Mart 2011’de Arap Baharı ortamında Beşar Esad rejimine karşı protestolar başladı. Bunu takip eden süreç bir iç savaşa dönüştü. Bu iç savaşta yaklaşık 500 bin kişi hayatını kaybetti. 8 milyon Suriyeli sığınmacı, ülkelerini terk etmeye veya çadır kentlerde yaşamaya zorlandı. Türkiye 4 milyonu aşkın sığınmacıyı kabul etti.
Türkiye, sınır ötesi operasyonlar gerçekleştirerek, Suriye’nin bazı şehirlerini terörden arındırma ve daha fazla sığınmacıya ev sahipliği yapma derdinden kurtulurken, ABD öncülüğünde oluşturulan terör devletinin de önüne geçti. Türkiye’nin mevcut Suriye politikasından bağımsız olarak, ABD ve Rusya ile sınır ötesi bir tampon bölge oluşturma ve mültecilerin ülke sınırlarına dâhil edilip edilmemesi konusunda yaptığı müzakerelerde sığınmacıları yerleştirme çabaları sonuçsuz kaldı. Bunun üzerine Türkiye’ye gelen sığınmacılar, uluslararası hukuk normlarına ve Türkiye’nin taraf olduğu sözleşmelere uygun olarak belirli bölgelere yerleştirilmeye başlandı.
Türkiye bu kapsamda 1951 Birleşmiş Milletler Mültecilerin Statüsüne İlişkin Cenevre Sözleşmesini ve 1967 tarihli Mültecilerin Statüsüne İlişkin Protokolünü temel referans noktası olarak uygulamaya başlamıştır. 04.04.2013 tarih ve 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu (YUKK) ile ulusal hukuktaki boşluğu doldurmaya çalışmıştır. Bu kanun 11.04.2013 tarih ve 28615 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiş olup, ülkemizdeki sığınmacıların hukuki durumunu düzenlerken; şartlı mülteci, ikincil koruma ve geçici koruma gibi yeni uluslararası koruma statüleri oluşturmuştur.
Savaş sona erdiğinde Suriyelilerin ülkelerine geri dönmelerinin koşulu bu geçici koruma statüsünden kaynaklanmaktadır. Türkiye, coğrafi çekinceleri nedeniyle Suriyelilere mülteci statüsü vermemek için Cenevre Sözleşmesi’ne coğrafi çekince maddesi koydu. Suriyeli sığınmacıların biyometrik kayıtları Göç İdaresi Genel Müdürlüğü tarafından geçici koruma altına alınmaktadır. Bu verilere göre ülkemizde ne kadar mülteci olduğu net olarak biliniyor. Ayrıca 2011 yılı öncesinde ülkemizde yaşamaya başlayan ve “oturma izni” alan 99.643 Suriyeli olduğu bilinmektedir. Bunların dışında resmi açıklamalarda henüz kayıt yaptırmamış ve yasadışı yollardan Suriyeliler ve Türk vatandaşlığını kazanan Suriyeliler de bulunmaktadır.
Türkiye’yi zor durumda bırakan bir diğer unsur ise ülkemizde “düzensiz göçmen” olarak bulunan, sığınmacı olarak kabul etmediğimiz ve Avrupa’ya geçmeye çalışan Afganlar, Iraklılar, Pakistanlılar veya İranlılardır. Türkiye de çeşitli nedenlerle Türkiye’de bulunan bu göçmenler için mücadele ediyor ve bu sorun siyasi gündemi yeniden tanımlıyor. Türkiye, yasa dışı göç almaya başladığından beri büyük yükler altına girdi.
Medyaya yansıyan haberler incelendiğinde sığınmacıların istatistiksel veri olarak görüldüğü ve yığınlaştırılan bir nesneye dönüştürüldüğü görülecektir. Hepsini ayrı hikâyeler olarak incelemek, doğuştan gelen haklarına saygı duymak, istatistiksel bir veri değil insan olarak tanımak ve buna göre muamele etmek gerekir. Dolayısıyla sığınmacıları eleştirirken onların birer insan oldukları ve temel haklara erişimde diğer insanlardan ayrı olarak göz ardı edilemeyeceği gerçeği göz önünde bulundurulmalıdır.
Özellikle sosyal medya kullanımı kin ve nefret söylemi uyandırabilecek tarzdadır. Milyonlarca sığınmacı arasında suç işleyen veya suça meyilli kişilerin olması elbette mümkündür. Bu, en modern toplumlar için bile geçerlidir. Sosyal medyada milyonlarca sığınmacı hakkında genellemeler yapılarak yapılan paylaşımlar insan hak ve özgürlüklerine saldırmaktır.
Siyasi değerlendirmeler ve çıkarlar adına sığınmacıları rencide edecek ifadeler ve hakaretler elbette bireysel oy artışını tetikleyebilir ve marjinal grupların desteğini almaya yetebilir. Ancak strateji sonucunda oluşturulan söylemler, hükümetin uyguladığı veya uygulamayı planladığı politikaların rasyonel değişimlerini de etkileyebilmektedir. Bu politik söylemler pozitif değere katkı sağlarken, politik kaygılar ve çekinceler nedeniyle negatif değer kaybını da dikkate alarak ulusal güvenlik ve politika değişikliğine yol açabilir.
Milliyetçi kaygılarla siyasi söylemler geliştirmek ve siyasi tartışmalar yaşamak Türkiye-Suriye, Türkiye-Rusya, Türkiye-İran ve Türkiye-ABD ikili ilişkilerinin seyrini de yeniden belirleyecektir. Belki de Türkiye’nin askeri operasyonları ve Suriye’deki varlığı, sığınmacı gönderme meselesiyle yeniden planlanacak ve siyasetin seyrine de yeniden yön verecektir. Sonuç olarak, Türkiye’nin dış politikada daha etkin ve verimli bir konumda olduğunu, uluslararası ilişkiler ve olayların bu yeni konjonktürde Türkiye’nin elini güçlendirdiğini söyleyebiliriz.
Muhammed IŞIK – SASAM Genel Sekreteri