Kitabın yazarı Alexis de Tocqueville, bir Fransız olmasına rağmen Amerika’yı (kendi deyimiyle “Yeni Dünya’yı”) bir araştırmacı edasıyla ve bir araştırmacının kullanması gereken tüm argümanlarla beraber çok güzel tahlil etmiş ve çözümlemiştir.
Kitabın ana odak noktası, “demokrasi kavramı” olmasına rağmen, yazar sadece demokrasi üzerinde durmamış ve biz okuyuculara geniş bir perspektiften Amerika’yı anlatarak, Amerika hakkında daha kolay analiz yapmamızı sağlamıştır. Öyle ki yazar, din konusundan tutun da köleliğe kadar geniş bir perspektif ile hareket etmiştir. Zaten yazarın Fransız olması, kitabı objektif bir şekilde yazmasını sağlamış ve kitaptaki bilgilerin daha sağlıklı ve gerçeğe daha yakın olduğunu okuyuculara düşündürmüştür. Kitabın genelinde kendini Avrupalı kimliği ile tanıtan yazar, Amerika ile Avrupa arasında karşılaştırmalar yaparak olayı bütün çıplaklığı ile gözler önüne sermiştir. Ayrıca karşılaştırma metodunu kullanarak okuyucunun olayları daha kolay anlamasını sağlamıştır.
Yazar, kitabının ilk sayfalarında Amerika’daki fırsat eşitliği meselesini ele almıştır. Pek tabi ki bunu Avrupa ile karşılaştırarak yapmıştır. Yazar, fırsat eşitliğinin toplumun temelini oluşturan ve demokrasinin yapı taşlarından biri olduğunu savunur. Fırsat eşitliği, ülkedeki fakir kesimin zenginleştirilmesi ve zengin ile fakir sınıfın arasındaki farkın açılmamasının bir sonucudur. Yazara göre fırsat eşitliğini topluma empoze etmiş bir devlet, demokrasinin nimetlerinden daha iyi faydalanacaktır. Fırsat eşitliği çerçevesinde hem Amerika’yı hem de Avrupa’yı karşılaştıran yazar, şu ifadeyi kullanmıştır. “Amerikan toplumlarına hükmeden demokrasinin Avrupa’da hızla iktidara doğru yürüdüğünü gördüm.”
Fırsat eşitliğinin ancak devlet eliyle topluma kazandırılabileceğini savunan yazar, fırsat eşitliğiyle beraber gelişen süreci çok güzel tahlil etmiştir. Bir tarafta zenginlik, güç, bol zaman ve bunların yarattığı lüks arayışı, incelikli tatlar, ruhun zevkleri ve sanat arzusu, diğer tarafta sürekli çalışma, bayağılık ve cehalet… Fakat işte tam da bu noktada fırsat eşitliğinin devreye girmesi gerekiyor. Fırsat eşitliğinin sağlanmasıyla beraber toplumsal katmanlar birbirine karışıyor, insanlar arasında yükselen engeller alçalıyor, alanlar bölünüyor, iktidar paylaşılıyor, aydınlık yayılıyor, bilgi düzeyleri eşitleniyor, toplumsal düzlem demokratikleşiyor ve nihayet demokrasinin egemenliği, kurumlar ve yaşam biçimleri içerisinde yavaşça yerini alıyor.
Geniş bir kavram olan demokrasi kavramına giden yolun fırsat eşitliğinden geçtiğini böylece anlamış oluyoruz. Tabi ki fırsat eşitliğini tam anlamıyla sağlamak mümkün değildir. En azından bunun örneği, dünya üzerinde henüz görülmemiştir. Buna Amerika da dâhildir. Ancak olabildiğine fırsat eşitliği oluşturmak, demokrasinin nimetlerinden tam anlamıyla yararlanmak isteyen devletlerin yapması gereken bir şeydir.
Fırsat eşitliğiyle beraber ortaya çıkan yasalar ve demokratik kurumlarla birlikte toplumda farklı bir algı oluşur. Öyle ki, yasaları kendi eseri olarak gördüğü için yasaları benimseyen ve zahmetsizce onlara boyun eğen, hükümetin otoritesini kutsal değil de gerekli kabul edip devlet liderine duyulan saygının asla bir tutkuya dönüşmediği akılcı bir toplum oluşmaya başlar. Böyle bir toplumda her bireyin hakları olduğundan ve haklarını koruyacağını bildiğimizden, bütün sınıflar arasında kesin bir güven oluşacaktır.
Yazar, kitabında fırsat eşitliğiyle beraber böyle bir toplumun oluşabileceğini tasavvur etmiştir. Böyle bir ortamda toplum, yasanın bekçisi konumuna geçerek demokrasinin işleyişini yakından görecek ve demokrasiye sahip çıkacaktır. Bu konuda yazar, Amerika’nın diğer ülkelerden farklı ve avantajlı bir ülke olduğunu savunur. Bu savunmasını şu cümleler ile kitabında göstermiştir; “Amerika bir toplumun doğal ve dingin gelişimine tanık olduğumuz bir çıkış noktasının devletlerin geleceği üzerinde yarattığı etkiyi açıkça görebildiğimiz yegâne ülkedir.” “Amerika’ya ilk yerleşen halklar insanların bizzat kendilerini bilimin nesnesi kılmaya başladıkları bir uygarlık düzeyine ulaşmış olduklarından kendi düşüncelerine, değerlerine ve yasalarına dair gerçekçi bir manzara sunarlar bize.”
Amerika’ya ilk yerleşen halklar, kısa zamanda toprağa dayalı aristokrasiyi istemediklerini açıkça belli etmişlerdir. Oluşturulan yasalarla da bu açıkça belli olmuştur. Bu durum da Amerika’nın kendi topraklarından fazlasını istediğini ortaya koymuştur. Bu isteği, emperyalizmin ilk işlevlerinden biri olarak değerlendirebiliriz. Sömürge kurulur kurulmaz kölelik uygulaması, Amerika’da kendini göstermiştir. Artık Amerika’daki halk, denizleri aşıp zenginlik aramaya giden küçük bir maceracı grup değildir.
Sömürge ile beraber yayılmacı bir süreç izleyen Amerika, kölelik uygulamasıyla çok tartışılacak bir sürece girmiştir. Kölelerin Afrika’dan gemilerle Amerika’ya getirilmesi, olayın sadece köle ticareti olmadığını gözler önüne sermiştir. Getirilen kölelerin siyahi olması, Amerikalıların ileride iç savaşa kadar gidecek süreçte başını çok ağrıtacaktır. Getirilen kölelerle beraber beyaz adam kavramı ortaya çıkmıştır. Beyaz adam, toplumsal sınıfın en üst kademesinde yer alan, siyahileri köle olarak kullanan, zengin, bilgi, güç ve saygınlık yönünden üst kademede yer alan sınıftır. Beyaz adamın altındaki sınıfta yerliler, en altta ise siyahi köleler bulunur.
Amerika’nın toplumsal yapısı, sömürgeyle beraber gelen köle ticareti ile bu hale bürünmüştür. Baskı ve zorlama, Afrikalıların çocuklarını neredeyse insanlığın bütün ayrıcalıklarından yoksun bırakmıştır. Amerika’da siyahlar, ülkelerine dair anılara varıncaya kadar her şeylerini yitirmiştir. Atalarının konuştuğu dili artık anlayamaz hale gelmiş, dinlerini terk etmiş ve kendi öz değerlerini unutmuşlardır. Böylece Afrika’ya ait olmaktan çıkmışlar, fakat öte yandan Avrupalıların zenginliğinden de hiçbir şey alamamışlardır.
Yazara göre, siyah adamın zekâsı da ruhunun seviyesine inmiştir. Kendisine zorbalık yapanları bayağı bir biçimde taklit etmek, ona zevk ve gurur verir. Siyahlar, çoğu zaman annesinin karnındayken başkalarına satılır ve böylece henüz doğmadan köle olmaya başlar. Amerika’da ırk ayrımı ile toplumun yapısı değişmiş ve bambaşka bir hale gelmiştir. Bir tarafta sürekli zenginleşen beyazlar, diğer tarafta karın tokluğuna çalışan siyahiler mevcuttur. Bu ayrımın psikolojik yönü o kadar çok kuvvetlidir ki; siyahiler kendilerinin beyazlardan aşağı olduklarını bilirler ve bunu kabul ederek yaşarlar.
Eski toplumlarda köle, efendisiyle aynı ırktandı ve çoğu zaman bilgi ve eğitim düzeyi olarak efendisinden üstündü. Köle ile efendiyi ayıran tek şey, özgürlüktü. Köleye özgürlük tanındığı zaman, efendi ile köle kolaylıkla bütünleşirdi. Ancak bu durum, Amerika’da geçerli değildir. Öyle ki; siyahi bir insanı özgürleştirebilirsiniz fakat Amerikalıların gözünde o insanın bir yabancı olarak kalmasını engelleyemezsiniz. Yazar, bunu kitabında şu şekilde savunmuştur: “Kölelik kavramı kaldırıldıktan sonra bile ön yargılar devam edecektir. Bu yüzden hiçbir zaman siyahiler Amerikalılar ile tam anlamıyla bütünleşemeyecektir.”
Bu toplumsal sorun, Amerikan’ın kanayan yarası olmaya devam edecektir. Yıllar geçtikçe daha da çoğalır mı yoksa azalır mı orasını bilemem ama yazara göre hiçbir zaman bu sorun tamamen çözülmeyecektir. Köle ve siyahilerin toplumsal durumuyla beraber Amerika, güney ve kuzey olarak iki cepheye bölünmüştür. Kuzeyde kölelik kaldırılmış ve insanlar kölelerin yaptığı işleri kendi yapmaya başlamıştır. Kuzeydeki köleler, Güneye gönderilmiştir. Bu noktadan sonra zaten aşağılanan kölelerle beraber, kölelerle bir nebze bütünleşen Güneyliler de aşağılanmaya başlanmıştır. Güney ile Kuzeyin bu sürtüşmesi, gün geçtikçe büyüyecek ve iç savaşa doğru gidecektir.
Kuzeydeki kölelerin Güneye gönderilmesi, Güneydeki siyahi nüfusu arttırmıştır. Elbette ki Amerika’da kölelik, bir anda kalkmamıştır. Kademe kademe kalkan köleliğin ilk kademelerinden birini yazar kitabında şöyle belirtmiştir: “Bundan sonra doğacak siyahi bir bebek, özgür olacaktır. Bu gelecek, siyahi nesil için bir artı olsa da, anne ve babasının köle olduğunu öğrenecek olan yeni nesil özgür siyahi insanlar için zor bir durumdur.“
Demokrasinin temel yapı taşlarından fırsat eşitliğinin ne derece önemli olduğunu gördük. Amerika’nın toprağa dayalı aristokrasiyi istemeyerek, sömürgeciliği seçmesiyle emperyalizmi benimsediğini de gördük. Bu emperyalist süreçle beraber köle ticareti ve köle ticaretiyle beraber ülkede ırkçı bir karmaşa meydana geldi. Peki, bu ırkçı soruna rağmen Amerika yoluna nasıl devam edebiliyor? Bu sorunu kendi içinde nasıl çözmüştür? Bu soruların cevaplarını yazar, ayrı bir başlık altında anlatmaya çalışmıştır.
Fırsat eşitliğinin daha özelinde insan hakları vardır; yani bireyin kendisine verilen haklar ve haklarla beraber gelen sorumluluklar… Amerika, insan hakları konusunda diğer ülkelerden her zaman bir adım önde gelmiştir. Öyle ki; Amerika’ya ilk gelen halklar, geldikleri ülkelerin yönetim şeklini serbestçe uygulayabilmiş ve bu konuda özgür bırakılmıştır. Bu özgürlük, insanların sorumluluklarının farkına varmasını sağlamıştır. Amerika’daki hemen hemen her vatandaş, kendi sorumluluklarının farkındadır ve ona göre hareket eder. Bu bilinç, devletin insan haklarını ve özgürlükleri topluma tam anlamıyla bahşetmesiyle oluşmuştur.
Ancak bu özgürlük, sadece hak-hukuk alanındaki bir özgürlük değildir. Pek tabi ki din konusuna da ayrı bir parantez açmak gerekecektir. Amerika’da çok sayıda mezhep vardır. Her biri Tanrı’ya dair inançlarında diğerlerinden farklıdır. Ama hepsi, insanların birbirlerine karşı görevleri konusunda hemfikirdir. Amerika’da hakim konumda olan insan tipi, dindardır.
Amerika’nın dini yapısını incelediğimizde, rahiplerin özel olarak herhangi bir siyasal sisteme destek vermediklerini görürüz. Rahipler, siyasi meselelerin dışında kalmaya özen gösterirler ve parti oluşumlarına katılmazlar. Dolayısıyla Amerika’da dinin yasalar ya da siyasal düşüncelerin ayrıntıları üzerinde etkili olduğu söylenemez. Fakat din, değer yargılarına yön verir ve aile kurumunu biçimlendirmek suretiyle devleti biçimlendirmeye çalışır.
Hazır din konusuna değinmişken, yazarın Avrupa ile Amerika’yı kıyasladığı şu cümleyi belirtmek faydalı olacaktır: “Avrupa’da din anlayışı ile özgürlük anlayışının neredeyse her zaman zıt yönlerde ilerlediğini görmüştüm. Amerika’da ise bu ikisinin sıkı sıkıya birbiriyle birleştiğine tanık oldum.”
Amerika’da dinin sahip olduğu dingin güç, her şeyden önce din ile devletin birbirinden tamamen ayrı olmasına dayanıyordu. Öyle ki; Amerika’da din adamları, hiçbir kamusal görevde bulunmazlar. Yönetim kadrolarında tek bir din adamı bile bulunmaz ve bu insanlar, siyasal meclislerde dahi temsil edilmezler. Birçok eyalette yasalar, din adamlarına siyasi kariyer yapma imkânı tanımaz. Bütün eyaletlerde ise bizzat kamuoyu bunu istemez.
Siyasal bir iktidarla ittifak kurduğunda din, bazı insanlar üzerindeki etkisini arttırır ama herkese hükmetme şansını yitirir. Demek ki farklı siyasal güçlerle birleştiğinde dinin kurduğu ittifaklar, çok külfetli olacaktır. Dinin ayakta kalmak için bu siyasal güçlerin yardımına ihtiyacı yoktur. Bunlardan yararlanmaya kalktığında ise kendisini bitirebilir. Buradaki kilit nokta, dinin kendi saf alanında faaliyetlerini sürdürmesidir. Siyasi taraf olması ya da bir hükümetin yanında yer alarak siyasette yer etmesi yanlıştır ve tehlikelidir. Ayrıca din konusunda da homojen bir yapı amaçlamayan Amerika, herkesin özgürce kendi dininin gerektirdiği gibi hareket edebileceğinin güvencesini vermiştir. Yazara göre din, özgürlüklerden açıkça bahsetmediği zaman bile özgür olma sanatını Amerikalılara çok iyi öğretmektedir.
Bu özgürlük hakkı, Amerika’da yaşayan insanlar tarafından bir ayrıcalık olarak tanımlanmış ve Amerikalı kimliğini benimsemelerini sağlamıştır. Tabi ki bu kimlikle beraber gelen sorumlulukları da daha kolay yerine getirmeye başlamışlardır. Bu davranış, topluma yeni giren farklı insanları toplum ile bütünleşmeye zorlamıştır. Amerika’ya Avrupa’dan gelen bir vatandaş, ister istemez Amerikalı gibi yaşamak zorunda kalıyor ve bunu deniyor. Amerika’ya sonradan gelenlerin toplumu değiştirmek gibi bir gayeleri olmadığı gibi bunu yapabilmeleri de oldukça zordur. Çünkü toplum, yukarıda özetlenen bilinci iyi benimsemiş ve özümsemiştir. Bu bilincin alt yapısının gerek insan hakları, gerekse özgürlükler gibi değerlerle örüldüğünü gördük. Bu süreç, göründüğü gibi kolay olmamıştır. Nice mücadeleler verilmiş ve nice insanlar bu uğurda ölmüştür. Bu mücadelelerin en önemlisi ise 1861-1865 yılları arasında yaşanan iç savaştır. Kısacası Amerika, Amerika olabilmek için ağır bedeller ödemiştir.
Yazara göre Amerikalıların en büyük ayrıcalığı, yalnızca başkalarına kıyasla daha aydın olmaları değil, telafi edilebilir hatalar yapma konusundaki yetenekleridir. Amerika, bu özelliğini oluşturmuş olduğu siyasi sisteme ve bu sistemin istikrarına borçludur. Amerika’nın oluşturmuş olduğu eyalete dayalı siyasal sistemi henüz dünyada tam anlamıyla Amerika gibi yürütebilen ülke yoktur. Amerika’nın bu özelliği, pek tabi ki yukarıda bahsetmiş olduğumuz kilit özelliklere bağlıdır. Tam bağımsızlık, insan hakları, din özgürlüğü ve özellikle dinin siyasi ortamın dışında tutulması gibi değerler, bu özelliği Amerika’ya ve Amerikalılara kazandırmıştır.
Yazar, kitabında eyalet sistemini uzun uzadıya açmamakla beraber genel hatlarıyla okuyucuya aktarmıştır. Özellikle eyalet sistemi için şu vurguyu üstü kapalı bir şekilde hissettirmeye çalışmıştır. Amerika’nın en başındaki yönetim, eyaletlerden sorumludur. Eyaletler ise kendi eyalet sınırları içindeki vatandaşlardan. Yazar, üst yönetimin eyalet sınırları içindeki vatandaşları aktif bir şekilde yönetmediğini söyler.
Peki, bu yönetme şekli Amerika’ya ne gibi özellikler kazandırabilir? Bu sorunun cevabını da yazar şu şekilde açıklamaktadır: vatandaşın üst düzey hiyerarşiyi aşıp en üst yönetime ulaşması, diğer siyasi sistemlerde oldukça güçtür. Bu yüzden aradaki bir yapı, vatandaşa yakın olmakla beraber, üst düzey yetkilerle donatıldığı için üst yönetimi aratmamaktadır. Bu aradaki yapının adı eyalettir. Üst yönetim ise daha çok dış meselelerle ilgilenmekle beraber eyaletlerden de sorumludur.
Eyaletlerin üst düzey yetkilerle donatıldığını söylemiştik. Öyle ki hemen hemen her eyaletin kendine has yasaları bulunmaktadır. Yazar, kitabında kendini Avrupalı bir gezgin olarak betimlediği için eyaletler arasındaki bu yasa farkını kitapta çok rahat görebiliriz. Birleşik Devletlerin dış politikası, büyük ölçüde “bekle gör” anlayışına dayalıdır. Hemen harekete geçmek yerine, geride durmayı ve beklemeyi tercih eder. Bu da telafi edilebilir hatalar yapma konusundaki yeteneklerinin sebebidir. Bu sayede Amerika, göz göre göre telafisi mümkün olmayan bir hata yapmaz. Çünkü düşünce tarzı ve içinde bulunduğu siyasal sistem, buna izin vermez.
Başkanlık sistemi, Amerika’da Senato ve Temsilciler Meclisi ile beraber işlediği için keskin bir güçler ayrılığı mevcuttur. Bu durumda da Amerika’nın üst yönetiminin keyfi bir karar alıp bunu yürürlüğe koyması çok güçtür. Öyle ki Obama, sağlık politikasıyla ilgili bir kararı uzun süre çıkaramamıştır. Bu örnek de yazarı haklı çıkarmaktadır. Kolay karar alamama özelliği, dezavantaj mıdır yoksa bir avantaj mıdır konusu tartışmaya açık olsa da bence gelişmiş devletler ve özellikle de aldığı kararlarla dünya siyasetini etkileyecek devletler için “karar alma süreçlerinin karmaşık ve yavaş olması”, olumlu bir özelliktir. Yine bence gelişmiş ülkeler için avantaj olan bu özellik, gelişmemiş ya da gelişmekte olan devletler için ise bir dezavantajdır. Çünkü kolay karar alamama özelliği, bu tip devletlerin önünü tıkayacak, gelişimini engelleyecektir.
Yazar, gerek araştırmacı yönünü, gerekse siyaset bilimi bilgisini kullanarak çok güzel bir eser ortaya çıkarmıştır. Sade, akıcı bir dil kullanmakta ve Amerika’yı kültüründen tutun da coğrafi özelliklerine kadar her şeyiyle biz okuyuculara tüm berraklığı ile sunmaktadır. Amerika hakkında hiçbir bilgiye sahip olmayan herhangi bir insan, bu eser sayesinde Amerika’yı tanıyacak ve Amerika halkının geçtiği süreci ve şimdiki durumunu yorumlayabilecektir.
Yazarın Amerikalı olmaması da bence bizim için bir avantajdır. Fransız olan yazarımız, objektif bir şekilde her yönüyle Amerika’yı ele almıştır. Gerek siyahilerin durumuna değinerek Amerika’nın kanayan yarasını, gerekse sömürgecilik politikasına değinerek Amerika’nın emperyalist yüzünü bizlere sunmuştur. Bunlar, yazarın bahsetmiş olduğu Amerika hakkındaki olumsuz özelliklerdir. Bunların yanında olumlu birçok şeye de değinmiştir. Yazar, Amerika’nın içinde bulunduğu siyasi sistemi tüm edebi yönüyle övmüş ve Avrupa ile kıyaslamıştır. Avrupalı olan yazarımız, bu sistemin Avrupa’da işleyemeyeceğini de kabul etmiştir. Öte yandan dinin Amerika’daki yerini de okuyuculara sunan yazar, çoğu olumlu şeyi dinin siyasi arenaya müdahil olmamasına bağlamıştır.
Yazar sayesinde Amerika hakkında edindiğimiz bilgiler, tecrübeler ve gözlemler, bizi yaşadığımız ülke için özeleştiri yahut düşünmeye davet ediyor. Nitekim bugünün dünyasına liderlik eden ve tahminen en az 50 sene daha liderlik edecek bir ülkeden bahsediyoruz. Kitaptan anlaşılacağı üzere, ABD’nin oluşturmuş olduğu siyasal sistem ile oturtmuş olduğu toplum yapısı ve özgürlüklerin tamamına yakını kendisine ve halkına has özelliklerdir.
Yazarın kitaptaki asıl amacı, Amerika’yı ve onun siyasal, kültürel yapısını bize anlatmak değildir. Yazar her ne kadar bu anlatımı bir araç olarak kullansa da asıl amacı farklıdır. Yazarın asıl amacı; Amerika’nın kuruluşundan günümüze gelen süreci, bu süreci oluşturan temel faktörleri, bu faktörleri oluştururken ödediği bedelleri, bu bedelleri öderken neler yaptığını bizlere anlatarak biz okuyucuların bu anlatımlardan çıkarımlarda bulunmasını, tıpkı yazar gibi okuyucuların da karşılaştırma metoduyla özeleştiri yapmasını sağlamaktır.
.
İlker YILMAZ
SASAM Stajyeri – Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğrencisi
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.
Sahipkıran AKADEMİ kategorisinde yayınlanan diğer yazılar için tıklayınız.