19 aydır dünyanın gözü önünde fütursuzca sürdürülen bir soykırımın zaruri tanıklarıyız. 7 Ekim 2023 tarihinde Hamas militanlarının Aksa Tufanı adı altında, bir Yahudi Bayramı olan Shemini Atzeret sırasında açık havada yapılan bir festival alanına ani saldırısı ile İsrail-Filistin arasında gerçekleşen çatışmaların bir yenisi tarihte yerini almıştı.
Bu saldırı sonucunda birçok sivilin öldürüldüğü, yüzlercesinin yaralandığı ve rehin alındığı kayıtlara geçmiştir. Yine aynı gün, Hamas’ın Gazze Şeridine yakın bir bölge olan Netiv HaAsara’ya da saldırı düzenleyerek sivilleri öldürdüğü bilinmekte. Bu saldırılar üzerine İsrail’in Netenyahu Hükümeti, kendisine büyük bir tehdit olarak gördüğü Gazze’deki Hamas’ı ortadan kaldırmak ve rehineleri geri almak için Gazze’ye karşı harekât başlattı.
8 Ekim 2023 sonrası özellikle batı medyasında manşetler, sanki İsrail’in gözüne girmek üzere özenle atılmıştı. İsrail merkezli çerçeveleme diline sahip batı medyasında Hamas’ın saldırıları “şok edici, terörist eylemler” olarak sunuldu. Bu dil, İsrail’in eylemlerini savunma hakkı bağlamında meşrulaştırırken, Filistinli sivillerin yaşadığı trajediyi arka plana itti. Ayrıca, “soykırım”, “etnik temizlik” gibi ifadelerden büyük ölçüde kaçınıldı. Bu yaklaşım, uluslararası hukuku hiçe sayan saldırıları görünmez kıldı.
Batı medyası, sıklıkla “iki taraflı çatışma” çerçevesi kurarak, güç asimetrisini ve İsrail’in işgalci niteliğini perdeledi. Türk medyasında, özellikle kamu yayın organlarında, Filistin’e yönelik güçlü bir destek söylemi öne çıktı. TRT ve Anadolu Ajansı gibi kaynaklar, haberlerinde sıklıkla “katliam”, “soykırım” ve “insanlık suçu” gibi ifadeleri kullandı ve Filistinli sivillerin yaşadığı insani trajedi detaylı şekilde yansıtıldı.
Bununla birlikte, bazı yayınlarda duygusal anlatım öne çıkarken, olayların siyasi ve tarihsel bağlamına dair derinlemesine analiz eksikliği göze çarpmakta. Medya, yalnızca olayları aktaran bir araç değil, aynı zamanda anlam inşa eden bir güçtür. 7 Ekim sonrası yaşananlar, uluslararası medyanın hangi ölümleri “haber değeri” gördüğünü; hangilerini ise sessizlikle geçiştirdiğini açıkça ortaya koydu.
Medya söylemi, hangi tarafın “kurban”, hangisinin “fail” olarak algılandığını belirleyen en önemli etkenlerden biri haline geldi. Gazze’de yaşanan insanlık dışı saldırılar, bilinçli şekilde gerek geleneksel, gerek dijital medyada kamuoyuna yanlış, eksik, saptırılmış şekilde sunuldu ve olayların tarihi yönüyle ele alınmadan vitrine ‘düşündürülmek istenenin’ yerleştirildiği bir sistem ile oyun sürdü.
Edward Said’in “oryantalizm” kavramı, özellikle Batı medyasının Filistinlilere yönelik indirgemeci ve dışlayıcı dilini anlamada yardımcı olabilir. Said’e göre; Doğu’nun temsili, Batı’nın güç ilişkileriyle doğrudan bağlantılıdır. Benzer biçimde, Noam Chomsky’nin “rızanın imalatı” (manufacturing consent) tezi, medyanın iktidar yapılarına nasıl hizmet ettiğini ortaya koyar. Filistin meselesinde bu teoriler, haber seçimi, dil kullanımı ve çerçeveleme stratejileriyle birebir örtüşmektedir.
Sahipli medya güç unsurlarına hizmet ederken, 1.5 yılı aşkın sürede geldiğimiz noktada Netenyahu Hükümeti Hamas’ı ortadan kaldırma düsturuyla başlattığı bu harekatta Gazze’yi harabeye çevirdi. Züccaciye dükkanına giren fil gibi sivil, kadın, çocuk ve bebek demeden herkesi kıyımdan geçiren İsrail güçleri, sınırları kapatarak ve Filistin halkını abluka altına alarak masum insanları açlık, susuzluk, salgın hastalık ve ölüm tehdidi ile baş başa bıraktı. Tüm bunlara rağmen, Hamas’ı ortadan kaldırma hedefinden hala çok uzakta.
Ben bu yazıyı yazarken dahi Gazze’de kefene sarılan masum bebek ve çocuklar, molozların arasına sıkışmış cansız bedenler var. Hamas’ı yok etme politikasının maskelediği bu soykırımın boyutunu ise İsrail’de muhalefet partilerinden Demokratlar Partisi lideri ve eski Genelkurmay Başkan Yardımcısı Yair Golan ; “Hobi olarak bebek öldürüyorlar” açıklamasıyla göz önüne serdi. İsrail devlet psikolojisi; ‘her Filistinli bebek ileride büyüyüp intikam için ayaklanabilir‘ şeklinde argümanlarıyla tüm dünyanın gözü önünde uluslararası hukuku ayaklar altına alarak savaş suçu işlerken, Batılı devlet liderleri ve uluslararası örgütlerden ise cılız kınama cümleleri ve ‘ticari anlaşmaları askıya alma’ söylemleri dışında hiçbir ses çıkmıyor. Bu da zaman içerisinde ikiyüzlü siyasal dilin batılı toplumlara nasıl sirayet ederek ahlaki bir çürümeye zemin hazırladığının basit bir göstergesi.
Vicdanın Sınavı: Filistin Soykırımı Karşısında Liderler ve Uluslararası Örgütler
BM, özellikle Genel Sekreter António Guterres aracılığıyla sivillerin korunmasına ve orantılılık ilkesine vurgu yapan açıklamalar yaptı. Ancak Güvenlik Konseyi’nden herhangi bir bağlayıcı karar çıkmadı. ABD’nin vetosu, İsrail’e yönelik olası yaptırımların önüne geçti. Bu durum, BM’nin barışı koruma kapasitesinin büyük güçlerce nasıl işlevsizleştirildiğini bir kez daha gözler önüne serdi. AB başlangıçta İsrail’in kendini savunma hakkına destek verdi. Daha sonra insani durum kötüleşince bazı yetkililer (örneğin Josep Borrell) insani aralar çağrısında bulundu. Ancak bütüncül bir duruş sergilenemedi. Yalnızca Avrupa Birliğinin (AB) İsrail ile iş birliği anlaşmasını gözden geçirme kararının “ciddi sonuçları olabilecek önemli bir adım” olduğu kaydedildi.
AB içindeki ülkeler arasında İrlanda gibi istisnai ülkeler, Gazze’deki sivil kayıplara daha sert tepki gösterdi. İspanya Başbakanı Pedro Sanchez ise “İspanya, İsrail gibi soykırımcı bir ülke ile ticaret yapmaz” çıkışında bulundu.
Arap Birliği ve İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ise retorik düzeyde İsrail’i suçlayan açıklamalar yaptı ancak somut bir siyasi veya ekonomik yaptırım adımı atmadı. Bu da İslam dünyasındaki bölünmüşlüğü, ekonomik çıkar ilişkileri eksenindeki duruşu ve kolektif diplomatik gücün eksikliğini gösterdi.
ABD Başkanı Joe Biden, İsrail’e “sarsılmaz destek” mesajı verdi. Biden, Tel Aviv’e bizzat giderek desteğini sembolik olarak da pekiştirdi. Ancak bu destek, İsrail’in sivillere yönelik saldırılarına göz yumulduğu algısını güçlendirdi. ABD medyasında bile bazı köşe yazarları, Biden yönetimini “ahlaki tutarlılıktan uzaklaşmakla” eleştirdi. ABD’nin koşulsuz desteği, küresel hukuka ve insan haklarına dair çifte standart algısını pekiştirdi.
Eski Almanya Başbakanı Olaf Scholz ve Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron da, İsrail’in yanında olduklarını vurgulayan açıklamalar yaptı. Ancak kamuoyundan gelen baskılarla ilerleyen haftalarda Gazze’deki duruma ilişkin daha temkinli söylemlere yöneldiler. Geçtiğimiz gün, İngiltere, Fransa ve Kanada’nın yaptığı ortak açıklamayla İsrail’in Gazze’ye saldırılarını sonlandırma çağrısına işaretle, söz konusu ülkelerin yanı sıra Belçika, Lüksemburg ve diğer Batı ülkelerinin Filistin devletini tanımaya hazırlandığı aktarıldı.
İngiltere Başbakanı Rishi Sunak, benzer biçimde İsrail’e “koşulsuz destek” açıklaması yaptı, ancak İngiltere’de büyük çaplı protestolar, bu söylemi içeride baskı altına aldı. Almanya, Fransa, İngiltere gibi ülkelerin başlangıçta tamamen İsrail yanlısı şeklindeki tutumları, sonraki aşamalarda bazı temkinli ateşkes çağrılarına dönüştü, ancak net tutum değişikliği olmadı. A
Almanya’da Filistin yanlısı gösterilere yasaklar, Fransa’da ifade özgürlüğü tartışmaları alevlendi. Tarihsel suçluluk, iç siyaset ve göçmen karşıtlığı gibi unsurlar, politikayı belirledi. Halkların tepkisi, devletlerden daha ilkeli ve evrensel değer odaklıydı.
7 Ekim 2023 sonrası başlayan kriz, yalnızca bölgesel bir çatışmanın değil, aynı zamanda küresel sistemin ahlaki reflekslerinin de test edildiği bir döneme işaret etmektedir. BM’nin yapısal zaafları nedeniyle etkisiz kalışı, Avrupa Birliği’nin tutum farklılıkları ve ABD’nin İsrail’e koşulsuz desteği, mevcut uluslararası düzende evrensel değerlerin sadece söylem düzeyinde kaldığını bir kez daha ortaya koymuştur. Buna karşılık, başta Batı olmak üzere dünyanın birçok yerinde halkların düzenlediği protestolar, devletlerin çıkar odaklı yaklaşımına karşı evrensel vicdanın hâlâ canlı olduğunu göstermektedir.
7 Ekim 2023’te başlayan yeni çatışma dalgası, sadece İsrail ve Filistin arasında yaşanan askeri bir gerilim olarak değil, aynı zamanda uluslararası toplumun kurumsal, siyasi ve ahlaki reflekslerinin sınandığı bir kriz olarak tarih sahnesine yazıldı. BM’nin etkisizliği, Avrupa Birliği’nin parçalı ve tereddütlü tutumu, Arap ve İslam ülkelerinin söylem-eylem tutarsızlığı ve kendini dünyanın jandarması gibi konumlandırmaya çalışarak başta Orta Doğu ülkeleri olmak üzere doğuya ‘demokrasi’ getirme iddiası güden ABD’nin koşulsuz İsrail desteği, uluslararası düzenin normatif iddialarını ciddi şekilde sorgulatır hale getirdi. Bu süreçte medya da benzer bir sınavdan geçti. Batı medyasında “meşru müdafaa” söylemiyle örtülen Filistinli sivillerin acısı, çoğu zaman yalnızca rakamsal istatistiklere indirgenerek insanî boyuttan soyutlandı.
Buna karşılık, Türk ve Arap medyası daha vicdani bir çerçeve benimsese de, zaman zaman analitik derinlikten yoksun, duygusal anlatılarla sınırlı kaldı. Tüm bu resmi tamamlayan belki de en dikkat çekici unsur, halkların ve sivil toplumun gösterdiği tepkiydi. Üniversitelerde, meydanlarda ve sosyal medyada yükselen dayanışma, devletlerden farklı olarak insan hakları ve adalet ilkesine daha bağlı bir refleks sundu. Bu, modern uluslararası düzenin kurumsal çöküşüne karşın, küresel vicdanın hâlâ canlı olduğuna dair umut verici bir işaretti.
Uluslararası unsurlar ve medya bağlamında Pragmatik yaklaşımlar
– Kaçınılmaz BM Reformu: Güvenlik Konseyi’nin veto sistemine alternatif çözümler düşünülmeli, en azından “insani felaketlerde veto hakkının sınırlandırılması” gündeme alınmalıdır.
– Uluslararası Ceza Mekanizmalarının Güçlendirilmesi: Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) daha etkin çalışması, tarafsızlığı ve siyasi baskıdan bağımsızlığı garanti altına alınmalıdır.
– AB’nin Normatif Tutarlılığı İçin İç Reform: AB’de İnsan hakları söylemini dış politika ile uyumlu hâle getirecek yapılar kurulmalı, ifade özgürlüğüne yönelik içsel çelişkiler giderilmelidir.
– Medya Okuryazarlığı ve Söylem Eleştirisi: Küresel medya tüketicileri, haberleri yalnızca içerikleriyle değil, dilleriyle ve çerçeveleme yöntemleriyle birlikte analiz etmeye teşvik edilmelidir. Gerek elinde telefon olan herkesin ‘gazeteciliğe’ soyunanların ve gazetecilik mesleğinin onurunu ucube bir yaklaşımla ayaklar altına alan ücretli troll ordularının, gerekse fonlanmış lejyoner medya öznelerinin yaklaşımları titizlikle ele alınmalı, bu kişileri fark edildiği takdirde engellenmek ve etkileşimlerini minimuma indirmek adına okuyucuların bilinçli hale getirilmesi büyük önem az etmektedir. Okuduğunuz ciddi haberleri güvenilir kaynaklardan sorgulatmadan yaymamak, dezenformasyona sebep olmamak, özellikle de topluma belirli aralıklarla pompalanan belli konulara dair haberlerin alt metinlerine sorgulayıcı şekilde yaklaşmak, toplum mühendisliği yapmaya çalışanlara vurulacak en iyi darbedir.
– Sivil Toplumun Güçlendirilmesi: Dayanışma hareketleri, sadece anlık tepkiler değil, uzun vadeli politik baskı unsurları hâline getirilmeli ve üniversiteler ve gençlik hareketleri desteklenmelidir. Can pazarının ortasında yaşam mücadelesi veren Filistin halkının acıları, hiçbir kesimin politik malzemesi haline getirilmeden çözümleyici somut eylemlerle konuya yaklaşım sağlanmalıdır.
7 Ekim sonrası yaşananlar, küresel düzenin “hukuk, adalet ve insan hakları” gibi iddialarının gerçek siyasal ilişkilerle çarpıştığında nasıl kırıldığını tüm açıklığıyla göstermiştir. İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ablukadan sivillere yönelik saldırılarına kadar birçok eylem, açık biçimde uluslararası hukuku ihlal ederken, sistemin koruyucu mekanizmalarının işlemediği görüldü.
Ancak halkların vicdanı ve sivil tepki, uluslararası sistemin değişebileceğine dair hâlâ bir umut olduğunu gösteriyor. Bu yazı, yalnızca Filistin’de yaşanan trajediyi değil, aynı zamanda dünyada adaletin kimler için geçerli sayıldığını da sorgulamak için bir çağrı olarak okunmalıdır. Medyada kendine Filistin halkı kadar bile yer bulamayan Uygur Türklerinin uğradığı zulmün boyutu ise bambaşka bir yazının konusu olacak kadar mühimdir. Nerede, hangi dilde ve dinde olursa olsun, masumlara yapılan zulüm karşısında durmak ve onlara gözümüzü kulağımızı kapatmamak, insani bir görev ve vicdanen boynumuzun borcu olmalıdır.
.
Arya Yaren DİMİCİ
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız