Fars milliyetçiliği akımı daha ilk günden itibaren yoğun bir Arap ve Türk karşıtı söylem üzerinden var olmaya çalışmış ve bu şekilde meşruiyetini sağlamaya çalışmıştır.
Çizgi filmlerde kötü karakterlerin azınlık lehçeleriyle konuşmaları çocukların daha küçük yaşlardan itibaren nasıl bir önyargıyla karşı karşıya kaldıklarını ortaya koymaktadır. Okul öncesi dönemden başlayan bu asimilasyon politikaları ailelerin çocuklarıyla kendi dil veya lehçelerinde konuşmamasına, böylece bir müddet sonra genç nesillerin ana kimlik ve dilleriyle olan irtibatlarının kesilmesine neden olmaktadır. Gençlerin “annem ve babam Türk ama ben Farsım” dediklerinde ne kastettiklerini anlamak için bu asimilasyon politikalarını bilmek gereklidir. Araplar ve Türkler hakkındaki olumsuz sıfatlar ve aşağılayıcı ‘fıkralar’ çeşitli kesimler arasında hala çok yaygınsa da resmi olarak gündeme getirilmemeye çalışılır.
*****
Son dönemde Türkiye’den üst düzey yetkililerin İran’ı eleştiren açıklamalarında giderek artan bir şekilde İran ya da Fars milliyetçiliği kavramını kullanmaları gözlemcilerin dikkatini çekiyor. İran’da gittikçe daha görünür hale gelen ve ülkenin kadim kültür mirası içindeki Arap ve Türk katkılarını dışlayan, hatta bir nefret konusu haline getiren bu eğilim, bir ulus kimliğinin inşası ve tahkiminin ötesinde Tahran’ın dış politika yönelimlerinin ufkunu belirleyen başlıca bir unsur haline de gelmiş durumda.
Her ne kadar geçmişini Ebu Müslim Horasani’nin Emeviler karşıtı ayaklanmasına ya da Abbasiler dönemindeki, çoğu aynı zamanda İslam karşıtı olan Şuubiye hareketlerine kadar geriye götürmek mümkünse de modern anlamda İran milliyetçiliği diğer İslam ülkelerine benzer olarak 19. yüzyılda Batılı düşünürlerin ve hemen ardından şarkiyatçıların çalışmalarının etkisiyle ortaya çıkmaya başladı. Özellikle Şiraz etrafında bulunan antik Pers medeniyetine ait eserlerin yeniden keşfedilmesi ve Pasargard’daki kadim yazıtların çözülmesi İranlı elitler arasında modern milliyetçi düşüncelerin yayılmasında önemli rol oynadı.
Bu durum Batılıların yazdığı İslam öncesi İran tarihine dair kitapların Farsçaya çevrilmesiyle başlamış daha sonra İranlı yazarlar İslam öncesi dönemi yücelttikleri tarih kitaplarını Batılıların bıraktığı yerden devralmışlardır. Ahmed Kesrevi, Mirza Malkom Han, Mirza Aga Han Kirmani ve Fethali Ahundzade gibi isimlerin etkisiyle kısa sürede İranlıları etkisi altına alan erken dönem milliyetçilik bu dönemde ortaya çıkan sosyalizm ve İslamcılık gibi nev-zuhur ideolojilerle rekabetini kısa vadede kaybetmiş görünse de aslında kolektif bilinçte rakiplerine oranla çok daha fazla kökleşmeyi başarmıştır.
Geleneksel kültüre düşman entelijansiya
Kaçarlar döneminde yaygınlaşmaya başlayan ve içeride ortak bir ulusal kimlik oluşturma ve dışarıda gün geçtikçe artan bir şekilde baskısını hissettiren Rus ve İngiliz müdahalelerine karşı koyma ekseninde şekillenmeye başlayan milliyetçilik akımı ilginç bir şekilde zamanla içeriye ve yakın ‘öteki’ye yoğunlaşmıştır. Ülkenin içinde bulunduğu durumdan geleneksel kültürü sorumlu tutan aydınların dinle ilişkisi aynı dönemdeki bazı Osmanlı aydınlarının tutumunu andırsa da din faktörünün yanında diğer bir önemli sorun kaynağı ülkede yaygın Arap ve Türk kültürü olarak belirlenmiş ve bu üçlüye yönelik geniş kapsamlı bir muhalif entelijansiya hareketi başlatılmıştır. İslam karşıtlığı, sonraları Rusya Azerbaycanı’na yerleşen Ahundzade tarafından temsil edilirken, klasik kültüre yönelik nefret, Kesrevi’nin öncülük ettiği Hafız ve Sadi gibi klasiklerin yakılması törenleri düzenlenmesine kadar vardırılmıştır.
Bu aydınlar çeşitli teorilerle ve ellerindeki kısıtlı basın yayın imkânlarıyla aslında tıpkı ‘Turan’ gibi, bir ulus devlet adından çok efsanevi bir kavrama tekabül eden İran ile İranlı kimliğini kurgulamaya çalışmışlardır. Ancak yine de bu dönemde söz konusu çevrelerin gündeme getirdiği İranlılık kavramı o kadar muğlaktır ki örneğin radikal milliyetçi aydınların önde gelenlerinden Talibov Tebrizî ‘Sefine-i Talibi’ adlı kitabında İran’ı şöyle tanımlamak zorunda hissediyordu: “Anlamalıyız ki korumamız ve terakkisi için her türlü fedakârlıktan çekinmemiz gereken vatanın adı İran’dır ve Şiraz, Isfahan, Kirman, Kaşan, Tahran, Horasan, Kazvin, Reşt Tebriz, Hoy ve diğerleri ona bağlı şehirlerdir.”
Burada söz konusu grupların temel görüşlerini özetlemek faydalı olabilir. Yakın dönemde Nasır Purpirar gibi araştırmacıların ağır şekilde eleştirilerine maruz kalsa da milliyetçi tarihçilerin önde gelen isimlerinden Abdulhüseyin Zerinkub’un ‘İki Asırlık Sessizlik’ adlı kitabında resmetmeye çalıştığı ve standart resmi tarih görüşü olarak değerlendirilebilecek teze göre İran-Pers imparatorluğu İslam öncesi dönemde büyük ve görkemli bir medeniyete sahipken kendisinden çok daha aşağı bedevi bir kavmin (Arapların) saldırısına uğramış, bütün sarayları, kütüphaneleri ve şehirleri bu yarı vahşi kavim tarafından yakılıp yıkılmıştır. O dönemden itibaren iki asır boyunca İran ve Fars dili sahneden silinmiş ve yeniden kendisine gelebilmesi için Abbasilerin iş başına gelmesi ve İranlı şahsiyetlerin yeniden sahneye çıkması gerekmiştir. Yine de İran hiçbir zaman eski parlak günlerine ulaşamamıştır ve bunda en büyük etken ülkeyi etkisi altına alan Arap ve sonrasında Türk kültürüdür.
Milliyetçilik resmi ideoloji haline geldi
Meseleyle ilgili ilginç bir nokta da Ahmed Kesrevi’den Seyyid Hasan Takizade’ye, Tahran’da Türkçe’nin yasaklanmasını öneren Mahmud Efşar’dan son dönemin gözde teorisyeni Cevad Tabatabai’ye kadar önemli Fars milliyetçisi isimlerin birçoğunun Türk kökenli olmasıdır. Kesrevi’nin bize çok yabancı gelmeyen ancak ilginç bir şekilde kimi İranlı kesimler arasında kabul gören teorisine göre Azeri Türkleri aslında etnik kökenleri itibariyle Fars olup sonradan özellikle Selçuklu ve Moğol hakimiyeti döneminde Türkleşmişlerdir. Ancak bu teori neden Kirman veya Isfahan gibi bin sene boyunca Türk hakimiyeti altında kalan bölgelerin Türkleşmediğini ya da Moğol hakimiyeti altında neden Moğollaşmadıklarını açıklamakta yetersiz kalmaktadır.
Her ne kadar Kaçar dönemi aydınları modern, seküler ve milliyetçi İranlı kimliğini oluşturabilmek için hararetli tartışmalara girmiş olsalar da klasik İslam imparatorluğu özelliklerini taşıyan ve etnik Farsların azınlığı oluşturduğu ülkede diğer bölge ülkelerinde de görülen modern bir ulusal kimlik oluşturma siyasetlerinin geniş ölçüde uygulanabilmesi için muktedir bir merkezi hükümetin varlığı gerekiyordu. Bu noktada kendisine soyadı olarak İslam öncesi hanedanlardan ‘Pehlevi’ adını seçen Rıza Han düşünceleri ve politikalarıyla aslında kendisinden önce yaşamış olan ve yukarıda bazılarının adı zikredilen milliyetçi aydınların hayallerini gerçekleştirecek bir isim olarak tezahür etmişti. Nitekim Rıza Şah 1925’te şahlığını ilan eder etmez ülkeyi modernleştirmeye ve merkezi yönetimi güçlendirmeye başladı, Fars milliyetçiliğini resmî ideoloji haline getirdi.
1934 yılında ülkenin adının resmen İran’a çevrilmesiyle birlikte milliyetçi fikirler iyice yaygınlaşmaya başladı ve tarihçi Ervand Abrahamian’ın tespit ettiği gibi dönemin Avrupa’sında yaygın olan “Batı ırkçılığı modern İran milliyetçiliğinin biçimlenmesinde rol oynamıştır.” Rıza Şah döneminde Farsça’daki Türkçe ve Arapça kelimeleri çıkarmak için seferberlik başlatılmış, ülkedeki birçok yerleşim biriminin adı değiştirilmiş, örneğin ‘Arabistan’ eyaletinin adı resmen Huzistan olmuştu. Yine aynı dönemde klasik dönem Fars milliyetçiliğinin sembol isimlerinden Firdevsi için Tus şehrinde dev bir anıt mezar inşa edilmiş ve çeşitli etkinliklere ev sahipliği yapmaya başlamıştır.
Arap ve Türk karşıtı söylem
Bu noktada bir konuyu açıklığa kavuşturmakta fayda bulunmaktadır: İran coğrafyasındaki siyasi yönetimin İranlılaştırma/Farslaştırma tavrı yalnızca yerleşik ve kadim bir medeniyet olarak Fars kültürünün diğer komşu kültürlerle olan ilişkisi bağlamında değerlendirildiğinde bunda şaşılacak bir şey olmadığı öne sürülebilir. Bu durumda yine Abrahamian’ın şahitliğiyle Türk bir soydan gelmesine rağmen Fars milliyetçiliğini resmî ideoloji haline getiren Rıza Şah’ın tarihte benzerlerine çokça rastlanan bir davranış biçimi içine girdiği söylenebilir. Nitekim kendilerini İslam öncesi İran hanedanları ile irtibatlandırmaya çalışan Selçuklular başta olmak üzere bazı Türk hanedanlarda da rastlandığı üzere bu tutum kendini yerleşik kültüre nispet etmek ve toplumun çeşitli katmanları arasında meşruiyet kazanmakla ilgilidir.
Ancak modern milliyetçi yaklaşımın geleneksel meşruiyet arayışından en önemli farkı diğer kimliklere dair tutumunda görülmektedir. Örneğin klasik İslami dönemlerde Hâce Nasuriddin Tusi gibi etnik kimliği açık olan bir kimse; Arapların, Türklerin ve Acemlerin olumlu ve olumsuz yönlerini objektif bir şekilde dile getirebiliyor ve bunu yaparken yabancı karşıtlığı diyebileceğimiz ifadelere yer vermiyordu. Ancak modern milliyetçi yaklaşımın en temel karakteristiği öteki ile kurduğu ilişkidir ve Fars milliyetçiliği olarak adlandırılabilecek bu akım daha ilk günden itibaren yoğun bir Arap ve Türk karşıtı söylem üzerinden var olmaya çalışmış ve bu şekilde meşruiyetini sağlamaya çalışmıştır.
Bugün bile ‘Türk’ ve ‘Arap’ kavramları kullanılırken çeşitli tahkir edici sıfatlar eklenmesi İran’da yaygın bir alışkanlıktır. İşin ilginç yanı farklı olana dair bu şiddetli önyargı yalnızca Türk ve Araplarla sınırlı kalmamış, Tahranlı modern milliyetçi elitler belirledikleri keskin çizgilerle yeterince ‘Fars’ bulmadıkları Isfahan, Şiraz, Meşhed ve Gilanlı kesimleri dahi keskin eleştirilerinin hedefine yerleştirmiş ve ‘fıkralar’ yoluyla ötekileştirmekten çekinmemişlerdir. Nitekim üstat Şehriyar ‘Ey Tahranlılar’ başlıklı uzunca şiiriyle farklı bölgelerin halklarına yönelik bu hakaretlere cevap vermeye çalışmıştır.
Tek tipleştirici asimilasyon politikaları
Etnik gruplar üzerindeki yoğun baskı II. Dünya Savaşı’ndan sonra Azerbaycan ve Kürdistan özerk bölgelerinin kurulmasının verdiği korkuyla daha da artmış ve tek tipleştirici politikalar ivme kazanmıştır. Ay adları Arapça olduğu gerekçesiyle İslam öncesi isimlerle değiştirilmiş, hicri takvim terk edilmiştir. Bu noktada diğer ülkelerin deneyimleriyle İran arasında benzerlikler kurmak mümkünse de diğer kimlikleri dışlayan bu uygulamalardaki ana fark, İran örneğinde, çok daha ince ve kültürel yollar kullanılarak asimilasyon politikalarının hayata geçirilmiş olmasıdır. Örneğin ondan fazla dil ve lehçenin yaygın olarak konuşulduğu ülkede Tahran aksanı yarı kutsallık kazanmış ve bu aksanı yeterince iyi kullanamayanlar çeşitli sosyal ve psikolojik baskılarla karşılaşmışlardır.
Çizgi filmlerde kötü karakterlerin azınlık lehçeleriyle konuşmaları çocukların daha küçük yaşlardan itibaren nasıl bir önyargıyla karşı karşıya kaldıklarını ortaya koymaktadır. Okul öncesi dönemden başlayan bu asimilasyon politikaları ailelerin çocuklarıyla kendi dil veya lehçelerinde konuşmamasına, böylece bir müddet sonra genç nesillerin ana kimlik ve dilleriyle olan irtibatlarının kesilmesine neden olmaktadır. Gençlerin “annem ve babam Türk ama ben Farsım” dediklerinde ne kastettiklerini anlamak için bu asimilasyon politikalarını bilmek gereklidir. Araplar ve Türkler hakkındaki olumsuz sıfatlar ve aşağılayıcı ‘fıkralar’ çeşitli kesimler arasında hala çok yaygınsa da resmi olarak gündeme getirilmemeye çalışılır. Ancak geçtiğimiz yıllarda İran gazetesinde yayınlanan ve Türkleri haşerelere benzeten karikatür krizinde ortaya çıktığı gibi kolektif bilincin ve günlük konuşmalarda sürekli gündeme gelen konuların zaman zaman kamusal alana yansımasını engellemek mümkün değildir.
Fars kimliğini tahkim ve meşruiyet krizi
Bugünden bakıldığında Rıza Şah ve oğlu Muhammed Rıza Pehlevi döneminde sürdürülen eğitim ve kültür faaliyetlerinin büyük ölçüde ilk dönem milliyetçilerinin hayalini kurdukları ulusal kimliğin oluşmasında etkili olduğu söylenebilir. Nitekim siyasi ihtilaflar ne olursa olsun oluşturulan modern Fars kimliği üzerinde bir tartışma olduğunu görmüyoruz. Örneğin etnik açıdan ‘Fars’ olmayan Şah-Musaddık ya da Hamenei-Musevi gibi politik figürlerin çatışmalarının tamamen politik veya ideolojik olduğu görülüyor. Benzer şekilde ülkede solcu, İslamcı ya da milliyetçi kesimler arasında Fars kültürünün üstünlüğü ve yabancı karşıtlığı üzerinde ihtilaf yoktur ya da ideolojik olarak zıt kutuplara mensup olmalarına rağmen Şahlık rejimi veya İslam Cumhuriyetinin eğitim rahlesinden geçen kesimlerin örneğin Arap karşıtlıklarının tamamen örtüştüğü ileri sürülebilir.
Son olarak Farslığı yücelten milliyetçi eğilimlerin yaygınlaşmasında gittikçe derinleşen bir meşruiyet krizi yaşayan yönetimin özellikle şehirli eğitimli kesime yönelik politikaları da etkili olmuştur. İslamcı ve mezhepçi söylemin etkilemekten uzak olduğu seküler kesimlerle yönetim arasındaki mesafe doksanlı yıllardan itibaren sürekli olarak artmıştır. Bu dönemde çoğunlukla gençler arasında İslam öncesine ait figürler ve sembollerin kullanımında ciddi bir artış görülmüştür. Yine geçtiğimiz yıl büyük bir katılımla gerçekleştirilen Pers İmparatoru Kyros’u (Kuroş) anma günü gibi sembolik gösteriler ırkçı sloganların atıldığı açık hava mitinglerine dönüşmüştür. Yönetim bu dalgayı kullanmaya çalışarak bazı adımlar atmış örneğin Şah döneminde kurulan ve devrimden sonra adını değiştirerek İslam Cumhuriyeti Haber Ajansına çevirdiği Pars Haber Ajansını anımsatır şeklinde yeni kurduğu haber ajansına ‘Fars’ adını uygun görmüş, ya da alttan alta büyük İran haritalarının yayılmasına göz yummuştur.
Arap Şiiler de rahatsız
Son dönemde yazılı ya da görsel basında rejimin kurucusu Humeyni’nin İrancılığı ve milliyetçiliği yeren, buna mukabil İslamcılığı ve ümmetçiliği ön plana çıkaran sözlerine rastlamak oldukça güçleşmiştir. Tersine Safevicilik tartışmaları büyük bir yaygınlık kazanmış ve Yeni Safeviciliğin teorisyeni olarak görülebilecek Cevad Tabatabai ve benzeri isimlerin devlet kontrolündeki basında görünürlükleri ve etkinlikleri ciddi biçimde artmıştır. Ahmedinejad gibi devrimin ilk yıllarındaki ideallere dönmekten bahseden muhafazakâr isimler bile siyasi kampanyalarını dini mekânları değil Perspolisi ziyaret ederek başlatmakta ve bu şekilde meşruiyet kesbetmeye çalışmaktadır.
Irak ve Suriye’deki askeri operasyonları komuta eden Kasım Süleymani’nin antik İranlı savaşçı figürlere benzetilmesi ya da dört Arap başkentinin fethedildiği söylemleri Fars milliyetçiliğinin dış politikada da ne denli kullanışlı bir araç haline dönüştüğünün göstergesidir. Son dönemde bu söylemlerin Tahran’ın müttefiki olan kimi Arap Şiileri bile rahatsız edici hale geldiği ve özellikle Irak’taki liderlerin Araplıklarını daha sık vurgulamaya başladıkları görülmektedir. İran içinde baskınlığı ve belirleyiciliği artmaya başlayan Pers milliyetçiliğinin bölge gündemini meşgul etmeye devam edeceği öngörülebilir.
Dr. Hakkı Uygur, İran Araştırmaları Merkezi (İRAM) Başkan Yardımcısı
Kaynak: http://aa.com.tr/tr/analiz-haber/fars-milliyetciligi-ve-mesruiyet-krizi/795019