Twitter Facebook Linkedin Youtube

“HOCA AHMET YESEVİ’NİN TÜRK TARİHİNDEKİ YERİ” KONULU SÖYLEŞİMİZ GERÇEKLEŞTİ

Merkezimizce düzenlenen okuyucularımıza açık etkinliklerin 29.su; Sayın Namık Kemal ZEYBEK’in katılımıyla “Hoca Ahmet Yesevi’nin Türk Tarihindeki Yeri” konulu bir söyleşi şeklinde gerçekleşti.

Sayın ZEYBEK’e vakit ayırdığı ve bilgilendirici sunumu için teşekkür ediyor, söyleşiden bazı notları okuyucularımızın istifadesi için aşağıda sunuyoruz.

SÖYLEŞİDEN NOTLAR

İnsanlık tarihinin 100-150 bin yıl geçmişi olduğu söyleniyor. İnsanlar belki 100 bin yıl boyunca hüda-i nabit ürünlerle yaşadılar (toplayıcılık ve avcılık ile geçindiler), üretim yoktu ve henüz kabileler ve/ya kavimler oluşmamıştı. Günümüzden 20 bin yıl kadar önce son buzul çağı yaşandı ve Ortalık Asya (Merkez Asya) denilen ve bizim Turan olarak tanımladığımız bölge oluştu. Bu bölgede yaşayan insanlar, dünyada ilk defa tarımı keşfettiler ve başta at olmak üzere bazı hayvanları evcilleştirmeyi başardılar. Böylece insanlık tarihinde ilk defa üretim ilişkileri başladı. Böylece Türk kavmi oluştu. Atı evcilleştirmeleri, üzengiyi bulmaları ve çeliği işleyip silah olarak kullanabilmeleri, Türkleri diğer kavimlere göre medeni ve üstün hale getirdi. Zamanla Türkler üreyip taştılar, güneye inip Çin’deki toplulukları bir millet haline getirip yönettiler. Teşkilatçılıkları ve askeri üstünlükleri sayesinde 1000 kişi gittikleri yerlerde 100 binleri derleyip toparlayıp yönetebiliyorlardı.

Türk kavminin bir de inancı vardı ve bu inancı hangi dine girerlerse girsinler taşıdılar. Bu inanca göre Tanrı (tengri), varlığın bütünüdür ve her yerdedir. Tanrı ezeli (bayat) ve ebedidir (bengü). Tanrının sırrına yaklaşan ve onun tezahürü niteliğinde varlıklar vardır (bazı ağaçlar, nehirler, dağlar vb. gibi). Bugün hala Orta Asya Cumhuriyetlerinde bu inanışın devamı görülmektedir. Örneğin bir ardıç ağacı, arça evliya (ardıç evliya) olarak isimlendirilmekte ve kutsal olarak kabul edilmektedir. Yine küçük bir şelale, Damçı Evliya (Damlayan Evliya) olarak nitelendirilmektedir. Bu inanışta ataların ruhları kutsaldır ve ataların ruhundan yardım istenir (Manas destanında örnekleri vardır). Yine bu inanışa göre; Tanrı kişinin içindedir. Kişi iyi bir insan olursa, ışığı ziyadeleşir ve kendi cennetini oluşturur. Kurtuluş, kişinin kendi eylemlerindedir. İnsanın iki bedeni vardır; ışık bedeni (ruh) ve madde bedeni (ceset). Işık bedeni, kişi iyi biriyse madde bedenini terk ettiğinde Uçmağa (Cennet, gökyüzü), kötü biriyse Tamaga (Cehennem, yerin dibi) gider. Bu nedenle erdemli olmak esastı. 3 temel erdem bulunmakta idi; 1- Bilge olmak (sürekli bilgisini artırmak), 2- Alp olmak (savaşta yiğit, barışta girişimci olmak) ve 3- Tüz (düz, dürüst) olmak.

Kama denilen din adamları, sadece rehberlik yaparlar ve toplu ayinleri yönetirlerdi.

Türkler, bir Kalaş Türkmeni olan Hallac-ı Mansur’un gayretleriyle kitlesel olarak İslam’a girdiler. Hallac-ı Mansur, İslamiyeti anlattığında Türkler, “Bu, bizim dinimizi anlatıyor” dediler. Hallac-ı Mansur, bol bol keramet gösteriyordu ve Türkleri çok etkiledi. Dokuzuncu asrın sonlarında ve onuncu asrın başlarında, 200 bin çadır halkı Müslüman oldu. Türklerin dünyayı yönetmek için özel seçilen bir millet olduğu şeklinde bir bilinç oluştu. Müslüman olan bu Türkler, Karahanlı Devletini kurdular. Bu dönem, Kutadgu Bilig ve Divan-ı Lügati’t Türk’ün yazıldığı dönemdir. Divan-ı Lügati’t Türk’ün girişinde, Türklerin dünyaya hükmedecekleri ve bunun için Türkçe öğrenmelerinin gerekli olduğu, Abbasi Hükümdarlarına öğütlenmiştir.

Hallac-ı Mansur hakkında bir kitap yazan Fransız araştırmacı Louis Massigno, “Türkler Müslüman olmalarına değer atfediyorlarsa, bilsinler ki bunu Hallac-ı Mansur’a borçludurlar” demiştir.

Büyük Selçuklu döneminde kendisi de bir Fars olan Nizamü’l Mülk tarafından kurulan Nizamiye Medreselerinin eğitim dili Farsça idi. Bu nedenle Selçuklu hükümdarları ve aydınları Farslaşmaya başladı. O kadar ki Selçuklular, kendilerini Samani Devletinin devamı olarak görüyorlar ve çocuklarının ismini Şehname’de geçen ve Farsların İslam öncesi komutanlarının isimlerinden seçiyorlardı (örneğin Keyhüsrev, Keykavus ve Keykubat gibi isimlerdeki “key”; farsça bir kelime olup “alp” demektir). Yine Mevlana ve Nizam-ı Gencevi gibi ünlü alim ve şairler, eserlerini Farsça yazmayı tercih ediyorlardı. Böylece Türkler, Farsçayı edebiyat dilinden bilim diline yükselttiler. Türkçe yok olmak üzere idi.

Hoca Ahmet Yesevi, böyle bir dönemde hem İslam’ı henüz Müslüman olmamış Türkler ve diğer topluluklar arasında yaydı, hem de Türkçeyi diriltti. Binlerce derviş yetiştirdi (Rivayete göre 12 bin dervişi yanında, 99 bini ise irşad için farklı bölgelerde idi). Arnavutlar ve Boşnakların Yesevi dervişleri sayesinde Müslüman oldukları bilinmektedir.

Cengiz’in orduları Selçuklu’yu haritadan silince bir boşluk oluştu. Bu boşluk, alperenler tarafından dolduruldu. Rivayete göre sadece Osman Gazi’nin etrafında 500 bin Yesevi dervişi/alpereni toplanmıştı. Karamanoğlu Mehmet Bey’in Türkçeyi zorunlu kılması, Yesevi dervişlerinin oluşturdukları bilinç ile gerçekleşmişti. Timurluyu, Osmanlıyı ve Babürlüyü oluşturan ruh, Yesevi ruhudur. Selçuklu kendini Fars (tacik) olarak görürken, Osmanlı kendisini Türk ve Karahanlı Devletinin devamı olarak görüyordu (Oğuz-Karahan nesli).

Selçuklu döneminde itikadi olarak Eşarilik yaygın iken, Osmanlı döneminde Maturidilik hâkim oldu. Eşarilik nakli esas alırken, Maturidilik aklı esas alıyordu. Maturidilik, akıl ve bilimi ön plana çıkardığı için bilimsel gelişmelere daha açık bir anlayış idi. Selçuklu döneminde Mısır’a taşınan Eşarilik, Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethetmesinden sonra Osmanlı’ya taşındı ve bilimsel gelişme durdu. Katip Çelebi, bu hususu şöyle anlatır; “Osmanlının başından başlayarak Kanuni Sultan Süleyman dönemine kadar felsefe (hikmet), akıl bilimleri ve şeriat, birbiriyle bağdaştırılarak öğretilirdi. Fatih Sultan Mehmet, Sahn-ı Seman Medresesi ile bu durumu kanunlaştırmıştı. Ebu’s Suud ile birlikte felsefe medreseden dışlandı ve ilim hayatına kesat girdi. Allah’ın ‘göklerin yaratılmasına bakmaz mısınız’ mealindeki ayetini, öküz gibi bakmak olarak anlayanlar alim oldu” . Kanuni sonrasında, ‘meleklerin bacakları izleniyor’ gerekçesiyle rasathaneler kapatıldı! 1910’a kadar Osmanlı Medreselerinde matematik öğretilmiyordu.

Ahmet Yesevi’nin öğretilerinden bazıları;

Allah’a ulaşmanın yolu, insanlara iyilikten geçer.

Allah’a aşk ile ulaşılır.

İnsanı inancından ötürü incitme (Sünnet olan budur).

Emek sömürüsü yapma (Yesevi dervişlerinin bir işinin olması, kazanıp dağıtmaları zorunlu idi).

Kadın ve erkek ayırımı yoktur.

Bilim tahsili, kadın erkek herkese farzdır.

Ahmet Yesevi ile ilgili İslam Ansiklopedisinde yer alan madde şöyledir;

“cilt: 02; sayfa: 161
[AHMED YESEVÎ – Kemal Eraslan]
Sultan Sencer vefat etmiş (1157), Hârizmşahlar kuvvetli bir İslâm devleti haline gelmeye başlamışlardı. Bu uygun şartlar altında Ahmed Yesevî Taşkent ve Siriderya yöresinde, Seyhun’un ötesindeki bozkırlarda yaşayan göçebe Türkler arasında kuvvetli nüfuz sahibi olmuştu. Etrafında İslâmiyet’e bütün samimiyetiyle bağlı olan yerli halk zümresi ile yarı göçebe köylüler toplanıyordu. İslâmî ilimlere vâkıf olan, Arapça ve Farsça bilen Ahmed Yesevî, çevresinde toplananlara İslâm’ın esaslarını, şeriat hükümlerini, tarikatının âdâb ve erkânını öğretmek gayesiyle sade bir dille ve halk edebiyatından alınma şekillerle hece vezninde manzumeler söylüyor, “hikmet” adı verilen bu manzumeler, ayrıca dervişleri vasıtasıyla en uzak Türk topluluklarına kadar ulaştırılıyordu. Hikmetlerin muhtevası, Ahmed Yesevî’nin hayatı hakkında bazı bilgiler vermektedir. Ancak bunların tarihî hakikatlere ne derece uygun olduğunu tesbit etmek güçtür. Buna rağmen Yesevî’nin şiirlerinde yer alan bu bilgiler hayatına, tahsiline, sülûk*üne, ulaştığı makam ve mertebelere dair bazı açıklamalar getirmesi bakımından oldukça değerlidir.

Rivayete göre, Ahmed Yesevî’nin on iki bini kendi yaşadığı muhitte, doksan dokuz bini de uzak ülkelerde bulunan müridleri ve geleneğe uygun olarak hayatta iken tayin ettiği pek çok halifesi bulunmaktaydı. İlk halifesi Arslan Baba’nın oğlu Mansûr Atâ idi. Mansûr Atâ 1197 yılında vefat edince yerine oğlu Abdülmelik Atâ, Abdülmelik Atâ’nın vefatından sonra yerine oğlu Tâc Hâce, daha sonra da onun oğlu Zengî Atâ irşad mevkiine geçtiler. İkinci halifesi Hârizmli Saîd Atâ, üçüncü halifesi, Yesevî tarzındaki hikmetleri ve menkıbeleri ile Türkler arasında büyük bir şöhret ve nüfuz kazanan Süleyman Hakîm Atâ’dır. Hakîm Atâ Hârizm’de yerleşip irşada başladı, 1186 yılında vefat edince Akkurgan’a defnedildi. Hakîm Atâ’nın en meşhur müridi Zengî Atâ idi. Zengî Atâ’nın başlıca müridleri ise Uzun Hasan Atâ, Seyyid Atâ, Sadr Atâ ve Bedr Atâ’dır. Yeseviyye silsilesi bilhassa Seyyid Atâ ile Sadr Atâ’dan gelmektedir.

Mürşidi Şeyh Yûsuf el-Hemedânî gibi Ahmed Yesevî de Hanefî bir âlimdir. Kuvvetli bir medrese tahsili görmüş, din ilimleri yanında tasavvufu da iyice öğrenmiştir. Bununla beraber devrinin birçok din âlim ve mutasavvıfı gibi belli bir sahada kalmamış, inandıklarını ve öğrendiklerini çevresindeki yerli halka ve göçebe köylülere anlayabilecekleri bir dil ve alıştıkları şekillerle aktarmaya çalışmıştır. Bir mürşid ve ahlâkçı hüviyetiyle onlara şeriat hükümlerini, tasavvuf esaslarını, tarikatının âdâb ve erkânını öğretmeye çalışmak, İslâmiyet’i Türkler’e sevdirmek, Ehl-i sünnet akîdesini yaymak ve yerleştirmek başlıca gayesi olmuştur. Bu öğreticilik vasıfları sebebiyle hikmetleri, bazılarınca lirizmden uzak ve sanat endişesi taşımadan söylenmiş şiirler olarak kabul edilmiştir. İslâm şeriatına ve Hz. Peygamber’in sünnetine sık sıkıya bağlı olan Ahmed Yesevî’nin şeriat ile tarikatı kolayca telif etmesi, Yesevîliğin Sünnî Türkler arasında süratle yayılıp yerleşmesinin ve daha sonra ortaya çıkan birçok tarikatlara tesir etmesinin başlıca sebebi olmuştur.

Ahmed Yesevî edebî şahsiyetinden ziyade fikrî şahsiyetiyle, tarihî hayatından ziyade menkıbevî hayatıyla Orta Asya Türk dünyasının en büyük ismidir. Onun gibi geniş bir sahada ve asırlarca tesirini devam ettirebilmiş bir başka şahsiyet gösterebilmek mümkün değildir.

Eserleri. Dîvân-ı Hikmet*. Ahmed Yesevî’nin “hikmet”lerini içine alan mecmuanın adıdır. Dîvân-ı Hikmet nüshalarının muhteva bakımından olduğu kadar dil bakımından da önemli farklılıklar arzetmesi, bunların farklı şahıslar tarafından değişik yerlerde meydana getirildiğini açıkça göstermektedir. Bir kısmı kaybolan veya zamanla değişikliğe uğrayan hikmetler derlenirken araya aynı ruh ve ifadedeki yeni hikmetler de ilâve edilmiş, böylece gittikçe aslından uzaklaşılmıştır. Kime ait olursa olsun bütün hikmetlerin temelinde Ahmed Yesevî’nin inanç ve düşünceleri, tarikatının esasları bulunmaktadır. Hikmetler Türkler arasında bir düşünce birliğinin teşekkül etmesi bakımından çok önemlidir.

Ahmed Yesevî’ye izâfe edilen Fakrnâme ise Dîvân-ı Hikmet’in Taşkent (Hikmet-i Hazret-i Sultânü’l-ârifîn Hâce Ahmed b. İbrâhim b. Mahmûd İftihâr-ı Yesevî, 1312, s. 2-15) ve bazı Kazan baskılarında (meselâ, Sultânü’l-ârifîn Hâce Ahmed b. İbrâhim b. Mahmûd İftihâr-ı Yesevî, 1311, s. 3-17) yer almaktadır. Müstakil bir risâleden çok Dîvân-ı Hikmet’in mensur bir mukaddimesi durumunda olan Fakrnâme’nin Dîvân-ı Hikmet yazmalarının hiçbirinde bulunmaması, Ahmed Yesevî tarafından kaleme alınmadığını, daha sonra Dîvân-ı Hikmet’i tertip edenler tarafından yazılıp esere dahil edildiğini göstermektedir. Fakrnâme, metnin dil hususiyetlerinin ele alındığı geniş bir incelemeyle birlikte Kemal Eraslan tarafından yayımlanmıştır (TDED, XXII, s. 45-120).

BİBLİYOGRAFYA:

Ali Şîr Nevâî, Nesâyimü’l-mehabbe min şemâyimi’l-fütüvve (haz. Kemal Eraslan), İstanbul 1979; Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi; a.mlf., Araştırmalar; a.mlf., İlk Mutasavvıflar; a.mlf., “Ahmed Yesevî”, İA, I, 210-215; a.mlf., “Ahmed Yesevî”, UDMİ, II, 157-166; Kemal Eraslan, Dîvân-ı Hikmet’ten Seçmeler, Ankara 1983; a.mlf., “Yesevî’nin Fakr-nâme’si”, TDED, XXII (1977), s. 45-120; a.mlf., “Çagatay Edebiyatı”, İA, III, 270-323; Banarlı, RTET, I, 276-281; M. Kemal Özergin, “Dînî-Tasavvufî Edebiyatımızdan Dîvân-ı Hikmet”, Nesil, sy. 45-46, İstanbul 1980, s. 8-12; F. İz, “Aĥmad Yasawī”, EI² (İng.), I, 298-299.”

SÖYLEŞİDEN KARELER:

IMG_0163

IMG_0161IMG_0156IMG_0158 IMG_0159

IMG_0150

sahipkiran Hakkında

Sahipkıran; 1 Aralık 2012 tarihinde kurulmuş, Ankara merkezli bir Stratejik Araştırmalar Merkezidir. Merkezimiz; a) Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü savunan; ülkemizin her alanda daha ileri gitmesi ve milletimizin daha müreffeh bir hayata kavuşması için elinden geldiği ölçüde katkı sağlamak isteyen her görüş ve inanıştan insanı bir araya getirmek, b) Ülke sorunları, yerel sorunlar ve yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın sorunlarına yönelik araştırma ve incelemeler yaparak, bu sorunlara çözüm önerileri üretmek, bu önerileri yayınlamak, c) Tespit edilen sorunların çözümüne yönelik ulusal veya uluslararası projeler yürütmek veya yürütülen projelere katılmak, ç) Tespit edilen sorunlar ve çözüm önerilerimize ilişkin seminer ve konferanslar düzenleyerek, vatandaşlarımızı bilinçlendirmek, amacıyla kurulmuştur.

Yorum Ekleyebilirsiniz


%d blogcu bunu beğendi: