Mesut Emre KARAKÖSE – SASAM Başkanı
Unsurları ve Aşamalarıyla Devlet
Hukuki, sosyal ve siyasal bir yapı olarak devletin üç temel unsuru vardı. Birincisi insan unsurudur ki millet, halk ya da ulus adlarıyla anılabilir. Manevi bağlarla birbirine bağlanan ve birlikte yaşama iradesi gösteren insan topluluğu devletlerin insan unsurunu oluşturur. İkinci temel unsur ise ülke unsurudur. Devlet coğrafi anlamda belirli bir kara parçasına sahip olmalıdır. Hava ülkesi ve deniz ülkesi ile birlikte sınırları belirlenebilir, bir bütün teşkil eden ülke unsuru devlet olmanın olmazsa olmazlarındandır. Son ve belki de en önemli unsur ise egemenlik unsurudur ki siyasal iktidar devletin esas kurucu unsuru olarak kabul edilmektedir. Egemenliğin içeriye bakan yönü, ülke içinde yegâne meşru güç kaynağı olmayı ifade ederken, dışarıya bakan yönü ise bağımsız olmaktır. Böylelikle belli bir ülkede yaşayan insan topluluğu üzerinde siyasal hâkimiyet tesis edilerek devletin hayata geçtiği söylenebilir.
Her sosyal yapı gibi devlet organizasyonu da zaman içinde durmaksızın gelişim göstermiş, değişim ve dönüşümlere uğramıştır. İnsanlık tarihinin eski dönemlerinden itibaren siyasal örgütlenmeler baş göstermiş, çağlar boyunca değişik formlarda varlığını sürdüre gelmiştir. Geniş aileler adeta kabile devleti halini almış, aşiretler ve boylar konfederasyonları doğmaya başlamıştır. Gücü elinde tutan derebeyleri ve feodal güçler siyasal yetkiler kullanmışlardır. Kimi coğrafyalarda beylikler kimi yerlerde şehir devletleri görülmüştür. Zaman içinde çok geniş coğrafyalarda hâkimiyet tesis edilerek imparatorluklar kurulmuş, çok kültürlü ve çok uluslu bu yapılar Fransız ihtilalinden sonra yayılan milliyetçi akımlar karşısında tutunamayarak dağılmışlardır. İmparatorluklar çağının sona ermesiyle modern anlamda ulus devlet modeli dünya genelinde yaygın hale gelmiştir. Ancak bu modelin son aşama olduğunu ileri sürmek, insanlık tarihinde gelinen son durak olduğunu iddia etmek, durmadan devam eden değişim ve dönüşümü anlamamak demektir. Üstelik kimi zaman yavaş, kimi zaman hızlı seyreden değişim süreci tüm dünyada devam eder ve etmektedir.
Milliyetçi ve Ulusçu Yaklaşımlar Karşısında Ulus Devlet
Ulus devlet modeli imparatorlukların dağılmasıyla birlikte ortak bir dile, ortak bir kültüre ve ortak değerlere sahip, büyük çoğunlukla aynı kökenden gelen insan topluluklarının belli bir coğrafyada hâkim olmasıyla yaygınlık kazanmıştır. Ulus devlet kavramının, yukarıda bahsedilen devletin üç temel unsurundan insan unsurunu öncelediği, insan topluluğunu esas aldığı veya insan unsuruna odaklandığı rahatlıkla ifade edilebilir. Her ne kadar belli bir coğrafya üzerinde hâkimiyet tesisi koşulları taşısa da asıl olan o coğrafyada yaşayan milletin/ulusun egemenliğidir. Bu noktada milliyetçi görüşlerin ulus devlet sürecini beslediği ve ulus devlet sürecinden beslendiği ileri sürülebilir. (Millet tanımının oluşumunda din birliğini esas alan ya da Neo-Osmanlıcı olarak sınıflandırılabilecek bir takım siyasal görüşlerin -kendini milliyetçi olarak niteleseler dahi- bu yazı kapsamında değerlendirilmeyeceği izahtan varestedir.)
Hâkimiyetin mutlak monarşiden, kraldan, padişahtan alınarak millete verilmesi milli egemenlik ilkesi olarak siyasi ve hukuki arenada karşılık bulmuştur. Bununla birlikte ulusçu/ulusalcı akımların milliyetçilikten ayrıştığı noktalar mevcuttur. Nitekim ulusun mu ulus devletin mi daha önce ortaya çıktığı, hangisinin önce geldiği ve diğerini doğurduğu sorusuna verilen cevaplar farklılaşmaktadır. Ulusalcı olarak adlandırılabilecek görüşler ulus devletin daha önce doğduğunu ve ulusu oluşturduğunu ileri sürmektedir. Milliyetçi fikirler ise ulusun/milletin daha önceden var olduğunu ve ulus devleti kurduğunu kabul etmektedir. Türkiye örneğinde ulusçu/ulusalcı anlayışa göre Atatürk devrimiyle birlikte kurulan devletle bu coğrafyada yaşayan halk, ulus olarak örgütlenmiş ve egemenlik tesis edilmiştir. Öte yandan milliyetçi görüşleri benimseyenler ise Türk Milletinin daha önceden var olduğunu, birçok devletler kurduğunu ve kurulan bu son devletin asli kurucu unsurunun Türkler olduğunu öne sürerek ulus devlet anlayışında ulusalcı yaklaşımdan ayrışmaktadırlar.
Ulus devleti savunan görüşlerin ayrıştığı bir başka nokta ise hâkim unsurun vatandaşlık bağıyla devlete bağlı olmayan mensuplarına ilişkin yaklaşımlarıdır. Milliyetçi görüşler burada bir açmaza düşmektedir. Aynı dili konuşan, aynı kökenden gelen ve soy bağına sahip, aynı kültürel değerleri paylaşan ancak ulus devletin vatandaşı olmayan kişiler millet tanımının ve anlayışının içinde değerlendirilmektedir. Bununla birlikte anayasal vatandaşlık esas alınarak yapılan millet tanımında soy bağı olmayan, aynı ana dilini konuşmayan insanlar ulusun bir ferdi olarak değerlendirilmektedir. Konuyu Türk Milliyetçiliği örneğinde ele alacak olursak; binlerce kilometre uzakta, yüz yıllardır ayrı siyasi organizasyonlar bünyesinde yaşayan, günlük hayatta kullanılan dil olarak ayrışmış, kültürel olarak farklılaşmış topluluklar soy bağı nedeniyle millet dairesinin içinde görülmektedir. Bu geniş bakış açısının benimsenmesi ulus devleti oluşturan insan unsuru olarak ulus tanımı ile örtüşmemektedir.
Türkiye örneğinde ulusçu ya da ulusalcı yaklaşımın ulus devletle olan ilişkisi milliyetçiliğe göre daha tutarlı ve doğal görülmektedir. Yurttaşlık bağıyla devlete bağlı olmayı ulusun mensubu olmak için yeter şart kabul eden bu yaklaşımı benimseyenler; “Dış Türkler” olarak tanımlanan toplulukları ulus dairesinin dışında görmekte, vatandaşı oldukları devletin bir unsuru olarak değerlendirmekte ve o devletlerin içişlerinin konusu saymaktadırlar.
Ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti de kuruluşundan bugüne kadar bu farklılaşmayı ayırt etmekte ve milliyetçi görüşler karşısında konumunu belirlemektedir. İlk dönemde yeni kurulan cumhuriyeti tehlikeye atabileceği değerlendirilen milliyetçi fikirler, kadrolar ve yaklaşımlar karşısında temkinli hareket edilmiştir. 1944 olayları, Boraltan Köprüsü hadisesi, Kerkük katliamının haberleştirilmesini yasaklayan Bakanlar Kurulu Kararı gibi tecrübeler bu tutumun bazı yansımalarıdır. Yaklaşık bir asırlık uygulama geçmişi ele alındığında milliyetçi akımlar dönem dönem milli güvenlik risk faktörü olarak değerlendirilmiş, yayınlar yasaklanmış, fikir ve aksiyon insanları cezalandırılmıştır. Uluslararası arenada zor duruma düşmemek ve başka aktörlerle ilişkilerin bozulmaması adına “Turancılık, Pan Türkizm” olarak algılanabilecek hareketler ötekileştirilmiş, içerde ise milli birliğe zarar verebileceği değerlendirilen bazı görüşler “Türkçülük-Irkçılık” nitelemeleriyle yasaklama ya da baskılama yoluna gidilmiştir. Bütün bu yaşananlara rağmen milliyetçi akımlar ulus devleti sadakatle savunmaya devam etmişlerdir. Bu çelişkinin en veciz ifadelerinden birisi 1980 ihtilalinden sonra milliyetçi çevrelerde yaygın olarak söylenen “öptüğümüz el bizi tokatladı” cümlesidir.
Ulus Devletin Açmazları
Öncelikle belirtmek gerekir ki ulus ve ulus devlet kavramı doğal olmayan koşullar ve süreçler sonucunda üretilmiş yapay kavramlardır. Fransız ihtilali sonrasında oluşan uluslararası düzen, yaygınlaşan fikirler, değişen ekonomik ilişkiler siyasal alanda ulus ve ulus devlet kavramlarının doğmasına yol açmıştır. Ulusçuluk ise var olmayan bir ulusun bir takım semboller, sloganlar ve törensel yöntemlerle inşası, bir arada tutulması ve bireyler arasında kitleye aidiyet hissinin yaygınlaştırılması şeklinde tanımlanabilir.
Ulus devlet modelinin kadro ve insan kaynağı açısından ve fikri anlamda kısmen beslendiği milliyetçi yaklaşımlardan ayrışmasına yol açan temel çelişkilerden biri egemenliğin tesis edildiği coğrafi alanla sınırlı kalan vizyonudur. Oysaki devletin politik bir varlık olmasına karşın halk ya da millet etnik ve kültürel boyutları olan doğal bir varlıktır ve egemenliğin kurulu olduğu alanın ötesinde mevcudiyet gösterir.
Devletin insan unsurunu oluşturan topluluğun ortak bir dil, ortak bir kültür ve ortak değerleri paylaştığı tezi ise bir hedef ya da genelleme olmaktan öteye geçememiştir. Bütün imkân ve araçlara karşın halen dünya genelinde farklı ulus devletlerin vatandaşı olan birçok insanın, ulus devletin ortak dilinden ayrı bir anadili konuşması, ortak dili bilmemesi, ortak kültürden ayrışması ve ortak değerleri benimsememesi bu durumu açıkça ortaya koymaktadır.
İmparatorlukların dağılmasını hızlandırarak ulus devlet çağına geçişi kolaylaştıran, her milletin kendi kaderini tayin ve otonomi hakkına sahip olduğu yönündeki kabuller ise ulus devletler için birer mayınlı sahaya dönüşmüştür. Nitekim uluslaşma sürecini tamamlayarak büyük küresel güçlere dönüşen hiper ulus devletler dahil, bugün dünyanın neredeyse bütün ülkelerinde bu esastan hareket eden ayrılıkçı görüşler ve hareketler bulunmaktadır. Bu hakların yorumlanmasındaki farklılıklar uluslararası dengeleri tehdit etmekte, siyasi yapıyı kırılgan hale getirmekte, istikrarsızlık zeminini güçlendirmekte ve hatta silahlı/sıcak çatışmalar doğurmaktadır.
Ulus devletler büyük çoğunlukla merkeziyetçi ve tekçi yapıda kurgulanmıştır. Hantal ve büyük bir bürokrasi üzerine tesis edildikleri için etkinlik ve verimlilik sağlanamamaktadır. Şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkelerinin yaygınlaşması, değişim ve dönüşüm taleplerini güçlendirmektedir.
Devletin Ülke Unsurunun Önemi ve “Ülke Devlet” Formülü
Yazının girişinde modern devletin üç temel unsurundan biri olarak ülke unsuruna değinilmişti. Bu insan topluluğu unsurunu esas alan model dünya genelinde yaygınlaşmış olsa da, birçok sorunu ve tutarsızlığı beraberinde getirdiği için zamanla ülke devlet formasyonunun geçerlilik kazanacağı öne sürülebilir.
Düşünce adamları, filozoflar ve özellikle de akademisyenler zaman zaman toplumun önünde gitseler de genellikle toplumsal gelişmelerin gerisinde kalmaktadırlar. Toplumsal olaylar ve yapılar biçimlendikten sonra konuları ele almakta ve analiz etmektedirler. Bu nedenle henüz hukuk ve siyaset bilimi literatüründe “ülke devlet” tarzı bir tanımlamaya rastlanmamıştır. Ancak dünyadaki gelişmeler ele alındığında ulus devletten, ülke devlete doğru hızlı bir dönüşüm yaşandığı görülebilecektir. Çünkü dünya üzerinde hemen hiçbir ülke ulus devlet teorisinin öne sürdüğünün aksine, insan unsuru yönünden homojen değildir.
Dünyanın düzen kurucu süper gücü ABD zaten bir coğrafyadan isim alan ve ülkeyi esas alarak ulusu inşa eden bir model olarak ortada durmaktadır. İkinci büyük güç Çin Halk Cumhuriyetinin halkına Çinli denildiği ve dolayısıyla vatandaşlığın ülke adıyla ilişkilendirildiği, Çin halkının çok farklı milletlerden oluştuğu bilinen bir gerçektir. Aynı durum Hindistan için de söz konusudur ve ülkede yaşayan onlarca etnik ve dini grup, yüzlerce farklı dil ve lehçe, 22 farklı tanınmış ve resmi dil vardır.
İngiltere basını ve kamuoyu izlendiğinde İngiliz yerine Britanyalı (British) tabirinin gün geçtikçe daha yaygın kullanıldığı anlaşılmaktadır. Aynı durum Avrupa’nın büyük ülkeleri olan Almanya ve Fransa için de geçerlidir. Gün geçtikçe artan göçün de etkisiyle kozmopolit hale gelen bu ülkelerde Almanyalı, Fransalı gibi tanımlamalarla ülke unsuru öne çıkmaktadır. Ülkelerin insan unsurunu belirtirken Hollandalı, Belçikalı, Polonyalı, Portekizli şeklindeki kullanımlar genel kabul görmüştür. Ülkenin Resmi adının ilgili “Çek Cumhuriyeti” iken “Çekya” olarak değiştirilmesi örneği, devletin ulus yerine ülke faktörü etrafında yeniden şekillenmesinin bir diğer Avrupalı örneğidir.
Balkan coğrafyası ise bu anlamda bir laboratuvar zenginliğinde örneklerden oluşmaktadır. Geniş anlamda ele alacak oluşsak 13 ülkenin tamamında neredeyse bütün Balkan halkları bir arada yaşamaktadır. Bu devletleri insan unsuru üzerine kurgulamak çok zor olduğu için ülke esası ön plana çıkmıştır. 1995 Dayton Anlaşması sonrası Bosna-Hersek’te oluşturulan model bu yaklaşımın en somut örneğidir. Bununla birlikte hala etnisitelerin ön plana çıkarılması gayretleri, sorunların çözümünü zorlaştırmakta ve bölgeyi istikrarsızlaştırarak müdahaleye açık hale getirmektedir. Oysaki yüz yıllardır bir arada yaşayan halklar, uluslaştırma dayatması yerine ülke ve vatandaşlık esasında birleştirilebilse dengenin oluşması çok daha kolaylaşacak ve her unsur kendi kimliğini koruyarak varlığını sürdürebilecektir.
Keza Orta Asya Cumhuriyetlerinde de bu yaklaşımın yaygınlaştığı görülmektedir. Özbek yerine Özbekistanlı, Kazak yerine Kazakistanlı terimlerinin tercih edilmesi, resmi metinlerde ve ülke mevzuatlarında bu şekilde kullanımın yaygınlaşması aynı sürecin dünyanın bu coğrafyasında da devam ettiğinin işaretidir. Benzer örnekleri Latin Amerika, Orta Doğu ve Afrika ülkeleri için çoğaltmak mümkündür. Devlet mekanizmasını kurgularken, tanımlarken ve işletirken insan unsuru olan ulus yerine, ülke unsurunun öne çıkması ve önem kazanması süreci tüm dünyada ve tüm hızıyla devam etmektedir.
Ülke önemlidir çünkü insanlar üzerinde yaşadığı toprağa benzerler. Nerede yaşıyorsak o toprağın ürünlerinden tüketir, suyundan içer ve havasından soluruz. Coğrafyadan doğrudan etkilenir ve hatta zamanla o coğrafyaya dönüşürüz. Eskiden beri insanların da alem gibi “anasır-ı erbaa” denilen dört temel unsurdan/bileşenden oluştuğu ileri sürülür. Toprak, su, hava ve ateş şeklinde tanımlanan bu temel unsurların hakları da şekillendirdiği yönünde görüşler savunulmuştur. Zaman içinde büyük ölçüde eskidiği ve modern bilimsel metotlarla savunulamayacağı ileri sürülse de bu görüşlerin haklılık payı olduğu reddedilemez.
Yurt, vatan, yurtseverlik, vatanseverlik şeklinde siyasal alana yansıyan ülke esaslı tanımlamalar, bize devletin oluşumunda ve halkın bir araya gelmesinde/bir arada tutulmasında ülke unsurunun önemini bir kez daha göstermektedir. Vatan neredeyse bütün milletler için en mukaddes varlıklardan biri, kutsal bir ana olarak kabul edilmiştir. İnsanlık tarihi boyunca neredeyse bütün savaşlar yurda/toprağa hâkim olmak için verilmiş, en ağır dramlar bu uğurda yaşanmıştır. Toplumlar/topluluklar yurduyla birlikte varlığını sürdüren birer yapıdır ve yurdundan ayrı kalmak bir toplumun varlığını sürdürmesi önündeki en büyük engeldir.
Ülkenin, devlet ve toplum açısından taşıdığı büyük önemi Türkçü görüşleriyle tanınan büyük düşünür Hüseyin Nihal Atsız dahi, makale ve eserlerinde ifade etmiştir. “Toprak-Mazi” şiiri bunun en çarpıcı ifadeleriyle dolu olmakla birlikte, bu yazının yöntemiyle örtüşmeyeceği için burada yer verilmeyecektir.
Özetlemek gerekirse; ülke unsuru devletin oluşumunda en büyük önemi taşıyan, en belirleyici ve şekillendirici unsur haline gelmektedir. Uluslar yurt sevgisi ve vatanseverlik duyguları etrafında şekillenmekte, varlığını korumakta ve siyasi otoriteyle ilişkilenmektedir.
Türkiye Örneği
1920’de Ankara’da açılan Büyük Millet Meclisi adının önüne Türkiye kelimesini almış, 1923’te devletin şekli cumhuriyet olarak ilan edilirken de Türkiye Cumhuriyeti isimlendirmesi tercih edilmiştir. O dönemde konu etrafında yapılan tartışmalar incelendiğinde bu coğrafi adlandırmanın bilinçli bir tercih olduğu, kurucu kadronun ileri görüşlülüğünü yansıttığı ve sosyo-politik gerçeklikle örtüştüğü görülmektedir. Bu gerçeklikle çelişen zorlama ve dayatmaların toplumsal yapıda gerilimlere ve tahribata yol açması kaçınılmaz bir sonuçtur.
1920, 1924, 1961 ve halen yürürlükte olan 1982 Anayasalarının tüm hallerinde vatandaşlık tanımı yapılırken soy bağı ya da ırkın esas alınmadığı, anayasal vatandaşlığın milli kimliği pekiştirecek hukuki bir yaklaşım olarak benimsendiği ortadadır. Hukuk kurallarının toplumu dönüştürecek ya da şekillendirecek araçlar olarak ele alınması yerine, toplumsal gerçeklikle örtüşmesinin daha sağlıklı sonuçlar doğuracağı kuşkusuzdur.
Bir ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti kurulurken dahi bir sonraki aşamanın derin akılla öngörülerek uygun bir zeminde inşa edilmesi büyük bir stratejik dehanın yansımasıdır. Bununla birlikte ulus devletten ülke devlete geçişin daha yakın tarihte somut örneklerini gözlemlemek mümkündür.
2021/24 sayılı Cumhurbaşkanlığı Genelgesinde “Türkiye” ibaresinin Türk milletinin kültür, medeniyet ve değerlerini en iyi şekilde ifade ettiği belirtilmekte ve kullanılması konusunda hassasiyet gösterilmesi amaçlanmaktadır. Keza 2022/2 sayılı TBMM Başkanlığı Genelgesiyle yasama erki de aynı yönde adım atmıştır. Buna göre devletin ve milletin kültür, medeniyet ve değerlerinin muhafaza edilmesi ve yüceltilmesi amacıyla, Türkiye Büyük Millet Meclisinin yasama, denetim ve temsil görevlerinin ifasına ilişkin her türlü faaliyet ve yazışmalarda, “Türkiye” ibaresinin kullanılması istenmektedir.
Türkiyelilik tartışmaları çeşitli alanlarda devam ederken, ulusçu bakış açısından bölücü ve yıkıcı ilan edilen siyasi akımlar dahi ülke esaslı tanımlamayı ve kurgulamayı benimsemekte, bu çerçevede devlet iktidarıyla daha içten bir ilişki modeli sergileyeceğini ifade etmektedir. Keza çeşitli siyasi partilerin kırmızıçizgi olarak “vatan” ı ilan etmeleri, farklı gelenekler için bile vatanseverliğin ortak bir payda haline gelmesi, devletin temel unsuru olarak ülkenin taşıdığı önemin giderek artacağının bir diğer görünümüdür.
Milliyetçi ya da ulusalcı reflekslerle, yaşanan dönüşümü inkâr etmek ya da direnç geliştirmek süreci durdurmayacaktır. Üstelik gerçekleri olduğu gibi algılayıp, kabullenememek; adaptasyonda gecikme ve zaaf göstermek yeni süreçlerde etkili ve belirleyici aktör potansiyeline zarar verir.
Pekiyi ya Sonra?
Devletin temel unsurlarından birisi olan ülke unsurunun, insan (ulus) unsuru karşısında kazandığı büyük önem ortadayken; henüz literatürde ve doktrinde olmayan “ülke devlet” modelinin ortaya konması bile dikkate değer bir cesaret ve hatta cüret olarak yorumlanabilir. Hal böyleyken bir adım sonrasına ilişkin öngörüler ise siyasi kehanet şeklinde ciddiyetten uzak bulunması muhtemeldir. Bununla birlikte bir sonraki aşamada odak noktasının üçüncü unsura yani egemenliğe kayacağını ifade etmek belki bir fikir kıvılcımı olarak sonrakilerin işine yarayabilir.
Egemenlik yani hâkimiyet giderek önem kazanacaktır. Bugün bile devletlerin güç unsurlarına, sermaye ve finansa, silah ve mühimmata, bilgiye ve teknolojiye, insan kaynaklarına hâkim olmak için giriştiği amansız yarış bu dönüşümün işaret fişeğidir. Devlet dışı aktörlerin, çok uluslu şirketlerin, uluslararası kuruluşların, dijital platformların “devletvari” ya da “devletimsi” yapılara dönüşmesi, devlet yetkileri kullanması, devlet otoriteleriyle çatışmalar yaşaması örneklerine sıkça rastlanmaktadır. Buradan hareketle üç temel unsurdan egemenlik unsuru etrafında yeniden kurgulanmış devlet modelleri sonraki nesillerin çözümleyeceği ve yüzleşeceği yapılar olacaktır. Belki de egemenlik esaslı devlet modelinde devletler belli sınırların ötesinde ve belli bir insan topluluğunun dışında da egemenlik tesis etmeye çalışacaklar ve diğer taraftan kendi sahalarını muhafaza ve müdafaa etme gayretine düşeceklerdir.
Sonuç olarak; 19. yüzyılda yaygınlık kazanmış ve 20. yüzyılda zirve noktasına ulaşmış olan ulus devlet modelinin, 21. yüzyılda sessiz ve derinden yaşanan bir büyük dönüşümle yerini ülke devlet modeline bıraktığı söylenebilir.