma hedeflerine hizmet eden politikalar uygulanmaması da önemli bir husustur.
.
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.
_____________________
DİPNOTLAR
[1] Uygun, S. “Sırp İsyanı ve Hurşit Ahmet Paşa.” Uluslararası Sosyal Aratırmalar Dergisi 4.17 (2011): 416-436.
[2] Dimitris Livanios (2008) Beyond ‘ethnic cleansing’: aspects of the functioning of violence in the Ottoman and post‐Ottoman Balkans, Southeast European and Black Sea Studies, 8:3, 189-203, s. 193
[3] Bab-ı Ali (Osmanlı Devleti) Ermeniler’in yaşadığı eyaletlerde yerel ihtiyaçların gerektirdiği reformları geciktirmeden yapmayı ve Çerkes ve Kürtlere karşı Ermeniler’in huzur ve güvenliğini sağlamayı taahhüt eder.Bu hususta alınacak önlemleri büyük devletlere bildirecektir ve devletler de alınan önlemlerin uygulamasını gözetleyeceklerdir. http://archive.thetablet.co.uk/article/20th-july-1878/11/the-treaty-of-berlin
[4] Mustafa Gül, 1896 Van Ermeni İsyanı Ve Sonrasındaki Gelişmeler, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/868/11021.pdf
[5] Aydın Mahir, “Arşiv Belgeleriyle Makedonya’da Bulgar Çete Faaliyetleri”, Osmanlı Araştırmaları, (IX), 1989, 209-234 http://dergipark.ulakbim.gov.tr/oa/article/viewFile/5000116749/5000108678 erişim 12 Haziran 2016
[6] Yıldırım Kadri (ve diğerleri), Kurdi 5 Zazaki, https://ttkb.meb.gov.tr/dosyalar/kitaplar/kurdi_5_zazaki.pdf, MEB yayınları
[7] Emek Burak, Zazalar TRT’den kanal istedi, http://www.iha.com.tr/haber-zazalar-trtden-kanal-istedi-430521/ erişim 12 Haziran 2016
[8] Öztuna Yılmaz, II. Abdülhamîd: zamânı ve şahsiyeti, Kubbealti, 2008, s. 101