Twitter Facebook Linkedin Youtube

ERTUĞRUL FIRKATEYNİ FACİASI

Zafer TEKİN

Zafer TEKİN

02 Ocak 2014 tarihli “Sarıkamış Harekâtı” başlıklı yazımıza, “Tarihimiz, dünya üzerinde var olan hiçbir millete nasip olmayacak kahramanlıklarla dolu olduğu kadar, bir o kadar da hazin olaylar, yürek burkan dramlarla da doludur.” cümlesi ile başlamış ve devamında üzerinden 100 yıl geçen ve hala tam olarak anlaşılamayan ve anlatılamayan Sarıkamış Harekâtını dilimizin döndüğünce anlatmaya çalışmıştık. (Bknz. https://sahipkiran.org/2014/01/02/sarikamis-harekati/)

Bu defa, benzer bir hazin olayı, Ertuğrul Fırkateyni Faciasını işleyeceğiz. Bundan tam 125 yıl önce, 14 Temmuz 1889 tarihinde, Devletimizi ve Milletimizi dünyanın öbür ucunda Japonya’da temsil etmek üzere yola çıkan Ertuğrul Fırkateyni, 18 Eylül 1890 tarihinde dönüş yolunda elim bir facia ile Japon karasularında kayalara çarparak batmıştı.

Olayın vuku bulduğu tarihte Osmanlı İmparatorluğu, çöküş dönemine girmiş olup, bu çöküşün önüne geçebilmek için Padişah Sultan Abdülhamit Han’ın kişisel dehası ile Devletin ekonomik, siyasi ve askeri durumu dikkate alınarak son derece akıllı bir siyaset izlenmekte ve çöküşün mümkün olduğunca önlenilmesine çalışılmaktadır.

Özellikle 1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı ile hayata geçirilmeye çalışılan modernleşme ve batılılaşma çalışmaları, Rusya ile 1853’te girilen ve Avrupalılardan büyük miktarda borç para alınması ile sonuçlanan Kırım Savaşı ile sekteye uğramış ve yaşanan ekonomik darboğaz, hayatın her alanında büyük olumsuz etkilere sebebiyet vermiştir.

Askeri alanda da etkisini gösteren söz konusu olumsuzluklar, Devletin kılıç tutan elinin zayıflamasına sebebiyet vermiş ve o dönemde hala çok geniş bir coğrafyada hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğü, Avrupa Devletleri ve Rusya tarafından ciddi şekilde tehdit edilmeye başlamıştır.

Bu şartlarda Sultan Abdülaziz Han, orduda kara kuvvetlerinin yanı sıra, denizlerde de hakimiyetin çok önemli olduğunu fark etmiş ve devri saltanatında çok güçlü bir donanma oluşturmayı başarmıştır. Tarihçi Yılmaz ÖZTUNA’ya göre, İngiltere ve Rusya’dan sonra dünya üzerinde 3. sırada bir deniz gücü oluşturulmuştur ki, bu o dönemde Osmanlı toprakları üzerinde gözleri olan özellikle İngiltere ve Rusya’yı hayli endişelendirmiştir.

Bu şartlar altında, alçakça bir kumpas ile darbe yapılarak büyük fedakârlıklarla oluşturduğu donanma da bu kumpasta kullanılarak Sultan Abdülaziz Han tahtan indirilmiş, yerine kardeşi V.Murad geçirilmiş ancak yaşanan olaylardan oldukça etkilenen padişah, akli dengesini kaybetmiş ve üç ay gibi kısa bir süre sonra tahtını Sultan 2. Abdülhamit Han’a bırakmak zorunda kalmıştır.

1876 yılında tahta çıkan Sultan Abdülhamit Han, bomboş bir maliye, Devletin boyunu fersah fersah aşan dış borç, Avrupa’nın ve dünyanın çok gerisinde bir ordu ile kendisini bir kurtlar sofrasında bulmuştur. Bu şartlar altında 93 harbi denilen Osmanlı-Rus savaşı başlamış ve maalesef hem doğuda, hem Balkanlarda çok ağır bir yenilgi ile sonuçlanmıştır. Cephede kaybedilen bu savaşlar, yukarıda zikredildiği üzere bizzat Sultan Abdülhamit Han’ın kişisel zekası ve dehası ile masada bir nebze olsun kurtarılmış ve savaş sonunda çok ağır şartlarla imzalanan ama hiçbir zaman yürürlüğe girmeyen Ayastefanos Antlaşması (03 Mart 1878) ve daha sonra Berlin Antlaşması (13 Temmuz 1878) ile başka Avrupa Devletleri olaya dahil edilerek ve Kıbrıs’ın İngiltere’ye bırakılması karşılığında hafifletilmiştir.

Dönemin şartları ve başta Rusya ve İngiltere olmak üzere aktör ülkeleri ile bu derece sıkıntılı bir süreç yaşanırken, Uzakdoğu’da bir millet ve Devletin varlığından dünya ile birlikte Osmanlı İmparatorluğu da haberdar olmuştur.

Evet, Osmanlı ile benzer sıkıntıları ve sorunları olan Japonya, o dönemde Osmanlı İmparatorluğunun Rusya ile yaşadığı sorunları Çin ile yaşamakta ve Osmanlı’da gözü olan İngiltere’nin tâ Japonya’da da gözü bulunmaktadır.

Osmanlı İmparatorluğunun 1839’da ilan ettiği Islahat Fermanının bir benzeri olan ve Osmanlı’dan 40 yıl sonra 1868 yılında ilan edilen “Meiji Restorasyonu” ile Japonya’da yeni bir dönem başlamıştır. Söz konusu Restorasyonla Japonya ekonomisi ve sanayisi hızla gelişmeye başlamış ve dünya ve özellikle Avrupa ile Osmanlı’nın aksine kısa sürede entegre olabilmiştir. Bu kapsamda, Amerika ve Avrupa ile sıkı ilişkilere giren Japonya ile Osmanlı İmparatorluğu arasında da temaslar başlamış ve 1878 yılında bir Japon okul gemisi Seiki İstanbul’a gelmiştir. Özel izinle boğazlardan geçişine izin verilen gemi personeline başta Padişah olmak üzere, Türk halkı yoğun ilgi göstermiş ve sıcak temaslar sağlanmıştır. Söz konusu ilginin sonucu olarak 1881 yılında Japon İmparatorluğu hanedanından Prens Kato Hito başkanlığında bir heyet daha İstanbul’a gelmiş, yine çok samimi olarak karşılanmaları üzerine iki ülke arasında siyasi, kültürel ve ticari ilişkiler tesis edilmesi kararlaştırılmıştır.

Japonya’dan gelen bu iki heyetin ülkelerine götürdüğü olumlu havanın bir sonucu olarak 1887 yılında yine Japon İmparatorunun yeğeni Prens Komatsu İstanbul’u ziyaret etmiş ve bizzat Sultan 2. Abdülhamit Han tarafından kabul edilmiş ve Dolmabahçe Sarayında ağırlanmıştır. Ayrıca kendisine çeşitli madalya ve nişanlar tevcih edilmiştir. Prensin bu derece yakın ilgi ve alaka ile karşılanıp, çeşitli nişanlarla onurlandırılması, Japon İmparatoru Meici tarafından büyük bir memnuniyetle karşılanmış ve Sultan 2. Abdülhamit Han’a teşekkür mektubu göndererek, kabul etmeleri durumunda Sultan’a Japonya’nın en büyük Devlet nişanı olan “Büyük Krizantem Nişanı”nın verileceği, buna karşılık da Osmanlı Devletinden Japon İmparatoruna uygun bir nişanın verilip verilemeyeceği sormuştur.

Yazımızın konusu Ertuğrul Fırkateyni, işte bu söz konusu ilişkilerin bir sonucu olan “Osmanlı Devlet Nişanının Japon İmparatoruna taktimi için görevlendirilmiştir.

Olayın görünürdeki asıl sebebi bu olmakla birlikte, söz konusu yıllar İngiltere’nin 1877’de Hindistan’da bir sömürge imparatorluğu kurduğu, 1882’de Mısır’ı işgal ettiği, Tunus ve Cezayir’in Fransa’ya peşkeş çekilmesinde aktif rol oynadığı ve Arabistan’ı ele geçirmek içinde Arap milletini “halifeliğin aslında Araplara ait bir makam olduğunu, Osmanlıların zorla bu makamı aldıkları” şeklinde propagandalarla kandırmaya çalıştığı dönemdir.

Ertuğrul Fırkateyni, Japonya’ya aylar sürecek bir seyahat ile neredeyse dünyayı bir uçtan bir uca gidecekti. Gittiği yerlerdeki Müslüman halka Halifenin selamını götürerek, bir nevi oradaki Müslüman milletlere Osmanlı Devletinin varlığının ve gücünün gösterilmesi hedeflenmiş ve İngilizlere de Müslümanların sadece Arabistan’da var olmadığı ve Halifenin de sadece Arap yarımadasındaki Müslümanların halifesi olmadığı mesajı verilmek istenmiştir.

Bu çerçevede, bahsi geçen seyahate donanmadaki hangi gemi ile gidilmesi gerektiği yetkili makamlarca günlerce tartışılmış, bu görev için donanmanın o günün şartlarında en iyi gemilerinden olan “Ertuğrul” seçilmiştir.

Ertuğrul, yelkenleri vasıtasıyla hem rüzgâr gücü ile hareket edebilen, hem de kömürle çalışan makinaları vasıtasıyla buharla hareket edebilen, ağır ve hafif top ve silahlarla donatılmış bir savaş gemisidir ve Osmanlı Donanmasının gözbebeği sayılabilecek gemilerden birisidir. 1863 yılında İstanbul’da yapılmış ve Sultan Abdülaziz’in huzurunda görkemli bir törenle denize indirilmiş, bir yıl sonra 1864 yılında İngiltere’de makine ve kazanları monte edilmiştir.

Yola çıkmadan önce, defalarca kontrolü ve bakımı yapılan Ertuğrul Fırkateyni, kamuoyunda da önemli tartışmalara sebep olmuş, zira o dönemde bir Osmanlı gemisinin Japonya gibi uzak bir sefere gidemeyeceği, sıkça dile getirilmiştir. Kuvvetli bir istihbarat teşkilatı bulunan Sultan Abdülhamit Han, bu söylentiler üzerine, yerli ve yabancı uzmanlara defalarca gemiyi tetkik ettirmiş ve sunulan raporlar üzerine Ertuğrul’un sefere çıkmasına onay vermiştir.

Öte yandan bir savaş gemisi ile binlerce mil uzaktaki bir ülkeyi ziyaret, dönemin baş aktörleri İngiltere ve Rusya’yı işkillendirmemesi için, Ertuğrul Firkateynine savaş gemisi özelliğinin yanı sıra, bahriyeli öğrenciler dahil edilerek söz konusu öğrencilerin bu seyahat sırasında teori ve becerilerini geliştirmelerinin amaçlandığı, Türk ve dünya kamuoyuna duyurulmuş ve tepkilerin ve engellemelerin önüne geçilmeye çalışılmıştır.

O dönemde Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü Paşa’dır ve Ertuğrul’un bu sefere çıkarılmasının bir cinayet olduğunu iddia edenlere nazire yaparcasına gemi komutanlığına damadı Albay Osman Bey’i getirmiştir. Osman Bey son derece vakur bir Osmanlı askeri olmasının yanı sıra iyi derece de İngilizce ve Fransızca da bilmektedir.

Seyahate çıkacak diğer komuta kademesi ve bahriyeli talebeler de titiz bir çalışma ile seçilmiş, yabancı dil başta olmak üzere görünüş itibariyle de Devletini en güzel şekilde temsil edebileceğine inanılanlar tercih edilmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda, 53’ü kumandan ve zabit, nefer, onbaşı, çavuş ve başçavuş olmak üzere 610 kişilik bir mevcut oluşturulmuştu.

Söz konusu mevcut içinde fotoğrafçı, imam gibi görevlilerin yanı sıra mükemmel bir bando takımı da oluşturulmuş, uğranılacak yerlerde marşlar çalınmak suretiyle gösteri yapılması da düşünülmüştür.

Dönemin Osmanlı basını gün be gün Ertuğrul hakkında haberler yapmış, boğazda sefer hazırlıkları yapılırken İstanbul halkı sık sık gemiyi görmeye gitmiştir. O dönemde bir Türk gemisi tarafından gerçekleştirilecek Japonya seferi, olağanüstü bir gurur kaynağı olmakla birlikte, Devletin ve milletin prestiji açısından da son derece mühim bir hadisedir.
Hazırlıkların tamamlanmasını müteakip, sefere çıkacak tüm gemi personeli “Sivastopol Marşı” eşliğinde bir Cuma selamlığında Sultan Abdülhamit Hanın huzuruna çıkmışlar, giyim kuşamları ve vakur duruşları ile göz kamaştırıcı bir halde Padişahın ve İstanbul halkının takdirini kazanmışlardır.

14 Temmuz 1889 tarihinde Boğaziçi’nden demir alan gemi, büyüleyici güzelliği ile dönüşü olmayan yola çıkmış, Yıldız Sarayı hizasından geçerken padişahı selamlamak için 21 pare top atışı yapılmış, boğazın her iki tarafını hınca hınç dolduran İstanbul halkı sevinç, gurur ve hüzün gözyaşları arasında yolcularını uğurlamışlardır.

Ertuğrul önce Çanakkale’ye, oradan Kuşadası’na uğramış ve hareketinden 13 gün sonra 27 Temmuz 1889’da Süveyş Kanalı’na varmıştır. Kanal geçişi sırasında kılavuz kaptanın hatası sonucu kuma oturmuş, yoğun uğraşlar sonucu kurtarılmış ancak ertesi gün 28 Temmuz 1889’da bu sefer ciddi bir dümen arızası meydana gelmesi üzerine 2 ay kadar Süveyş’te arızanın giderilmesi için beklenilmiştir. Hesapta olmayan bu arıza ve bekleyiş, İstanbul’da da büyük bir dikkat ve üzüntü ile takip edilmiş, hatta seferin iptal edilmesi bile düşünülmüştür. Eylül ayı içerisinde Süveyş Kanalından tekrar demir alan Ertuğrul, Cidde limanına uğramış, burada kömür vs. ihtiyaçlarını giderdikten sonra Bombay limanına doğru hareket etmiştir.

Sorunsuz sayılabilecek bir seyahatten sonra Bombay’a varan Ertuğrul, yoğun bir ilgi ve sevgi ile karşılanmış, özellikle Müslüman ziyaretçilerin akınına uğramıştır. O derece ki, Ertuğrul’u görmek için Delhi, Lahor, Allahabad, Ahmedabad ve Haydarabad gibi çok uzak yerlerden ve meşakkatli yollardan gelenler olmuştur. Ertuğrul, güvertesinde namaz kılanlar, direklere tırmanıp Osmanlı Sancağını yüzüne sürenler, ağlayanlar ile dolup taşıyor, Osmanlı şeref ve itibarına buralarda hasret çeken insanları bağrına basıyordu. Bazı kaynaklara göre Ertuğrul’u günde 20.000 kişinin, orada bulunduğu bir hafta içerisinde toplam 150.000 civarında insanın ziyaret ettiği kaydedilmektedir.

Bombay’da Gucerat dili ile yayın yapan Gazette of Bombay isimli gazete, 28 Ekim 1889 tarihli sayısında şunları yazmıştır “Osmanlı Devletinin Ertuğrul isimli gemisinin Bombay Limanına gelerek askerlerinin çok yeksenak bir kıyafetle şehirde dolaşmalarını görenler, hayretler içinde kalarak bunların kimler olduklarını sorunca, onların Osmanlı askeri olduklarını öğrendiler. Halk tarafından verilen ziyafetlerde ve Cuma namazındaki tutumlarından halk limanda bir Osmanlı gemisinin bulunduğunu anlamış ve bütün Müslüman halk gemiyi gezmeye koşmuştur”

Bombay’da bir hafta kalan Ertuğrul, eksiklerini burada da tamamladıktan sonra Kolombo’ya doğru demir almış ve 10 Kasım 1889’da Kolombo’ya varmıştır. Ertuğrul’a Kolombo’da da müthiş bir ilgi olmuş, sayıları yüzbinleri bulan insan kitleleri ziyaret etmiş, gemi bandosunun çaldığı marşları halk büyük bir dikkatle izlemiştir. Gemiyi gezmeye gelenler, büyük bir izdihama neden olmuş, hatta Ertuğrul’un 2.000 kişilik gruplar halinde gezilmesine karar verilmiştir.

Kolombo’da 3 gün kalan Ertuğrul, buradan da Singapur’a hareket etmiştir. Singapur’a varan Ertuğrul, ciddi sayılabilecek arızaların ve ihtiyaçların giderilmesi için yaklaşık 3 ay burada kalmıştır. Tamir için İstanbul ile yapılan yazışmalar ve gerekli izin ve paranın gelmesi, sürenin bu kadar uzun olmasına sebep olmakla birlikte, bölge halkının Ertuğrul’a ve Osmanlı Askerine olan muhabbeti ve sevginin kat be kat artmasına sebep olmuştur. Bu arada, gemi komutanı Albay Osman Bey’e Sultan Abdülhamit Han tarafından paşalık unvanı verilmiş, bu unvan kendisine Singapur’da tebliğ edilmiştir.

1890 Yılının Mart ayı içerisinde Singapur’dan Tokyo’ya doğru hareket eden Ertuğrul, 17 Haziran 1890 tarihinde Yokohama’ya ulaşmıştır. Mart ayından Haziran ayına kadar süre içerisinde Çin denizinde irili ufaklı onlarca şehre uğrayan Ertuğrul, her gittiği yerde büyük bir prestij ve saygınlık kazanmış ve uğradığı her yerde hem halk nazarında hem de Devlet yetkililerince itibarlı muameleler görmüşlerdir.

Ve artık Ertuğrul’un ve onun güzide mürettebatının görevini yerine getirmesine ramak kalmıştır. İstanbul’dan hareketinden yaklaşık 11 ay sonra Yokohama’ya ulaşan Ertuğrul, burada Japon halkı tarafından gayet dostane bir şekilde karşılanmış, bilahare Tokyo’ya geçilmiştir.

Tokyo’da, kader seyrine çıktığı 16 Eylül 1890 tarihine kadar kalan Ertuğrul ve yolcuları, bu süre zarfında da, yoğun bir ilgi ve alakaya mazhar olmuşlar, bizzat Japon İmparatoru ve İmparatoriçesi tarafından ağırlanmışlar, yine bu süre zarfında Tokyo’da bulunan tüm yabancı elçilik ve temsilciliklerle ikili ve toplu görüşmeler gerçekleştirmişlerdir.
Japon halkı, bu kendilerine hiç benzemeyen misafirlerini büyük bir kadirşinaslıkla karşılamış, ağırlamış ve bağırlarına basmışlardır.

İmkânsız denilen bir seferi gerçekleştiren ve kendisine verilen görevi yerine getiren Ertuğrul, artık dönüş hazırlıklarına başlamıştır. Ziyaret döneminde Uzak Doğuda ciddi bir kolera salgını da bulunmaktadır. Her yer karantina altında olmasın rağmen, bu salgın maalesef Ertuğrul’un yolcularına da bulaşmış ve 13 kişinin ölümüne de sebep olmuştur. Büyük bir salgına rağmen söz konusu zayiat hafif denilebilecek bir sayıdır. Bu itibarla da olsa gerek, 15 Eylül 1890 tarihi, Tokyo’dan hareket tarihi olarak belirlenir.

Japon yetkililer, büyük bir fırtınanın gelmekte olduğunu, mevsim itibariyle bu fırtınadan kurtulmanın çok zor olduğunu, bahsi geçen fırtınanın geçmesine kadar misafirliğin devam etmesini ısrarla rica etmelerine rağmen, Amiral Osman Paşa harekette ısrar eder ve 15 Eylül 1890 tarihinde İstanbul’a hareket için Tokyo limanından demir alınır. 15 aydır vatan özlemi çeken Ertuğrul ve içindekiler, büyük bir keyifle ve hasret türküleriyle vuslat hayalini kurmaya başlamışlardır.

Ancak, İstanbul yolculuğunun başladığı 15 Eylül tarihinden 3 gün sonra, Japonların bahsettiği büyük fırtına patlamış, zarif Ertuğrul amansız dalgalar içerisinde kibrit kutusu gibi savrulmaya başlamıştır. Tüm gemi personeli cansiparene şekilde mücadele ederek Ertuğrul’u feneri görünmekte olan Kuşimoto’ya ulaştırmaya çalışmışlar fakat ağlarını ören kaderlerini yaşamaktan kurtulamamışlardır.

Kuşimoto açıkları irili ufaklı kayalıklardan oluşmaktadır ve devasa dalgalar yine devasa kayalar bir görülüp bir kaybolmaktadır. Hele Ertuğrul’un yakalandığı büyük fırtınalarda, çok daha büyük kayalıklar meydana çıkmakta, dalga geçince kaybolmaktadır. Mevsimine göre en büyük fırtınaya yakalanan Ertuğrul, dalgalar arasında oradan oraya savrulurken, dalgaların meydana çıkardığı bir ada büyüklüğünde kayaya tam ortasından denk gelmiş ve o narin ve zarif Ertuğrul, önce ikiye bölünmüş, sonra bölünen parçalar daha küçük parçalara ayrılmıştır.

18 Eylül 1890 tarihinde vuku bulan bu acı hadise sonucunda 540 kişi şehit olmuş, 6 subay, 63 er olmak üzere 69 kişi kurtulabilmiştir. Sağ kalanlar büyük bir mücadele ile ellerine geçirdikleri tahta vb. malzemelerle kıyıya çıkabilmişler ve bin bir türlü güçlükle yakınlarda bulunan Oşima köyüne ulaşmışlardır. Üstleri başları perişan bir şekilde köye giden Osmanlı denizcilerini gören köylüler, önce gelenlerin kim olduklarını ve ne istediklerini anlayamamışlar, ancak bir deniz kazasına maruz kaldıklarını tahmin etmişlerdir. Köylülerin yetkilileri haberdar etmeleri üzerine bölgeye gelen Japon yetkililer faciayı öğrenmişler ve derhal büyük bir arama kurtarma faaliyetine girişmişlerdir.

Japon görevlilerince ve yerliler tarafından günlerce süren aramalar sonucunda 260 şehidin cesedine veya ceset parçalarına ulaşılmış, Amiral Osman Paşa dâhil diğerlerinin cesetlerine ulaşılamamıştır.

Şehitler, kazanın meydana geldiği Kuşimoto adasına kazadan sağ kurtulan imamın refakatinde defnedilmişlerdir. Kazadan sağ kurtulanlar için Japon hükümeti tüm imkanlarını seferber etmiş, kazazedeler için her türlü imkanını kullanmıştır. Tedavilerinin ardından iki Japon kruvazörü kendilerine tahsis edilerek İstanbul’a nakilleri sağlanmıştır.

Ertuğrul’un bu feci akıbeti, tüm Japonya’yı yasa boğmuş, Japon milleti topyekûn olarak Ertuğrul’a ve onun aziz şehitlerine ağıtlar yakmışlardır.

Öte yandan kazada şehit olanların yakınları ve sağ kurtulanların kendileri için ülkede çeşitli yardım kampanyaları başlatılmış, halk bu kampanyalara yoğun destek göstermiştir.

İstanbul ise faciayı 20 Eylül 1890 tarihinde öğrenmiş, başta Ertuğrul’daki mürettebatın yakınları olmak üzere, Sultan Abdülhamit Han ve tüm İstanbul halkı derin bir mateme bürünmüştür.

Temsil ettiği Devletin şanlı sancağını, yine Devletinin en müşkül zamanlarında uzak denizlerde ve uzak milletlerin limanlarında şerefle temsil eden, Çaka Beylerden, Barbaroslardan, Piri Reislerden, Oruç Reislerden yüzyıllar sonra Türk Denizcilerinin yüz akı olan Ertuğrul ve onun onurlu yolcuları, elim bir kaza sonucu şehit olmuşlar, vatanlarından binlerce mil uzaklıktaki, hiç bilmedikleri serin sularda ruhlarını teslim etmişlerdir. Ama aynı zamanda birisi uzak doğuda, birisi yakın doğuda iki devletin insanlarının birbirlerine gönülden bağlanmalarına vesile olmuşlar, yüz yılı aşan bir süre geçmesine rağmen bu bağlılık süre gelmiştir.

Bilahare Ertuğrul şehitlerinin anısına Kuşimoto Adasında bir anıt yapılmış ve söz konusu anıt, 1929 yılında bizzat Japon İmparatorunun ziyareti ile bambaşka bir anlam kazanmıştır. Söz konusu anıt, genç Türkiye Cumhuriyeti Devletinin iradesiyle yeniden inşa edilmiş ve 1929 yılındaki Japon İmparatorunun ziyaret gününün yıl dönümünde, 03 Haziran 1937 tarihinde görkemli bir açılış yapılmıştır. 03 Haziran tarihi, bundan sonraki yıllarda da artan bir ilgi ve alaka ile Ertuğrul şehitlerini anma günü olarak belirlenmiş ve günümüze kadar devam edegelmiştir.

Tarihimizde unutulmaya yüz tutan bu hazin olay, resmi makamların sembolik etkinlikleri ile devam ederken, bugünlerde gösterime giren “Ertuğrul 1890” adlı sinema filmi ile yeniden gündeme gelmiştir.

Türk ve Japon Devletlerinin destekleri ile beyazperdeye aktarılan söz konusu film, tarihimizde önemli bir yeri olan Ertuğrul’u ve onun şanlı şehitlerinin misyonunu yeni nesillere aktarması bakımından çok önemli bir yapımdır.

Bu vesile ile bu güzel çalışmaya imza atan yetkilileri tebrik ediyor, bundan 125 yıl önce ruhlarını gurbet ellerde hazin bir şekilde teslim eden Ertuğrul şehitlerini rahmet ve minnetle anıyoruz. Allah onlardan razı olsun.

.

Zafer TEKİNzafertekin@sahipkiran.org

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.

sahipkiran Hakkında

Sahipkıran; 1 Aralık 2012 tarihinde kurulmuş, Ankara merkezli bir Stratejik Araştırmalar Merkezidir. Merkezimiz; a) Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü savunan; ülkemizin her alanda daha ileri gitmesi ve milletimizin daha müreffeh bir hayata kavuşması için elinden geldiği ölçüde katkı sağlamak isteyen her görüş ve inanıştan insanı bir araya getirmek, b) Ülke sorunları, yerel sorunlar ve yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın sorunlarına yönelik araştırma ve incelemeler yaparak, bu sorunlara çözüm önerileri üretmek, bu önerileri yayınlamak, c) Tespit edilen sorunların çözümüne yönelik ulusal veya uluslararası projeler yürütmek veya yürütülen projelere katılmak, ç) Tespit edilen sorunlar ve çözüm önerilerimize ilişkin seminer ve konferanslar düzenleyerek, vatandaşlarımızı bilinçlendirmek, amacıyla kurulmuştur.

Yorumlar (1)

  1. […] Sahipkıran Stratejik Araştırmalar Merkezi – SASAM […]

Yorum Ekleyebilirsiniz


%d blogcu bunu beğendi: