Twitter Facebook Linkedin Youtube

IŞİD’İ ANLA(MA)MAK

Taha KILINÇLacivertdergi

Kafalarımız Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) ya da yeni ismiyle İslam Devleti (İD) hakkında oldukça karışık. Bir yandan medya üzerinden yoğun bir ‘bilgi’ akışı var. Bu ‘bilgi’ akışı sayesinde, IŞİD hakkında zihinlerde bir imaj oluşuyor. Buna göre IŞİD; kafa-kol kesen, kadınları cariye olarak zapt eden, kızların sünnet edilmesi fetvaları yayımlayan, Kâbe’yi yıkma tehditleri savuran, Kur’ân’ı değiştireceğini açıklayan vahşi bir yamyam ordusu. Diğer yandan, IŞİD hakkında, belki de başka hiçbir bölgesel oluşum hakkında olmadığı kadar yoğun bir komplo teorisi furyası yayılıyor. ‘CIA kurdu’, ‘Lideri Yahudi’, ‘İran destekliyor’, ‘Arkasında Türkiye var’, ‘Suriye’de Baas rejimiyle ortak iş yapıyor’ gibi cümleler artık kahvehane muhabbetlerine kadar düşmüş durumda.

Tüm bunların ötesinde somut bir gerçeklik var: IŞİD, Irak’ta ve Suriye’nin doğu kesiminde etkinliğini günden güne artırırken, Türkiye’yi de kısa ve orta vadede birçok yönden ilgilendiren bir Ortadoğu aktörü durumunda. Dolayısıyla hem medya dedikodularından hem de komplo teorilerinden hızla uzaklaşarak, bu haşin ve zorba aktörü yakından tanımak bir zaruret haline geldi.

Bu yazı, IŞİD (ve ona benzer diğer Selefi-cihadi hareketler) hakkında arka plan bilgisi vermeyi ve onların felsefelerine dair bazı noktalara işaret etmeyi amaçlamaktadır. IŞİD’in kuruluşu, tarihi gelişimi, önemli şahsiyetleri ve eylemleri gibi konulara -özellikle internet üzerinden- kolaylıkla ulaşmak mümkün olduğundan, böylesi fazladan malumatlar meraklı okuyucunun kişisel çabasına havale edilecektir.

Böyle olacağını bilselerdi…

Sovyetler Birliği 1979’un Aralık ayında Afganistan’ı işgal etmeye başladığında, İslam dünyası -bilhassa Araplar- İran’da gerçekleşen İslam Devrimi’nin şokunu henüz atlatamamıştı. Devrim ihracı tartışmalarının yarattığı kaygılar ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki kronik çatışmanın bölgede doğurduğu gerilime eklemleniyor, böylece Ortadoğu hükümetlerinin zihninde büyük bir belirsizlik ve endişe hüküm sürüyordu.

Afganistan işgalinin hemen öncesinde, 4 Kasım’da Tahran’daki ABD Büyükelçiliği’nin işgal edilmesi, ardından 20 Kasım’da Mekke’de Mescid-i Haram’ın bir grup fanatik ‘Mehdici’ tarafından baskına uğraması, iktidar sahiplerinin endişelerini daha da artırdı. Bu tür ‘aşırı’ hareketler yayılacak mıydı? Bölgeyi bir devrimler hâlesi mi kuşatacaktı? Her ülkenin içinde var olan şiddet yanlısı uçlar, bu hareketleri örnek alıp kendi başkentlerinde ‘maraza’ mı çıkaracaktı?

Neyse ki kısa süre sonra Sovyetler Birliği Afganistan’ı işgale başladı da, Ortadoğu’nun muktedirlerine kendi bünyelerindeki fanatiklerin enerjilerini yok etme fırsatı doğdu. Özellikle Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır’da insanlar akın akın ‘Moskof kâfirine karşı cihad’a yönlendirildiler. Devletler ‘mücahit’lerin yol ve iaşelerini bizzat karşıladı.

Hesap basitti: Gidecekler ve oralarda ‘telef’ olacaklardı. Ancak hesap tutmadı. Arap savaşçılar, mücadeleden, haklı biçimde elde ettikleri ‘mücahit’ unvanlarıyla ve sınırsız bir savaşma yeteneğiyle galip olarak çıktılar. Usame Bin Ladin, Abdullah Azzam, Eymen Zevâhiri ve onların sonraki neslinden Ebu Mus’ab Zerkâvi ve diğerleri hep bu döngünün ortaya çıkardığı isimlerdi. Ve biriken enerjilerini en aktif şekilde kullanmaktan da çekinmediler. Hâlâ senaryosu o yıllarda yazılan bir filmin yeni bölümlerini izlemeye devam ediyoruz.

Arap devlet ricali, sonunun böyle biteceğini bilseydi, bu maceraya hiç atılmazdı muhtemelen…

Sadece ‘terörist’ mi?

Her şeyden önce şunun altını bir çizelim: IŞİD, yapısı itibariyle bir terör örgütüdür. Terörü bir yöntem olarak kullanmakta, rakiplerini de yine bu sayede alt etmektedir. Ancak şunun da altını çizelim: Hiçbir terör örgütü, sosyal destek sağlamadan ve halk içinden taraftar elde etmeden bu ölçüde kolay ve hızlı ilerleyemez.

O zaman bu noktada sorulması gereken soru şudur: IŞİD (ve tabii, ona benzer diğer Selefi-cihadi hareketler de) toplumsal tabanlarını nasıl sağlıyor? Bu yapılanmalar insanlara ne vadediyor?

Bu hareketlerin güçlü taraflarına baktığımızda, bunları üç ana başlıkta toplamamız mümkün: 1) Etkileyici ve ateşli bir retorik 2) Hedefe ulaşmayı kolaylaştıran, yıllara dayalı savaşçılık deneyimi 3) Sosyal ve siyasal zaaflardan yararlanma konusunda gösterilen başarı.
Kur’ân’ın üzerinde önemle durduğu cihad, savaş, zalim, mazlum, adalet gibi kavramlar, Selefi-cihadi hareketlerin retoriğinde de başat unsurları teşkil ediyor. Kur’ân ayetlerini kendileri için ‘bağlayıcı âmir’ olarak gören kitlelerin, bu retoriğe kayıtsız kalması ve harekete geçmemesi beklenemez.

Söylemlerindeki lokomotif unsurları, ‘bayrak’ haline getirdikleri savaş içerikli ayetlerden alan bu yapılanmalar, ‘Haksızlıkları sona erdirme’, ‘Zalimleri devirme’, ‘Mazlumları kurtarma’ gibi parlak hedeflerle, dünyanın dört bir yanından her yaşta insanı saflarına çekmeyi başarıyor. Bu başarı, söylemlerin gücü kadar, özellikle Ortadoğu’da acımasız diktatör yönetimlerin neden olduğu adaletsiz manzaradan da kaynaklanıyor.

IŞİD özelinde konuşacak olursak, üyelerinin hatırı sayılır bir kısmını ‘yabancı mücahitler’in oluşturduğu bu yapının Irak’ta böylesine kolayca ve neredeyse hiçbir engele takılmadan ilerleyebilmesi, toplumun belli bir kesiminin onunla işbirliğine gitmesi sayesinde mümkün oldu. Dini ya da mezhebinden önce ırkı ön plana çık(arıl)an bir ‘Kürt’ Cumhurbaşkanı ve fanatik ‘Şii’ bir Başbakan tarafından yönetilen Irak’ta Sünniler ve eski rejimin bağlıları kendilerini dışlanmış hissettiler. IŞİD gibi halk nazarında meşruiyetini dinî metinler üzerinden kuran ve savaşmayı da iyi bilen bir yapı ortaya çıkınca da, bahsedilen bu kesimler hemen desteklerini onun hizmetine verdiler.

IŞİD’in bugün Kürt bölgesine ya da Şiilere özellikle saldırıyor olmasının ardında, ta Amerikan işgalinin başlangıcına kadar giden ve o zamandan günümüze biriken kinler yer alıyor. Saddam Hüseyin yönetiminin kanla bastırdığı Şiilerin birdenbire ülke yönetiminin en tepesine kadar tırmanması, bununla birlikte Ebu Gureyb Hapishanesi’nde en vahşi biçimiyle dünyanın da tanık olduğu korkunç işkence yöntemlerinin Sünni kesimleri canından bezdirmesi, asla unutulmaması gereken ayrıntılardır.

Bu izah, IŞİD’in yaptıklarını masum göstermez, ancak yaşananları anlayabilmek için, ‘Neden?’ sorusuna mantıklı bir açıklamanın getirilmesi de şarttır.

Nitekim IŞİD’in ilk aşamadaki ilerlemesi, Yûsuf el Karadâvî gibi siyasi feraseti yüksek bir âlim tarafından bile ‘Sünni Baharı’ olarak isimlendirilmişti. Bu, yaşananların, Arap kamuoyunun gözünde nasıl göründüğünü anlamak bakımından önemli bir göstergeydi.

Hikmetten ve iknadan uzak bir din dili

Selefi-cihadi hareketler, Kur’ân ayetlerini kendilerine ‘bayrak’ edinmelerine rağmen, dinî anlayışlarını daha çok ‘rivayet kültürü’ -yani klasik İslam literatüründe kısaca ‘hadis’ dediğimiz ikincil kaynak- üzerine kurmuşlardır. Söylemler içeriğini ayetlerden alırken, uygulamada hadisler çoğu defa ayetleri geride bırakır. Bu ise, 1400 sene öncesini aynen günümüze aktarmaya çalışma anakronizmini doğurur.

Sakalların uzatılış biçimden giyim-kuşama, paçaların kısaltılmasından müzik vb. eğlencelere getirilen katı kısıtlamalara kadar birçok şey, ‘hadis’ adı altında günümüze aktarılan literatürün sorgulanmadan ve ‘tamamen sahih’ kabul edilerek uygulanmasının sonuçlarıdır. Bu söylemde ne kadının yerini, ne müziğin hükmünü, ne toplumsal kurallardaki esnemeleri, ne de zamanla bazı hükümlerde kaydırma-yer değiştirmelerin olabileceğini tartışmak mümkündür.

Selefi-cihadi hareketlerin belki de en büyük handikapı, İslami hükümleri toplumlara hikmetle ve ikna yoluyla değil, yukarıdan dayatarak ve baskıyla benimsetmeye çalışmalarıdır. Tedricilik, hükümlerin toplumun bünyesi tarafından yavaş yavaş sindirilmesi, insanlara belki bazen günah işleme fırsatının da tanınması gibi esneklikler onların semtine uğramamıştır. Şeriat ‘ilan edilen’ bir şeydir onlara göre, insanların gönül rızaları ile ‘kabul’ etmeleri olacak şey değildir. Şeriat bir kez ‘ilan’ edildi mi de, artık herkes ona boyun eğmek durumundadır. Çünkü şeriat, ‘Allah’ın karşı gelinemez yasası’dır.

Bu noktada, şeriat denildiğinde Müslüman toplumların tek bir tasavvurunun bulunmadığı da hatırlanmalı. Sünnilerle Şiilerin şeriat anlayışları tamamen farklı olduğu gibi, Sünni mezhepler içinde de meşrebe ve yoruma göre birbirinden farklı birçok şeriat vardır. Şu durumda, aslında IŞİD türü yapılanmalar sadece kendi şeriatlarını, ya da -daha doğru bir ifadeyle- şeriattan kendi anladıklarını ortaya koymakta ve insanları da buna uymaya zorlamaktadır.

‘Şeriatın uygulanması’ bahsinde, Selefi-cihadi hareketlerin en çok öne çıkan yanları, cezaları tatbik etmekte gösterdikleri acele ve huşunettir. Medyaya da fazlaca malzeme çıkar buradan: Taşlanarak öldürülen kadınlar, kolu kesilen hırsızlar, içki içtiği için dövülen gençler vs.

Bir hırsızın elinin devlet tarafından kesilebilmesi için devletin, vatandaşlarının refah seviyesini asgari biçimde temin ederek hırsızlığın sebeplerini ortadan kaldırması gerektiği; zina eden birine ceza vermeden önce, nesilleri zinaya düşürecek nedenlerin yok edilmesi ve evliliklerin maddi-manevi şekilde kolaylaştırılması mecburiyeti; dini kulların gönüllü biçimde ve bir süreç dâhilinde kitlelere benimsetilmesi gibi ‘hikmet’ler es geçilmektedir. Hal böyle olunca da, şeriat adı altında gündeme getirilen uygulamalar kısa ve uzun vadede kitlelerin İslam’dan uzaklaşmasından başka sonuç doğurmamaktadır.

Bütün bunlara bağlı olarak, Selefi-cihadi hareketlerin en büyük başarısızlığı, çok parlak zaferlerle dolu geçen savaş süreçlerinin ardından sıra barış zamanında toplumsal bir yapı oluşturmaya geldiğinde, sürdürülebilir sosyal projeler ortaya koyamamalarıdır. Geçmişte Afganistan’da, Bosna’da, Çeçenistan’da bu durum tecrübe edildi. ‘Mücahitler’, düşmana karşı destan tadında kahramanlıklar sergilediler, ancak savaş sonrasında toplumları idare edemediler. Ya Afganistan örneğinde olduğu gibi iç savaş ve kaosa hizmet ettiler; ya da Bosna ve Çeçenistan örneklerindeki gibi toplumların bünyesinden tümüyle dışlandılar. Savaş esnasında tek düşmana karşı birlik olabilen farklı guruplar, savaşın ardından bir arada kalıp düzen kurmayı ne yazık ki başaramadılar.

Bugün Suriye ve Irak’ta gittikçe güçlendikleri görülen bu hareketler, yapılarındaki zorbalık ve hikmetten uzaklık nedeniyle, yakın geçmişteki diğer örneklere benzer şekilde, marjinalleşecek ve toplumsal desteklerini hızla yitireceklerdir.

Tanımlamadan önce tanımak

IŞİD türü yapılanmaları ezber jargonlar üzerinden tanımlayıp, onları nefret ve kin odağı haline getirmeden önce, soğukkanlılıkla tanımak ve anlamak gerekiyor. Bu yapılanmalar, günümüzde birdenbire çıkıvermiş, tarihte ve coğrafyada kökleri bulunmayan, ‘türedi’ oluşumlar değildir. Hepsinin, ta İslam’ın ilk yıllarındaki iç savaşlara kadar uzanan mazileri ve gelişim evreleri vardır. İslam tarihini sakin ve duru bir kafayla yeniden, -olumlu ya da olumsuz anlamda- ön yargıdan uzak şekilde okumadan, bu hareketleri kavramak mümkün olmayacaktır.

Ortadoğu’da sahneye çıkan her etkili hareket gibi, bu hareketin (IŞİD) de dışarıdan yönlendirilmesi ya da yönlendirilmeye çalışılması mümkündür. Ancak, ‘Yahudiler kurdu, İngilizler yönetiyor’ türünden ‘sosyal medya malumatfuruşluğu’ yapmak da, meseleyi izah etmek yerine daha da karmaşıklaştıracak bir zihnî tembelliğe işaret ediyor. Kendisini destekleyen güçlü bir sosyal tabanı, kitleleri sarsan dinî bir söylemi ve mevcut düzene alternatif vadeden siyasi bir duruşu olmadan, hiçbir hareket sadece ‘dış mihraklar’ tarafından bu şekilde yönlendirilemez. Bu, insanın da, coğrafyanın da, tarihin de fıtratına aykırı bir durumdur. Her ne kadar dışarıdan desteklenmesi muhtemel olsa da içeride toplumsal olarak oluşan boşlukların bir şekilde doldurulduğu da su götürmez bir gerçektir.

İslam dünyası ve Müslümanlar, IŞİD türü ‘aşırı’ yapılanmalara kızıyorlarsa; dinî, sosyal ve siyasal açıdan tutarlı, kitleleri doğru hedeflere yönlendirebilecek şekilde donanımlı, dış baskıları göğüsleyebilecek yapıda, güçlü ve onurlu bir bünye meydana getirmek zorundalar.
Aksi takdirde, hayal kırıklığına uğrayan kitlelerin umutlarından doğan boşluk, böylesi hareketler tarafından doldurulmaya ve istismar edilmeye devam edecektir. İslam tarihinin başlangıcından günümüze dek hep olageldiği gibi…

Yazının orijinali için tıklayınız.

 

sahipkiran Hakkında

Sahipkıran; 1 Aralık 2012 tarihinde kurulmuş, Ankara merkezli bir Stratejik Araştırmalar Merkezidir. Merkezimiz; a) Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü savunan; ülkemizin her alanda daha ileri gitmesi ve milletimizin daha müreffeh bir hayata kavuşması için elinden geldiği ölçüde katkı sağlamak isteyen her görüş ve inanıştan insanı bir araya getirmek, b) Ülke sorunları, yerel sorunlar ve yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın sorunlarına yönelik araştırma ve incelemeler yaparak, bu sorunlara çözüm önerileri üretmek, bu önerileri yayınlamak, c) Tespit edilen sorunların çözümüne yönelik ulusal veya uluslararası projeler yürütmek veya yürütülen projelere katılmak, ç) Tespit edilen sorunlar ve çözüm önerilerimize ilişkin seminer ve konferanslar düzenleyerek, vatandaşlarımızı bilinçlendirmek, amacıyla kurulmuştur.

Yorum Ekleyebilirsiniz


%d blogcu bunu beğendi: