Twitter Facebook Linkedin Youtube

CİHADIN MAHREM HİKAYESİ (KİTAP ÖZETİ)

Cihadın Mahrem Hikayesi adlı kitaptan (Gözden geçirilmiş 2. Baskı, Ark Kitapları, 2012), yapmakta olduğum bir çalışmada kullanabileceğimi ve sizin de ilginizi çekebileceğini düşündüğüm bazı bölümleri ilginize sunuyorum.

***

Mücahidlerin ahvali cihad idealinden kopmamızı gerektirmez, cihad idealine bağlılığımız mücahidlerin ahvalini her yönüyle tasdik etmemizi gerektirmez. (s.18)

Varoşların lümpen kent yoksulları, cihad cereyanının başlıca insan kaynağı oldular. (s.20)

“Türk/iyeli”. Türk’e Türk diyemeyen adamın hangi sözüne kulak verilmelidir bilmem ki. Türkiyeliler birleşip Türkleri sonunda kovacaklar memleketten, ayıptır vallahi. Sebetayist Kemalist Türkçülere babalarından kalmış Türklük ya; Türklüğü onlara bırak, İslam’a zıt bir kimlikmiş gibi idrak et ve ettir. Böyle yapman anca Türk düşmanlarından aferin almana yarar, seni kimliksiz bir kozmopolit haline getirir, tarihsiz ve talihsiz fotosentez yapar gidersin. İslamcılık sana zerre fayda vermez.” S.26

“Kur’an merkezli”. Vay canına, bundan ala merkez mi olur, niye daha önce düşünen hiç çıkmamış ki, sizler dahi falan olmalısınız. Şöyle bir kitapçık hazırla da sünnet neymiş, hangisi hadismiş hangisi uydurmaymış bilelim mirim. 1400 senedir merkezsiz gelmiş merkezsiz giden şu ümmete himmet et bir hidayet buyur, bir türlü anlayamadıkları hakikati söyleyiver de cümlesi necat bulsun. Seleften, müçtehid alimlerden, Ebu Hanife’den Şafi’den hepsinden geçtim sen ne dersen o, sen ki Kur’anı’ı merkeze koydun ya, tüm hakikatler mıknatısın yanında hizaya giren demir tozlarına döndü, tüm ihtilaflar kaçacak delik aradı, senin gibi 2-3 tane adam tabiin döneminde gelseydi bu mezhep safsatalarının hiç biri olmaz, din bu hale mümkün değil gelmezdi. Peygambersizliğin, sünnetsizliğin, hadissizliğin, takvasızlığın üstüne mealleri diz de gözükmesin. Merkeze koy, hah işte oraya.” S.26-27

“Evrensel düşünme damarı”, “Evrensel düşünen müslümanlar”. Mezhepsizler olmasın bunlar? Mezheplilik zafiyet, mezhepsizlik fazilet. Fakat dürüst olalım, tüm sıkıntı Ehl-i Sünnet olmakta öyle değil mi? Ehl-i Sünnet’ten olmayalım da ne halt olursak olalım. Şii, Mutezili, İbadi, mezhepler tarihi kitaplarında ne bulursan fal açar gibi aç bir tane, bak bakalım bayraklaştırabileceğimiz bir şeyler söylemişler mi, Ehl-i Sünnet olmadıklarına göre kesin söylemişlerdir. Ehl-i Sünnet zaten sultanları arkasına aldığı için bugüne kalmış, saraylara karşı hakkı diğerleri söylemiş. Sünnilerle sultanlar el ele verip tarihten ve kitaplardan silmişler onları o yüzden. Ehl-i Sünnet, nasıl derler, çok banalll, çok egemen ve vulgar; biz sahih gelenek damarını takip edelim, neredeydi şu damar, bir iki şaplak at da belli olsun, sık biraz sık, hah galiba şu, yoksa şu mu? Türkiye İslamcılığının bana yedirdiği tüm dolmaları tek tek huzurunda kusuyorum okur kusura bakmasın, midesi bulanırsa sevinirim.” S. 27

İran sempatizanlığı, İslamcılığı Ehl-i sünnet’ten uzaklaştıran bir amil olmuş, İslamcılığın Ehl-i Sünnet’ten uzaklığı da İrancılığın bu kadar güçlenmesine sebep olmuştu. S.28

Benim Şia’yla olan tek taraflı aşk ilişkim, Amerikan karşıtı, devrimci, şehadet mektebi bildiğimiz Şia’nın küffarın safında direnişe var gücüyle vurmasıyla ölümcül bir yara aldı ve emsalsiz ihanet teşhir oldukça aşk nefrete inkılap etti. Öyle tedrici oldu ki düşün, Hacı Abi Felluce’de Şia’nın karadan kuşatması altında Amerikan hava bombardımanında şehit düştü, ben bu hadiseden sonra bile, arkadaşıma karşı savaşmış olmalarına rağmen Şiileri topyekun silmiyordum. Mukteda Sadr direniyordu ya; direnişin de işbirlikçiliğin de mezhebi yoktu ya. O direniş palyaçosu, o sefil soytarı, o maskeli katil de gerçek yüzünü gösterince aşk şişesini Necef’in taşlarına çaldım. Felluce’deki, direnişin en kanlı yöntemlerle bastırıldığı başka yerlerdeki katil köpek sürüleri laik veya yoz Şii güruhlardan oluşsa yine bir yolunu bulup Şia’yı aklardık. Allah bellerini kırsın, tamamı Hizbullahçıydı, tamamı İrancı, tamamı Humeynici, tamamı Mustafa Çamrancı, tamamı Abbas Musavici, tamamı Nasrallahçıydı. Şimdiye kadar Şiayı bize sevdiren, ona saygınlık kazandıran kim vardıysa onların adına küffarın safında Müslümanlara karşı savaştılar, çıplak bedenlerimizden piramitler yapılırken, kadınlarımız orta malı yapılırken, onlar mezheplerinin, mezhep!, ne mezhebi, dinlerinin davasını güttüler, aramızda hiçbir kardeşliğin olmadığını ve olmayacağını ilan ettiler. Benim nefret dolu tunçtan küpüm işte böyle dolmaya başladı. Irak’ta Şia, bin küsur yıldır bilediği dişlerini etimize geçirince. S.29-30

Yazar, yaşadığımız dönemi yazacak olan tarihçilere bir not düşmek ve Müslüman gençlere tavsiyelerde bulunmak, onlarında kendilerinin ısırıldığı sürüngenlerden ısırılmaması kaygılarıyla bu kitabı yazdığını ifade etmektedir. (s.47)

Mücahitlerin hiçbir şeyi beğenmediklerini söylemek haksızlıktır. Yetişmesine doğrudan, cihada katılmasına dolaylı olarak vesile olmuş cemaatini ve ağabeylerini daima hayırla anan ve duacı olanlar katiyen ekseriyeti teşkil etmektedir. Kendilerini onların alternatifi değil, mütemmim bir cüzü olarak görmekte ve göstermektedirler. … Mücahitler kendilerini bir baş olarak değil, kol ya da yumruk gibi tasavvur etmektedirler. …. (Baş olmaktan vazgeçtikleri için de) Bu insanların çoğu yerleşik liderlere kıyasla çok naif kalmaktadır. Mantık kurguları, hitabetleri, ikna, sevk ve idare yetenekleri göz doldurabilen pek az mücahit vardır. (s.48)

Mücahit kuşağın hayat sarmalı, neredeyse aynı şekilde oluşmaktadır. Cemaatlere girer çıkarsınız. Ya en önde koşturanların arasındasınızdır, sorunları bire bir yaşayarak görmüşsünüzdür. Yahut da çok göze batmasanız da göze batan her şeyi inceden inceye elekten geçirmişsinizdir. Birçoğuyla bir şekilde tanışmışlığınız olan cemaatler hakkında derin bir yeise düşmekten sakınamamışsınızdır. Önderliklerine, kadrolarına, tarzlarına, bakışlarına, her şeylerine dair şiddetli bir yabancılaşmadan kendinizi alamamış, artık ilk gençliğin sert mevsimi de geçtiği için ılık bir ayrılık ile uzaklaşmayı öğrenmişsinizdir. (s.48-49)

Mücahitlerin kısmı azamı, düşecekleri yeri arayan, dünya hayatının kirleticiliğinden kaçan insanlardır. Bu uğurda yola çıkmışlardır ve her gün ettikleri dualarla aralarından ilk alınacak kişinin kendileri olması temennisi vardır. …. Adanmak ve arınmak, aynı eylemin iki vechesi olarak hemdem yaşanır. Bu halet-i ruhiyenin devr-i daiminde kendini gelecek zamanlar için yetiştirmenin, donatmanın bile tul-i emel (uzun emel) gibi görüldüğü bir noktaya varılması, ender rastlanan bir aşırılık örneği değildir. (s.49)

Niçin Cihat ediyor?

Bazı naslara (ayetlere) ve hassasiyetlere vurgu yaparak cihadı müphem bir meşru müdafaa olgusuna indirgeyenler, en meşru müdafaa eylemlerine bile terör yaftası yapıştırmaktan çekinmiyor. Böylelikle İslam’ı ve Müslüman hakları, işgal ve zorbalıklar karşısında büsbütün savunmasızlığa mahkum edenler, ağızlarını eğip büküyorlar. Onların İslam’ı, Kitap’sız bir İslam’dır. Savunma sistemini dumura uğratarak bünyeyi düşman saldırılarının insafına teslim eden AİDS virüsünün işlevini görmek üzere, ümmetin kanına enjekte edilmiş virüslerin ta kendileridir onlar. Biz, sadece kafirlere karşı değil, münafıklara karşı da cihat ile yükümlü kılındıysak bunun hikmetlerinden biri de ümmetin canlılığını korumak için bu virüslere karşı tedbirli olmamış gerekliliğidir. (s.51)

(Şu an yaşamakta olduğumuz) Haçlı Seferleri ve Moğol istilalarından daha yıkıcı ve kalıcı olan bu işgal olgusu, Türkiye İslamcılığının tüm uzun emelli stratejilerini hak ile yeksan etmiştir. … Şimdiye kadar en devrimcisinin, “Davet-eğitim-teşkilatlanma-kitleleşme-devrim” biçiminde kademelendirdiği şemalar paramparça olmuştur. Artık İslami oluşumların iki seçeneği vardır: Ya işgalcilerin dayatmalarına teslim olup kurulacak yeni düzenin içinde sürünmeye devam edeceklerdir. Ya da mukaddeslerini, vatanların müdafaa uğruna ayağa kalkıp cihadı kuşanacaklardır. (s.51)

Türkiyeli Müslümanlarda işgalin muharrik etkilerine rağmen hala büyük bir umursamazlık ve aymazlık vardır. İşgal surların dibine kadar gelip dayanmışken meleklerin cinsiyetini tartışan Bizans din adamlarının ahvaline pek benzeyen bir tutum mevzu bahistir. En nitelikli unsurlar dahi kendilerini açıkça cihadın yanında tanımlamak yerine ne idüğü belirsiz bir “savaş karşıtlığı”na angaje olmuşlardır. “Kimin bir kılıcı yoksa esvaplarını satıp kılıç alsın….” Kendisi de bir savaş karşıtı olarak bayraklaştırılan İslam peygamberi İsa’nın (a.s.) söylediği bu söz, bugüne dönük bir beyan gibidir. Çünkü gün be gün yeni bir hamlesine maruz kaldığımız ve bizi de ateş çemberinin içine sokacak olan işgalin karşısında ancak kılıçlarımızla durabilir, değerlerimizi ve vatanlarımızı ancak kılıçlarımızla savunabiliriz. Biz savaş karşıtı değil, savaşın tarafıyız. Biz, barış diye dayatılan teslimiyet ve ihanetlerin muarızlarıyız. Adil bir barışın ise müdafileriyiz. Bizi adil bir barışa götürecek yol, “barışçı” söylemler değil, savaş pratiğinden geçmektedir. (s.52)

“İnsanlar içinde kimi de vardır ki Allah’ın rızasına ermek için kendini feda eder; Allah ise kullarına karşı çok şefkatlidir.” (Bakara 207) (s.52)

Bosna Savaşı, ilk katliam haberleri gelmeye başladığı dönemde, herhangi bir Müslümanınki kadar bile ilgimi çekmiyordu. Derken Şehit Selami Yurdan’ın Yeryüzü dergisinde yayınlanan şehadetiyle ilgili haberleri ve günlüğünü okumuş, beklenmedik biçimde sarsılmıştım. İtiraf etmeliyim ki beni rahatsız uykumdan uyandıran, yaşadığım entelektüel ve ruhani buhrandan kurtaran Şehit Selami’nin şehadeti olmuştur. Allah onun ecrini artırsın, o sade simada ve günlükte, beni pençesinde kıvrandıran derdin izdüşümlerini gördüm. Şehit, Müslüman oluşumun içeriğini belirleyen en önemli kavramları yeniden gündemime soktu. Çözümsüz fikri sorgularımı ve felsefi arayışımı aydınlatacak yüksek bir ahlaki ilkeyi bir projektör gibi hayatıma yöneltti: Allah için ve mustazaflar uğruna savaşmak. Pür teorik gözüken sorunların bile teorik düzeyde çözülemeyeceğini anlayacak kadar yorulmuştum. Varoluşsal sorunlarımın, felsefi aforizmalarla ve kelimelerle aşılamayacak kadar hayati olduğunu anlayacak kadar çeperlerimi zorlamıştım. Yeryüzünde mahrumlar ve mazlumlar için savaşarak elde edeceğim ahlaki düzey, sorularımı cevaplamak üzere kitapların vereceklerinden daha kıymetli ve işlevsel bir zemin sunabilirdi. Zulme karşı savaşmanın kendini gerçekleştirmek için makul ve muteber bir yol olduğunu anlayacak bir bilgiye ve sezgiye şöyle böyle zaten sahiptim. Ölümle randevulaşmak, belki yaşamak sızısını dindiren bir merhem sunabilirdi bana. Belki tüm bu dertlerden, Selami Yurdan’ın aradığı ve galiba bulduğu dermanla kurtulabilir, azat olabilirdim. Şehit, sadece şahitlik etmiş, bende kuvve halinde bulunan aşkınlık için savaşmak güdülerini harekete geçirmişti. Ona minnettarım. S.60

Yahya KONUK, Bosna Savaşı’nda yaşadıklarını anlattığı bölümde şu öz eleştiriyi yapıyor;

“Halkın ıslahına yönelik davet ve eğitim faaliyetleri bir yana, kendi içimizde ıslahı, “Emri bil maruf nehyi anil müünker”i (İyiliği emredip kötülükten men etmeyi) yapacak, “çarpışmalardan geldiğimizde bize Allah’ın dinini öğretecek”, “ilimde derinleşmiş” unsurlardan da mahrumduk. Kendisi himmete muhtaç bir dede, nerde kaldı gayriye himmet ede? Kendimizin uzak olduğu İslami vasıfları kime önerebilir, kimi İslami değerlere çağırabilirdik. …. Sezen ve hisseden hikmetli bir kalbi, düşünen ve öngören bilgili bir zihni olmayan kof bir gövde gibiydik.” (s.76)

“Selami Yurdan Cephesi’nin ve genel olarak Bosna’daki Türkiyeli mücahidlerin başlıca özelliklerinden biri, büyük çoğunluğunun örgütsüz/cemaatsiz bireyler olmasıydı. Meşrebi/mektebi ne olursa olsun, herhangi bir cemaatin tedris ve terbiyesinden geçmemiş olan çoğunluk, cihadın zorlu şartlarında pek çok ekstra zorluk yaşayacak ve yaşatacaktı. Fakat asıl yıkıcılık, bilgi problemine paralel, ciddi kişilik problemlerinden kaynaklanıyordu. İslam’ın güzelliği çoğumuzun ne kavline ne ahvaline yansımıyordu. Çünkü o güzelliği içselleştirecek bir kişisel tarihe sahip değildik. Hepimiz çarpık bir laik eğitim almıştık. Üstüne de İslam’a dair yarım yamalak sloganik malumatlar bina etmiştik. Sıhhatli bir zihne sahip olduğumuz hiçbir biçimde söylenemezdi. Pek az şey biliyorduk, üstelik bildiklerimiz sistematikten yoksun, parça başı doğrulardan ibaretti.” (s.78)

“Bosna’da aramızdaki salgınlardan biri de Cephe’nin ve genel olarak ümmetin mali değerlerinin özensiz, dikkatsiz kullanımıydı. Yoksul ümmetimizin nice bin fedakarlıkla bize ulaştırdığı değerleri, yerli yerinde kullanacak bir takva’ya (sorumluluk bilinci) erememiştik. …. Türkiye’de nasıl ki en çok kirletilen kavramlardan biri “Allah rızası” kavramı idiyse, bura da “Ümmetin malı” kavramı tabir caizse iğfal edilmişti. Ümmetin malı demek, istisnaları saymazsak, “Ümmetin malı! Sana ne kardeşim!?” demekti. Yani ümmetin malı, üstünde kişisel mülk iddiasında bulunulamaz mal olmaktan çıkmış, kişisel mülkten daha geniş tasarruflar sunan bir meta haline getirilmişti. …. Allah ile, kendimiz ve kardeşlerimiz ile ilişkilerimiz nasıl savruk ve sathi idiyse, eşya ile olan ilişkimiz de buna göreydi. Dikey ilişkilerimizdeki ahenksizlik, yatay ilişkilerimizin akordunu da katlanılmaz bir hale getiriyordu. Galiba Allah ile olan ilişkilerimizdeki bereketsizlik, ümmetin malını bile bereketsizleştiren bir hali intaç ediyordu.” (s.113)

“Araplardan çok Sünni olan kardeşlere göre başta Humeyni olmak üzere Şiilerin alayı kâfirdi. İranlılardan çok Şii olan arkadaşlara göre ise Arap mücahitler Vehhabi ajanlardı ve komple kâfirdi.” (s.121)

“Birileri onlara (Arap mücahitlere) Vehhabi demekte çok aceleci ve hevesli davransalar da onlar bu ismin olumsuz çağrışımlarından sakınmak için bile olsa kendilerini Vehhabi olarak tanımlamıyor, tanıtmıyorlardı. “Hayır Vehhabi değiliz” tavrı, ağız birliği etmişçesine hepsinde vardı. Şayet ısrarla mezhepleri sorulacak olursa bu sorudan da kaçmaya çalışır fakat cevap verme zarureti duyarlarsa da “Biz Selefiyiz” derlerdi.” (s.144)

“Araplara katılmayışımın en büyük sebebi tekfircilikleri idi. …. Avrupa’da yaşayan cıva gibi bir Müslüman’ı sigara içiyor diye gözden çıkaran bir mantık. İşte beni isyan ettiren bu idi. Değil sigara, içki bile içiyor olsa onu bize kadre eden akideyi ve ahlaki özü öne çıkartmalıydık. Araplar bu tutumdan da çok uzak görünüyorlardı.” (s.145-147)

“İcraatlarımız ne olursa olsun temsil kudretine sahip hiçbir donanımlı adamımız yoktu. … Araplarda ise durum farklıydı. Anlattığı şeyleri beğenip beğenmemek size kalmış ama büyük bir duruluk ve akıcılıkla, saatlerce hitap edebilecek donanımlı önder kadroları vardı. Hangi dinden olursa olsun muhataplarının onlardan etkilenmeyeceğine ihtimal vermiyorum. İnsani, nebevi bir tarz-ı edaları vardı. Bizim İslamcılığımız, onlarınkinin yanında çok yavan kalırdı. Dinin manevi lezzetlerini tatmışlardı ve bunu güzel servis ediyorlardı. Bizdeki sadece servis problemi değildi, o yemekleri hiç bilmiyorduk hakikaten. Biz, sufilikle özdeşleştirdiğimiz şeyleri teker teker yıkmış ama yerine neredeyse hiçbir şey ikame etmemiştik. Herhangi bir Arap’ın günlük ibadet programı, mesleği zikir ve ibadet olan sufilerin bile gözünü korkutacak bir yoğunluktaydı. Adamlar başka bir şey yapmıyorlardı ki, cihat ediyor ve ibadet ediyorlardı.” (s.149-150)

“Pek çok fert ve cemaat, (Bosna Savaşı sırasındaki) tecrübelerimizin ürkütücülüğünden hareketle cihadi yapılanmaların, çizginin, hatta bizatihi cihadın eleştirisine tamahla yöneldi. Hâlbuki tutulan yol yanlış değildi. Yanlış olan, o yola koyulanların nazari/ameli kifayetsizlikleri idi.” (s.162)

“Bosna’ya veda ederken ülkeme dönüp sıradan bir hayat yaşamaya hiç niyetim yoktu. Cihadın, tarifi imkansız hazzını tatmıştım, başka meyvelerin bana artık “baygın” geleceğini anlamıştım. Elime silah alıp mevzie yattığım o dehşet soğuk gecenin, hayatımda bir milat olduğunu ta o zaman ayırt etmiştim. Bulutların arkasına saklanıp saklanıp yeniden çehresini gösteren hilale silahımı uzatarak kendimi göğün şahitliği huzurunda şövalyeliğe kabul edilmiş ve takdis edilmiş bir kahraman olarak hayal edecektim.” (s.167)

Yahya Konuk, Bosna Savaşından Türkiye’ye döndükten sonra çok ciddi ameli bozulma ve çürümeler ve çok derin ruhani ıstıraplar içinde kaldığını ifade ettikten sonra şunları yazmaktadır;

“Şekilsiz iç dünyam, artık belli bir şekil kazanmaya başlamıştı: Hayat iman ve cihattı; tarzımız cihat olmalıydı. Uğruna emek vermemiz gereken insan tipi, kahraman ve fedai bir şahsiyet olmalıydı. Ben bir dalga idim; eğer gidersem vardım, gitmezsem yoktum!.. Cihada gidecek ve kendimi inşa edecektim. Kendimi inşayı, cihadın bana vereceği sağlam malzemelerle yapacaktım. Burada inşa diye bu kumdan kalelerle oyalanarak, yüzümü gözümü çamur ederek değil. Ne olacağım tam bir şekil kazanmasa da ne olmamam gerektiğini fıkh edebileceğim içsel ve dışsal epey deneyimim olmuştu. Ne Bosna’daki komutan ve savaşçılar ne de Türkiye’deki önder ve kadrolar gibi olmayacak, bazı şehitlerde ve İranlı, Arap savaşçılarda emarelerine rastladığım insan tipini arayıp bulacaktım. Bu insan tipinin, masa başlarında, salonlarda, tekkelerde, medreselerde değil cephelerde, kamplarda şekillenebileceğini ayne’l-yakin müşahede etmiştim.” (s.171-172)

“Araplar, mektebi taassupları güçlü adamlardır, siz ne derseniz deyin, kendi otoriteleri tarafından tasdik edilmedikçe aykırı düşünceleri benimseme ihtimalleri sıfırın altındadır.” (s.196)

“Bir cihadi oluşum, düşmanlarına karşı başkalarından hata düşmanlarından yardım ve destek alabilir. Bunun meşruiyetini inkar edenler, olsa olsa mücadele pratiğinden uzak salon mücahitleridir. Müşriklere karşı Rasülüllah’ın (a.s.) örnekliği bir nass hükmündedir. Ayrıca bizi bundan men edecek herhangi bir nakli ve akli delil de bulunmamaktadır. …. Fakat hangi şartlar ile kuşatılmış olursak olalım, bağımsızlık şiarımız olmalıdır. Düşmanlarımızla bağımsız varlığımız için dövüşürken diğer düşmanlarımıza bağımlı olacaksak ne için dövüştüğümüz hususunda kafamız hayli karışık demektir.”

“Keşmirli mücahitler bağımsızlıklarını yitirmiş görünüyorlardı ve kendilerini bağımlı kıldıkları devlet, her yerinden cerahatler dökülen, kendisi de global çeteye bağımlı olan Pakistan’dı. … Pakistan rejimi, İslami hareketleri vesayetine almak istiyordu. Böylelikle Hindistan’a karşı elini güçlendirmekle kalmıyor hem kendi selameti uğruna, hem de efendilerinin buyrukları doğrultusunda İslami hareketleri kontrol etmiş oluyordu. İçerde biriken cihadi enerjiyi manipüle ederek dışarı akıtmış oluyordu. Keşmir’de şehit olmuş Pakistanlı yüzlerce gencin otobiyografisini ilk okuduğum anda bile münafık Pakistan rejiminin, Keşmir cihadına destek veriyormuş gibi görünerek bu gençleri başından attığını ve müstakbel bir tehlikeyi de Hinduların eliyle bertaraf etmek isteyebileceğini sezmiştim.” (s.216-217)

“Gidip vatandaş olmayacaktık. Uyrukların içinde bir kuyruk gibi yaşamayacaktık. Cihat bizi ölümsüz bir gençliğe, hayatın ta kalbine çağırırken, kendimizi diri diri mezar kentlere gömmeyecektik.” (s.219)

“Görünür gelecekte zafer umudu yoktu ama bu, mücadelenin inkarı ve iptalini gerektirmiyordu. (Keşmir’deki mücahitler;) “Biz zafer garantisiyle bu yola çıkmış değiliz. Allah bize İslam ve vatanımız için, haklarımız, özgürlüklerimiz ve onurumuz için savaşma izni ve emri vermiştir, biz bunun için savaşıyoruz. Bir zafer olacaksa bunun mücadeleden başka bir yolu da yoktur. Düşmanın bize yaşattığı acı ve yenilgiler, dayattığı şartlara teslim olmamızı sağlamak içindir. Biz, bizim neslimizin zaferi göreceğini düşünmesek de sonraki nesillerin zafere yürüyebilecekleri bir mücadele yolu ve geleneği bırakmak istiyoruz.” diyorlardı.” (s.223)

“(Keşmir’deki) Kampların duvarlarında yazılı duran ‘Cemaat cihad için; cihad cennet içindir!’ sloganlarını içselleştirmiş bu gençler, somut siyasi talepler için savaşmayı çoktan geçmiş, cennet için savaşma makamına ermişlerdi.” (s.231)

Afganistan’daki kampların anlatıldığı bölümde şu ifadeler yer alıyor;

“Portatif tahta üzerinde gayet kaliteli keçe kalemleriyle verilen taktik ve strateji dersleri, mücahitlerin kendilerini birer sıra neferi olmaktan öte birer komutan olarak algılamalarına vesile olabilecek, gerçek bir akademi dersi niteliğinde idi. Harita okuma ve harita çıkarma, sızma, köy ve şehir savunması ve saldırısı, silah ve savaşçıların diziliş ve konumlanışlarının esasları hakkında deneysel örnekler ve tatbikatlar… Tam bir kurmay eğitime tabi tutuluyordunuz. Burası gerçekten, ümmetin savaş akademisiydi. Bu eğitimlerden geçen birinin, dünyanın her yerinde bir gerilla önderi olabileceği izahtan varestedir. Her şey, en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş, öğrenmeyi kolaylaştıracak psikolojik ve teknik hazırlıklar vakitlice yapılmıştı. Her biri, aslında tüm sahalarda geniş malumata sahip olan komutanların, en yetkin oldukları sahalarda ders vermeleri sağlanmıştı. …. Gerilla kitaplıklarını gördüğümde gözlerime inanamadım. Binlerce kitap, bomba, strateji-taktik, suikast tarzları, silahsız savunma ve dövüş teknikleri, kılık ve ses değiştirme, dağ ve kamp hayatı, sağlık ve ilkyardım gibi sadece savaşla ilgiliydi. Benim gördüğüm, küçük bir kampın kitaplığıydı ve diğerlerinde neler olduğunu hayal bile edemiyordum. Dosyalanmış fotokopi ve notlarda ise neler yazdığını Allah bilir. Bunca birikim, salt dağlara dönük olmadığı gibi salt dağlarda edinilecek bir şey de değildir. Bunun sırrı, cihada katılan insan portföyünün muazzam genişliğinde saklıdır. Afganistan cihadına katılmak için gelen binlerce insan arasında farklı dallarda uzmanlaşmış yüzlerce kişi vardır ve bunlar gelirken yanlarında çok hassas bilgi ve dokümanlar da getirmişlerdir.” (s.265-266)

“Ben Kazablanka ve diğer komutanların, “İsrail mi Amerika mı başat düşmanımızdır?” tartışması yaptıklarına defalarca şahit olmuştum.” (s.268)

“Gerçi kimi zaman İsrail düşmanlığıyla Yahudi düşmanlığı, Yahudi düşmanlığıyla İsrailoğullarına düşmanlık arasındaki ayrım hatları belirsizleşmiyor değildi. Ancak bu hatlar, ‘İsrail’e destek vermeyen Yahudiler bizim hedefimiz olmamalıdır’ tarzındaki ifadelerde belli düzeyde yeniden belirginleştirebiliyordu.” (s.268)

“Tüm Arapların, her hususta olduğu gibi askeri mücadelenin keyfiyeti hususunda da yekpare bir görünüm sunmadıklarını söylememe gerek yoktur sanıyorum. … ‘Niye barlara bomba koymuyorsunuz?’ diyen Yemenli çaylaklar gibi hiçbir ciddi teorik-pratik birikimleri olmayan az sayıdaki unsura karşı meseleleri müdrik ve muhakemeleri gelişkin unsurlar da vardı ve bunlar ümit verici biçimde daha ağır basıyordu.” (s.268)

“Fanatizm ve bağnazlıkla özdeşleştirilen Arap mücahitlerin, Türkiye’deki tanıdığım tüm cemaatlerden daha özgürlükçü olduğunu söylesem yadırganacağımı biliyorum. Ama öyleydi. Klasik, hiyerarşik teşkilatlanmanın dayatılmamasının, değişik fikirlerin var olmasına da uygun bir zemin sunduğu kanaatindeyim. Bağımsız hücreler şeklinde teşkilatlanma mantığının izlerine o dönemde rastlanabiliyordu. Fakat ana gövde öldükten sonra yaşamaya devam eden dallar örneğinden daha farklı bir durumdu bu. Ana gövde de dallar da sizdiniz. Size herhangi bir talimat verilmiyor, tabir caizse yalnızca ilham veriliyordu.” (s.268)

“Sünni/Selefi cihat hareketi de devrimi birincil gündeminden bütünüyle çıkartarak hakların iradesine teslim etmiş gibiydi. Kendileri, bu iradeyi harekete geçirecek bir katalizör işlevi göreceklerdi en fazla. Devrim sürecinde rejimleri sendeletecek hamleleri kendileri yapsalar da devirme eylemi kitlelerin işiydi. Devrim halkların işiydi, bu insanlarsa ümmetin işgal edilmiş beldelerini özgürleştirmek için fedaice savaşarak halkların gündemine ümmeti, cihadı, devrimi sokmayı tasarlıyorlardı. …. Mısır ve Cezayir deneyleri, birer iç savaş örgütü olarak vücut bulan bu rejimlere karşı silahlı kalkışmaların, halk desteği ile tahkim edil/e/memesi halinde faciaya dönüşeceğine dair ölümcül dersler vermişti.” (s.269)

“Anlayabildiğim kadarıyla Araplar, Selefi oldukları için katı, lafızcı, kuralcı olmuş değillerdi. Bilakis böyle oldukları için Selefiydiler. Selefiliği, belki de yalnızca Selefiliği neşv ü nema ettirebilecek olan çöl, Arap karakterinin ana hatlarını belirleyen ve fakat taraftarlarının da muarızlarının da yeterince dikkate almadıkları esas faktör olsa gerektir. Çölün, okyanuslardan bile daha güçlü bir yalıtım gerçekleştiren, insanı tüm diğer yaşama ve düşünme biçimlerinden ayrık tutan özelliğini göz önüne getirmeksizin Arap karakterini de Selefiliği de idrak edemeyiz. Teoriler ve felsefeler, ölüm ile yaşam arasındaki sınırın çok kolay aşılabilir olduğu çöl gerçeği için fazla lüks değiller midir? Pratik çözümler ve ölümcül risklerden koruyacak istikametler, her şeyden daha öncelikli ve önemli değil midir?” (s.272)

“Selefilik. Öncekiler. Atalar. Atalar dini.. Çok mu insafsızca bir diziliş? Kur’an’ın şiddetle kınadığı “Atalar dini” olgusunun en şedit örneklerine bu topraklarda rastlanması, bir tesadüf müdür? Atalar dinine bağlanmaya bu kadar düşkün bir karakterin topyekün tasfiye olduğunu düşünmek, saflık değil midir? Bu karakter, tasfiye olmamış, vahiy ile ıslah edilmiş ve başka bir yere raptedilmiştir. Taklit kültürü, sünnet ile mukayyet kılınarak bu karakteri doyuracak berrak bir memba ve yeni bir istikamet sunulmuştur. Sünnetin tekilliğinin kafi gelmediği bu karakterin, bir kök ve aidiyet arayışının bir sonucu olarak realitelere rağmen idealize edilmiş bir “Selef/Önceki nesil” kurgulaması da anlaşılmaz bir şey değildir. Kendisine kavi referanslar bularak kuvvetini artıran bu karakteri karşımıza almakla elde edebileceğimiz hiçbir şey yoktur. Bu, sonuçsuz ve –Allah bilir- hayırsız bir teşebbüs olacaktır. Araplar böyledir ve buna rağmen bizim kardeşlerimizdirler.” (s.272-273)

“Selefiliğin en büyük gücü şu an, mezhebi özelliklerinden azade biçimde cihadın prestijinden kaynaklanmaktadır.” (s.274)

“Kabil’den gelirken Taliban tarafından vurularak yol kenarına atılmış 2 İttifak milisinin cesedini gördüm. Orada vurulmamışlar ama oraya atılarak gelen geçene ibret olmaları istenmişti. Gerçekten ibret vericiydi. Simsiyah olmuş cesetler, davul gibi şişmişve mezbele gibi koku saçıyorlardı. Şeriat’tan, yani bizi kaynağa götürecek yoldan bahseden bir hareketin en son yapacağı şey vahşi güç gösterisine başvurmaktır. … Bu manzarayı gören insanlar, gücüne boyun eğseler bile Taliban’a yüreklerini veremezler diye düşünüyordum. Afganistan’ı boydan boya zapt etse bile Taliban’ın yürekleri fethetmeye pek arzusu yokmuş gibiydi.” (s.294)

“Kabil’de zorla namaza götürülen sarıklı 2 kişinin, Sih nedir bilmeyen Taliban milisine durumu anlatamadıkları için hayatlarının ilk namazını kılmak zorunda kaldıklarını işitmiştik. … (Zorla Camiye götürüldükleri bir Akşam namazından bahsederken;) Kıldığım hiçbir namazsa o kadar çok riya ve nifak kokusu almamıştım. Biz İslam devletini bu kokuyu yaymak için mi, kaldırmak için mi istiyorduk diye kendi kendime çok sorup duracaktım.” (s.303)

“Afganistan’ın en yüksek rakımlı bölgelerinde yapılan ve içinde raylı sistem dahil pek çok şaşırtıcı düzeneğin kurulu olduğu bu sığınakların nasıl yapıldığını anlamak için öncelikle Arap teşkilatlanmasının gücünü küçümsememekle işe başlamak gerekiyor. Adamlar, geri imajlarının ve o alçakgönüllü görünümlerinin aksine, teşkilatlanma ve savaş sanatları noktasında çok çok yüksek bir düzey yakalamışlardı.” (s.306)

“(Afganistan’daki kamplarda karşılaştığı 2 Türk’ten bahsederken;) Zeki ve yeteneklilerdi gerçekten. Onların da bizim gibi başlarını sokmadıkları cemaat kalmamış, en son kapağı buraya atmışlardı. Onlar da Tacikistan’a geçmeye çalışmış ancak bizim başımıza gelen, onların da başına geldiği için buralarda kalmışlardı.” (s.311)

“Şehit Azzam, ‘Evli Müslümanlar cihadın temel taşlarıdır. Zorluklara katlanma ve istikrar konusunda bekarlardan ileridedirler’ diyor. Arap mücahitlerle ilgili bu tespit, Türkiyeli mücahitler için geçerli değildir. …. Ben Türkiyeli mücahitlerin içinde evli olup da dirayetini koruyanına, geçmişe değil de geleceğe bakanına çok az rastladım, ne yazık ki.” (s.311)

Afganistan’daki kamplardan bahsederken;

“Kamplar El-Kaide’nin kamplarıydı, evet. Biz de El-Kaide’nin savaşçılarıydık. Şu var ki, El-Kaide’nin “El”i yoktu ortada. Kaide’ler, kurallar vardı ama El-Kaide yoktu. Merkez, üs anlamına gelen “El-Kaide”yi duymamış olsak da buranın bir tür üs olduğunu idrak edebiliyorduk elbette. Bu kampların başta Arap dünyası olmak üzere tüm İslam dünyasını kapsayan genel bir teşkilatlanmanın çok önemli bir parçası olduğunu anlayabiliyorduk. Ancak ortada ne bir manifesto, ne bir deklarasyon, ne de bir lider vardı. Herhangi bir örgütsel yapıya katıldığınıza dair ne bir seremoni, ne de yazılı ya da şifahi bir ahit söz konusu değildi. …. Bize eğitim imkanı sunan yapı, tırnak içinde bir örgüt idiyse tuhaf bir örgüttü. Hiçbir propagandaya, irtibat kuracakları bir adres ya da isme ihtiyaç duymayan, hakikaten tuhaf bir örgüttü. En azından bize yönelik tutumları, yahut bizim dönemimizdeki durumları böyleydi. Bize, ne yapmamız gerektiği konusunda aman aman bir angajmanda da bulunulmadı. En net konuşanı bile Amerika, İsrail gibi genel stratejik düşman tanımlaması yapmakla yetiniyordu. Durum şu merkezdeydi: Ne yapacağımızın onlar açısından önemi yoktu. Yeter ki doğruları yapalım!.. …. Ne Üsame’yi gördüm, ne Eymen ez-Zevahiri’yi, ne de Ebu Hafız el-Mısri’yi…” (s.322-323)

“Safiyane bakışımıza karşın, ortadaki hummalı faaliyetleri görmüyor değildik. Bu faaliyetlerle açığa çıkan enerjiden daha önemli olan şey ise orada bulunan dünyanın dört bir yanından gelmiş cengaverlerin ortak enerjilerinden harmanlanan muazzam sinerjiydi. Bir yay vardı burada ve atılmak için son raddeye kadar gerilmişti. Okun yaydan fırlayacağı besbelliydi, nereye gideceği pek belli olmasa da. Bu enerjinin bir çıkış yolu bulması gerektiğini anlamamak imkansızdı, aksi halde içeriye doğru bir infilak kaçınılmaz olurdu. Ne var ki bu enerjinin hangi yöne kanalize edileceğine dair sarih işaretleri göremiyorduk. Gerçekten bir dönüm noktasındaydı buradaki teşkilat, bunu pek çok kez sezinlemiştim. Ne yana dönüleceğini ise net olarak ifade ya da ima eden hiç kimse göremiyordum” (s.325)

“Hacı Abi ve ben, Türkiye’ye geldiğimizde bizi bekleyen sefaletten dolayı saçma sapan işlerde çalışmak zorunda kalacaktık. Hacı Abi’yle hayallerini kurduğumuz eylemleri yapmaktan geçtik, birbirimizle görüşebilmek için yol parası bile bulamıyorduk. Hacı Abi, bizi acze düşüren şartları daha fazla zorlamayıp “burada, bu işin olmayacağına” karar kılmıştı. Bir değirmen gibi ideallerimizi ve değerlerimizi öğüten bu ülkeden hicret edip yeniden yolun ve cihadın oğlu olacaktı. …. Hacı Abi, gittiği cihad beldelerinde ümmetin yetenekli komutanlarından biri oldu. Felluce’de, el-Kaide’nin birim komutanlarından biri olarak katıldığı bir çatışmada, işgalci Amerikan güçlerinde katledildi.” (327-328)

 

Süleyman Erdem Hakkında

Balıkesir doğumludur. Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümünden 2001 yılında lisans, Harvard Üniversitesi Kamu Politikaları Bölümünden 2009 yılında yüksek lisans derecesi almıştır. 2002 yılında Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü’nde memur olarak kamuda göreve başlayan Erdem, 2003-2004 yılları arasında Maliye Bakanlığında Vergi Denetmen Yardımcısı olarak görev yapmış, 2004 yılından itibaren de Başbakanlıkta Uzman Yardımcısı, Uzman ve Tanıtma Fonu Genel Sekreteri görevlerinde bulunmuştur. 2009-2011 yılları arasında Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu (DDK)’da Geçici Uzman sıfatıyla YÖK ve ÖSYM’deki denetimlerde görev almıştır. 2012 Aralık ayında kurulan Sahipkıran Stratejik Araştırmalar Merkezi (SASAM)'ın kurulduğu tarihten 08/10/2019 tarihine kadar başkanlığını yürütmüştür. Halen SASAM Uluslararası Güvenlik Masası Direktörü olarak görev yapmaktadır. Akademik çalışmalarını “radikalleşme ve terör” üzerine yürüten Erdem’in; “Cihatçılar; El Kaide ve IŞİD’e Katılanların Hikayesi” isimli yayınlanmış bir kitabı bulunmaktadır.

Yorum Ekleyebilirsiniz


%d blogcu bunu beğendi: