Batı dünyasının ünlü tarihçileri “Dünya tarihinden Türkleri çıkarırsanız geriye tarih diye bir şey kalmaz” derler. Çok doğrudur. Aslında bu açıklamanın akademik tanımlaması, insanoğlunun yaşadıklarının önceleri sözlü ve ezbere dayalı, sonra da yazılı olarak kayda geçirilmesi ile başlayan tarihi süreç içerisinde Türklerin doğal felaketler, hastalıklar, savaşlar ve her türlü zorluk karşısında tek yumruk oldukları ve yok olmadıklarıdır.
Yüksek lisans için gittiğim Amerika’da üniversiteye ilk başladığım yıl, hocalarımdan bir tanesi asker kökenli Amerikalı bir tarihçiydi. Hayatımda ilk defa bir Amerikan askeri ile karşılaşmıştım. Seçmeli olarak seçtiğim Amerikan tarihi dersinde benim Türk olduğumu öğrendikten birkaç hafta sonra “Sen Türk’sün, farklı meziyetleri olan milletin üyesisin” diyerek elime yaklaşık on sayfadan oluşan bir yazı tutuşturdu. “Oku ve bak. Biz sizi nasıl tanıyoruz?” dedi.
Tarihçi olan hocamın elime tutuşturduğu evrakları okumaya başladım. Öncelikle mecburiyetten okumaya başladığım evraklar okumaya devam ettikçe daha çok ilgimi çekmiş ve sonunda bitirmek için çabaladığım bir hal almıştı.
Elime tutuşturulan kâğıtlar, ABD ordusundaki araştırmacılar tarafından yazılmış, 1950-1953 yılları arasında yer alan Kore Savaşı ile ilgili bir araştırma raporuydu. Bu savaşta yer almış ve kod adı “Şimal Yıldızı” olan bir tugaya ait olan bu rapor alelade bir rapor değil, tarihten gerçek bir kesitti ve gerçekti.
Rapor özellikle “Savaş sırasında ABD ordusundaki kayıpların, Şimal Yıldızı adlı tugayın kayıplarından neden daha fazla olduğu” ile ilgiliydi. Amerikan ordusunun verdiği kayıplar titizlikle incelenmiş ve sebepleri sosyolojik ve askeri olarak analiz edilmişti. Savunma stratejileri, savaş taktikleri, hezimet ve yenilgi yaşanılan bölgeler, bunların sebepleri ve daha bir çok şeyi bulabilirdiniz bu raporda.
Fakat beni en çok raporun sonuç kısmı etkilemişti. Özetle şundan bahsediyordu: “ABD ordusunun yaralı askerleri, hastaneye yeni bir yaralı asker gelince onu dışlamakta ve yardımcı olmamaktaydılar. Zira yaralı bir askerin ne faydası dokunabilirdi ki onlara. Kolları kirik, bacağı kopuk, bir gözü yaralı, tetik tutan birkaç parmağı olmayan asker ne yapabilirdi ki? Sadece kısıtlı imkânları kullanan, savaş alanında bir yüktü onlar için. Buna karşın Şimal Yıldızı adlı tugaya ait seferi hastaneye tugayın yaralı bir askeri gelince diğer askerler ve yaralılar hemen onu aralarına alıyorlar, yemiyorlar yediriyorlar, içmiyorlar içiriyorlar, ilacını tam saatinde verip, her türlü temizliğini yapıyorlar ve hayatta kalabilmesi için de ellerinden geleni yapıyorlardı.” diyordu rapor.
Anladığınız üzere “Şimal Yıldızı”, Türk ordusuna ait kahraman tugayın kod adıydı.
Kore savaşının üzerinden çok uzun zaman, çok nesil geçti ancak yabancıların Türkler hakkındaki bu değerlendirmeleri ve bakisi açıları hiç değişmedi. Kyodo News muhabiri Hiromi Yasui bir röportajında, Türk halkının depremden sonraki dayanışmasına hayran kaldığını söyleyince anımsadım bu raporu. Hiromi Yasui: “Türk halkı sorunlar karşısında birbirlerine sarılıp işbirliği yapıyorlar, mükemmel bir dayanışma içine giriyorlar. Biz buna pek sahip değiliz. Türk insanının bu noktasını takip etmeliyiz.” dedi samimiyetle.
Toplum olarak aramızda sorunlar yasasak da Türk milleti olarak sadece kendimizin değil, dünyanın da kabul ettiği en önemli özelliklerimiz arasında yardımseverliğimiz, konukseverliğimiz, affediciliğimiz ve savaş gibi, afet gibi olağandışı olaylarda milletçe tek vücut ve tek yumruk olabilmemizdir.
Millet olarak bu özelliklerimizin temelinde birbirimize duyduğumuz sevgi ve yardımlaşma kültürümüze ilaveten mücadeleci ruhumuz, genlerimizdeki yenilmeme, yok olmama ve en zor koşulda dahi var olma isteği yatar. Tarihimiz bunun en güzel örnekleri ile doludur.
Sadece bu kesitte dahi görüldüğü üzere bunu biz söylemiyoruz. Bizi gözlemleyen yabancılar söylüyor.
Eminim ki bizde bu özellikler var olduğu ve muhafaza ettiğimiz sürece başta deprem olmak üzere tüm badireleri ve yaralarımızı en kısa sürede saracağız. Çünkü millet olmak, tüm unsurlarıyla Türk milleti olmak ve bize yüklenen misyon bunu gerektirir.
Özdemir Ergene Bozkurthan Üçhöyük
(Bana bu yazıyı yazma fırsatı veren SASAM Başkanım Sayın Mesut Emre Karaköse’ye teşekkürlerimi sunarım.)