Twitter Facebook Linkedin Youtube

“TERÖRLE MÜCADELE” EDİLEMEYEN AFGANİSTAN’I NELER BEKLİYOR?

İlknur Şebnem ÖZTEMEL – SASAM Uzmanı

Çin, Rusya ve Türkiye Açısından Yeni Afganistan

Swetlana Aleksiyeviç’in, Nobel ödüllü anı kitabı Çinko Çocuklar’ın, elli yedinci sayfasında geçtiği üzere, bir Sovyet askeri Afganistan’daki yılları ile ilgili olarak: “Arkadaşlarım mezarlarında yatıyorlar ve bu rezil savaşla ilgili kendilerine yalan söylendiğini bilmiyorlar. Hatta bazen onları kıskanıyorum: Bunu hiçbir zaman öğrenmeyecekler. Ve artık onları kimse kandıramayacak…” ifadelerini kullanmıştır. Bilindiği üzere, 1979 yılında Sovyetler Birliği Afganistan’ı işgal etmiş ve yaklaşık on yıl süren savaşta önemli maddi kayba uğramıştır. Sovyetler Birliği bölgede bulunma sebebini ideolojik bir yardım çağrısı aldıkları, “kutsal” sınırlarının korunması gibi maddelerle açıklamaya çalışsa da, nihayetinde gerçek en başta bölgede görev yapan Sovyet askerleri tarafından anlaşılmıştır. 1986 yılında yaşanan Çernobil Faciası ile birlikte Afganistan’ın işgal edilmesi, Sovyet ideolojisinin ve Homo Sovieticus  (Sovyet İnsanı) idealinin çöküşünde tabiri caizse son damla olmuştur. Bu dönemde, ilk kez adından söz ettiren ve Soğuk Savaş stratejisi gereğince ABD başta olmak üzere pek çok Batılı güç tarafından desteklenen ve eğitilen Taliban, 1996 yılında Afganistan’da iktidarı tamamen ele geçirmiştir.

Toplumların yüz yıllardır gelişmekte olan dini ve manevi kimlikleri, düşüncenin durdurulamaz gücü ile buluştuğunda, Aziz Agustine, Thomas Acquinas gibi düşünürler haklı savaş (Jus ad Bello)  fikri üzerine yoğunlaşmıştır. Savaş esnasında uygulanacak olan şiddet ve vahşetin yegane açıklaması Haklı Savaş (Just War) doktrinidir ve buna göre: ilk olarak savaşın başlatılması için ortada haklı bir sebep olması,  savaş kararının yetkili bir kurum yahut organizasyon tarafından verilmiş olması, sorunların çözümü için başka bir yol kalmadığından emin olunması, savaşın sonunda başarıya ulaşılma ihtimalinin daha yüksek olması, huzur ve güven ortamının sağlanması ve uygulanacak olan şiddetin dozunda ve sadece gerekli hedeflere karşı kullanıldığından emin olunması gerekmektedir (Raines, 2002). Son olarak bunlara bir de savaş sonrası haklılığı ( jus ad post-bellum) olarak çevrilebilecek ve savaşın süresi ve muhtemel sonuçlarını önceleyen ayrı bir terim eklenmiştir (Ledwidge, 2013).

Peki, yirmi yıl sonra bile müdahalenin Haklı Savaş Doktrini gerekliliklerini ne denli yerine getirdiği tartışılırken, müdahale sonrası durum için ne söylenebilir?  Kimilerine göre ülkede tam bir “mış gibi yapma” silsilesi yaşandı. ABD tarihindeki en büyük terör saldırısı olan ve yaklaşık 2996 kişinin hayatını kaybettiği 11 Eylül saldırılarını takiben, El-Kaide lideri Usame Bin Ladin’i sakladıkları ve korudukları gerekçesiyle Washington, Taliban’ı ve dolayısıyla Afganistan’ı hedef belirledi. Kısa süre içerisinde BMGK 1368 sayılı, “Terörle Savaş” konulu kararnameyi kabul etti ve “ terörist saldırılar ile uluslararası huzur ve güvenliği bozacak her türlü tehdide karşı mümkün olan tüm imkanlarla mücadele edileceği” duyuruldu.  Her ne kadar, o dönemdeki görece zayıf oluşu ve kendi sınırları içerisindeki karışıklar ile meşgul olması sebebiyle Rusya kararı veto etmese ve Çin’de konuya çok fazla eğilmese de, bahse konu mücadele tedbirleri dahilinde kimsenin işgal seçeneğini düşünmediği ve bu sebeple uluslararası bir askeri kanat oluşturulmasına sıcak bakılmadığı bilinmektedir. Bu esnada ABD, BM otoritesini bypass ederek tek taraflı müdahalede bulunmuş (Cortright,2011), Şahinler grubundan dönemin Amerikan Başkanı George Bush, müttefik ülkeleri “Ya bizdensiniz ya onlardan” diyerek, herhangi bir sorgulama zamanı ve imkânı bırakmaksızın, Amerikan önderliğindeki askeri seferberliğe dahil etti. Burada, herhangi bir askeri müdahalenin gerçekleştirilmesi noktasında gerekli olan, ilgili kararın meşru bir otorite tarafından verilmiş olması kriterinin (Legitimate Authority) ne denli sağlandığı tartışmaya açıktır. Zira, hiçbir BMGK kararı Afganistan’da yaklaşık yirmi yıl kalması planlanan bir yabancı unsuru öngörmemekteydi. Peki ABD’nin orada kaldığı yirmi senede Afganistan ne kazandı? 1990’lı yıllarda Taliban’ın işkenceleri, özellikle gençleri ve kadınları hedef alan baskı yönetimi, ABD müdahalesi ile rahatlatılmış, kadınlar eğitim alma ve çalışma gibi hayati imkanlar elde etmiştir. Ancak iddia edildiği gibi ülkede güven ve huzur ortamının sağlanması, demokratikleşme, gelişme, devlet inşası ve kurumsallaşmasına dair girişimlerin (State Building Measures) yetersiz kaldığı alenidir. Ayrıca, terör örgütlerinin temel gelir kaynağı kabul edilen uyuşturucu üretiminin, ABD askerlerinin bölgede olduğu yirmi senede azalmak bir tarafa arttığı, son BM ve ilgili kuruluş raporlarında ortaya çıkarılmıştır. Diğer yandan, yapılan bir araştırmaya göre 2006 ile 2013 yılları arasında en az 14.000 Afgan sivil, askeri harekatlar esnasında hayatını kaybetmiştir (Downes& Monten,2013). Müdahalenin on altıncı yılı olan 2018’de ABD’nin hava harekatları ile bölgeye 6.823 bomba attığı rapor edilmiştir. Bu saldırılarda ölenlerin yaklaşık %63’ünün kadın olduğu ve bu saldırılarla yaşanan çocuk ölümlerinin iki kat arttığını da belirtmek gerekir (UNAMA,2019).  Bu durum müdahalenin uygun şekilde yapılmasını gerekli kılan orantılılık (Proportionality) ilkesine de aykırıdır. Resmi dilde “ İkincil Hasarlar” ( Collateral Casualities) olarak ifade edilen ve giderek artan sivil ölümler, siyasetin basit bir kuralı dahilinde, iktidarda olan gücün, insanların kalbini kazanmasına (Winning the Hearth of the People) ve girişilen çalışmaların verimli sonuçlanmasına  engel olmuştur (Barry, 2017). Müdahalenin on dördüncü yılı olan 2016’da yapılan bir araştırmada Afgan halkının yaklaşık %66’sı işlerin farklı bir yöne evrilmekte olduğunu ve ABD’ye duydukları güvenin sarsıldığını ifade etmiştir (Livingston& O’Hanlon, 2017).

Yirmi senenin, onlarca Amerikan, NATO üyesi devlet ve Afgan vatandaşının ölümünün ve yaklaşık iki trilyon dolarlık eğitim, alt yapı ve kurumsallaşma yatırımının ardından Pentagon Afganistan’dan çekilme kararı aldığında ise görmekteyiz ki yapılan pek çok şey, müdahale için gerekli görülen en temel dürtü olan uluslararası güvenlik ve istikrarın sağlanması açısından bakıldığında beyhude kalmıştır. ABD askerleri çekildikten çok kısa bir süre sonra Taliban ülke yönetimini ele geçirmiştir. 16 Ağustos’ta Kabil Havalimanı’nda yaşanan, Walking Dead ya da World War Z (Dünya Savaşı Z) sahnelerini aratmayan gelişmeler ise ibretliktir. Her ne kadar ABD Dışişleri Bakanı Blinken ve Başkan Biden başta olmak üzere pek çok Amerikan yetkili, 300.000 kişilik Afgan ordusunun savaşmadan kaçtığı, 75.000 kişilik Taliban güçlerine karşı yetersiz kaldığı ve hatta ABD eğitiminden geçmiş Afgan askerlerinin teçhizatları ile birlikte Taliban’a katıldığı şeklindeki cümleler ile durumu açıklamaya çalışsa da , Amerikan güçlerinin pek de ciddi bir tedbir almadan geride bıraktığı yaklaşık on milyar dolar değerindeki askeri teçhizat, Taliban tarafından kolayca ele geçirilmiş ve bugün bazı ülkelerin Afganistan’da Taliban’ı yeni bir meşru yönetim olarak tanıyabileceği dahi konuşulur hale gelmiştir.  Taliban’ın, merkezi yönetimin en güçlü olduğu başkent Kabil’i, söylenenin aksine “tahmin edilenden çok daha erken ele geçirmesi” ise asla sürpriz değildir. İngiltere’nin eski Afganistan Büyükelçisi Sir Sherard CowperColes, Batılı güçlerin ülkeyi terk etmesi halinde, ülkenin güneyinin 24 saatten daha kısa bir sürede Taliban’ın eline geçeceğini belirtmiştir (Bird &Marshall,2011). Yaklaşık on yıl evvel yapılan bu uyarı, aradan geçen sürede, özellikle 2018 sonrası Taliban’ın Pakistan ve yakın bölgelere çekilip tabiri caizse güç toplayıp geri geldiği de düşünüldüğünde, şaşkınlık yaratmamalıdır.

Orta Asya’nın Anahtarı Kimin Elinde Olacak?

Afganistan’ın yarını ile ilgili ihtimalleri değerlendirdiğimizde akla gelen ilk madde Çin’in Yeni İpek Yolu Projesi’nin (One Road One Belt (OBOR) – The New Silk Road)  sekteye uğrayacağı yahut bitiş tarihinin uzayacağıdır. Wuhan’dan başlayıp Pakistan’dan geçip Körfez Ülkelerine dek uzanması beklenen enerji koridorunun, adeta Orta Asya’nın kapısı olan Afganistan’daki bir karışıklıktan etkilenmemesi imkansızdır. Çin hükümeti ilgili projeye şu ana dek yaklaşık elli beş miyar dolar yatırım yapmıştır. Bu ihtimal değerlendirildiğinde, Pekin’in Afganistan’daki büyükelçiliğini kapatmayacağını ve gerekirse tüm taraflarla görüşmeye açık olduğunu belirtmesi oldukça öngörülebilirdir.  Pekin hükümetinin Taliban ile işbirliği yoluna gitmesi hatta örgütü Afganistan’ın meşru yönetimi olarak kabul etmesi de beklenebilir. Örneğin kısa süre önce, Temmuz ayında Pakistan’ın Peşever kentinde aralarında 6 Çinli mühendisin de bulunduğu 10 kişinin hayatını kaybettiği bombalı saldırıyı Taliban’ın yapmadığını ısrarla duyurmaya çalışması, Pakistan ile birlikte örgütün de Çin ile arasını iyi tutmaya çalıştığının bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Yine benzer şekilde 2017 yılında Pakistan ve Taliban arasında sınır bölgelerinin güvenliğine ilişkin çıkan anlaşmazlıkların çözümüne ilişkin Çin arabuluculuk yapmıştır. Özetle Pekin hem en büyük ticari ortağı olduğu Afganistan’ın hem de ciddi yatırımlar yaptığı komşu Pakistan’ın güvenliği için her türlü diplomatik ve gerekirse askeri yapılanmaya hazır bir şekilde beklemektedir. Bunun yanı sıra, Doğu Türkistan’da, Pekin hükümetince terörist kabul edilen pek çok yapılanmanın Taliban ile ortak çalıştığı, eğitimler aldığı bilinmektedir. Çin, kendi sınır güvenliği için de hükümeti fark etmeksizin Afganistan’ın istikrarı yahut en azından bir şekilde kontrol altında tutulması için çalışacaktır.

Diğer taraftan Rusya’nın, Yakın Çevre (Near Abroad) teorisi dahilinde işaretlediği “etki alanı” olan Orta Asya’ya bu kadar yakın ve yine önemli ticari ve askeri bir rota olan Hint Denizi’ne geçişte hayati öneme haiz böyle bir coğrafyadaki herhangi bir gelişmeye tepkisiz kalması beklenemez. Son on yılda alışılageldiği üzere Moskova başlangıçta bir çeşit bekle-gör politikası uygulamanın ardından, gerek diplomatik gerek askeri girişimlerde bulunmaya hazır olacaktır. Benzer şekilde, geçtiğimiz ay Rus yetkililer, Afganistan’ın güvenliği ve bölgedeki terörle mücadele operasyonlarının Özbekistan, Tacikistan ve Kırgızistan ile Ağustos-Eylül döneminde yapılması muhtemel bir dizi toplantı ile de desteklenerek, Şangay İşbirliği Teşkilatı’nın Afganistan ile alakalı olarak bir “Barış Gücü-2021” inisiyatifine girişebileceğini belirtti. Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ise sorunun nihai çözümü için Afganistan içerisindeki koalisyon ortaklarına odaklanılması gerektiğini söyledi (Bochkov,2021).  Uzun vadede, ilgili inisiyatife ve benzerlerine Hindistan, Pakistan, İran ve hatta Türkiye’nin katılması oldukça muhtemel görünmektedir. Bu gibi bir yapılanmanın göç sorunu ile ilgili olarak, AB’nin kısa yoldan planladığı üzere mali destek ile göçmen yükünü Türkiye başta olmak üzere İran ve Pakistan gibi ülkelerin üzerine yıkma girişimine karşı da etkili olabileceği düşünülebilir. Başarılı olunması halinde ise Moskova, Pekin ve Şangay İşbirliği Teşkilatı’nın bölgesel sorunlara bölgesel çözüm üretilmesi yönündeki tezi de prestij kazanacaktır. Ancak daha uzun vadede, Rusya ile Çin arasında ABD hegemonyasına karşı, Kuzey Buz Denizi’nden Afrika’ya uzanan birbirlerinin işine karışmama ve yeri gelince ortak hareket etme eğilimi, Orta Asya üzerindeki çakışan etki alanı çıkarları neticesinde bozulabilir.

Son olarak, Afganistan’daki son gelişmeler ışığında Türkiye’nin durumuna değinecek olursak: ülkenin önemli bir göçmen tehdidi ile karşı karşıya olmasının yanı sıra, yakın tarihi ve kültürel bağlara sahip olduğu Afganistan halkı ile iyi ilişkilerinin bozulması, kısa sürede değişmesi beklense de halen pek çok Batılı devlet tarafından terörist kabul edilen Taliban ile temaslarını haklı olarak sürdürmesi halinde kara propagandaya maruz kalması ve Afganistan ile ilgili olarak yaşanabilecek herhangi bir maddi ve askeri kaybın iç politikada tahammülsüzlükle karşılaşılması gibi riskler mevcuttur. Öte yandan, geçtiğimiz yıl Karabağ’da elde edilen 44 Gün Zaferi neticesinde, Türkiye, Nahçivan, Azerbaycan ve daha geniş çerçevede Orta Asya’daki beş Türk devletinin karadan birbirine bağlanması, Çin’in bölge ülkelerine yaptığı altyapı yatırımları ve eş zamanlı olarak “Atilla’nın Torunu” olma kıstasını halen unutmamış olan Macaristan’ın da pek çok şekilde dahil edildiği Türk Keneşi, TÜRKSOY gibi organizasyonların güçlendirilmesi girişimi için de, Afganistan’ın güvenliği önemlidir. Bu noktada Türkiye, konuyla ilgili tüm tarafların diyalog masasında bulunması gereken bir ülkedir. Her ne kadar mevcut durumda farklı alternatifler düşünülse de, geçtiğimiz Haziran ayında yapılan NATO liderler zirvesinde ülkenin Dünya ile yegane bağlantısı olan Kabil Havalimanı’nın Türkiye tarafından korunması teklifini Pakistan ve Macaristan desteği ile birlikte üstlenmesi şeklindeki karar da, bu minvalde değerlendirilmelidir.

Taliban sözcüsü BBC’ye verdiği demeçte Kabil’in barışçıl seçeneklerle alınacağı, sivillere zarar verilmeyeceği, Şer-i kurallara uymaları ve kapanmaları koşulu ile kadınların eğitim ve çalışma hakkının olacağı, kimseden intikam alınmayacağı ve Afganlıların ülkeden kaçmak zorunda olmadığını ifade etmişti. Ancak, şu an sahadan daha farklı haberler de gelmekte. Öte yandan, hiçbir Batılı devlet Afganistan’a yönelik yeni bir harekata girişmek istemiyor ve yegâne öncelik göçmen akınının engellenmesi gibi görünüyor. Washington’un  ise bu konudaki hatalarının bir kısmını kabul etmesine ve Afganistan’a ilişkin yeni bir Monroe Doktrini sürecine girmesi, uzay çalışmalarında ilerlemek gibi konulara eğilmesine rağmen rakip gördüğü Çin ve Rusya’nın bölgedeki karışıklık ile meşgul olması ve ülkenin onlar için adeta bir Vietnam olmasını umduğunu düşünmek de pek şaşırtıcı olmaz. Yine, Türkiye, Pakistan, İran gibi ülkelerin bir yandan göçmen tehdidi ile demografilerinin bozulması bir yandan da birbirleri ile karşı karşıya gelmesi ihtimali de Pentagon’un bekleyebileceği sonuçlar arasında olacaktır. Afganistan’daki gelişmelerin uzun vadede etkileme ihtimali bulunan bir diğer konu da Taliban’ın Batılı devletlerce terörist örgütler listesinden çıkartılması ve konuyu Humeyni’nin 1979’da İran’da yaptığı devrimin benzeri bir şekilde ele alıp, örgütü Afganistan’ın resmi hükümeti olarak tanımasıdır. Bu durumun bir yan etkisi de, Taliban’ın kimliği ve Afganistan’ın Batılı devletlerin ajandasındaki konumundan alakasız olarak, devletleşmiş gibi davranan yahut öyle olduğu çeşitli medya gruplarınca iddia edilecek olan, bu sefer Batı yanlısı olan terör örgütlerinin de bu listeden çıkartılabileceği zihniyetinin yerleştirilmesinde kullanılabilme ihtimalidir. Bakış açısının, algı yönetiminin ve psikolojik harbin ehemmiyetinin giderek arttığı şu dönemde, devletler her konuda ince eleyip sık dokumalıdır.

Kaynakça

Barry, B. (2017) Harsh Lessons: Iraq, Afghanistan and the Changing Character of War. London: Routledge.

Bird T. & Marshall, A. (2011) Afghanistan: How the West Lost its Way. New Haven: Yale University Press

Bochkova, D. (2021) ‘China, Russia have aligned interests to facilitate SCO role for Afghanistan’ Global Times. URL: https://www.globaltimes.cn/page/202107/1229697.shtml

Cortright, D. (2011) Ending Obama’s War: Responsible Military Withdrawal from Afghanistan. Boulder: Paradigm

Downes, A. B., & Monten, J. (2013). Forced to be free?: Why foreign-imposed regime change rarely leads to democratization. International Security37(4), 90-131.

Ledwidge, F. (2013). Investment in blood. Yale University Press.

Livingston, I. & O’Hanlon, M. (2017) ‘Afghanistan Index’. URL:https://www.brookings.edu/wp-content/uploads/2016/07/21csi_20170525_ afghanistan_index.pdf

Raines J. (2002) ‘Osama, Augustine, and Assassination: The Just War Doctrine and Targeted Killings’, Transnational Law & Contemporary Problems, 12(1): 217–43.

UNAMA. (2019 Temmuz) ‘Civilian deaths and injured civilian casualties by incident type’. United Nations Mission in Afghanistan,  1–12.

Dünyanın başka yerlerinde bir kadın gazetecinin bir üst düzey yetkili ile röportaj yapması haber niteliği taşımazdı belki. Afgan haber kanalı Tolo News’ın programında kadın sunucu Beheshta Arghand’ın Taliban’ın liderlerinden Mevlevi Abdulhak Hamid ile röportaj yapması ise örgütün kadın ve kız çocuklarına zalim kurallar dayattığı geçmişi nedeniyle, şaşkınlık yarattı.

Ancak Taliban’ın dönüşü sonrası bazı televizyon kanallarının kadın sunucularını yayına çıkarmadığı hatta siyasi içerikli programların yerine ilahiyat konulu sohbetlere yer verilen programlar getirildiği görüldü.

Örgüt misilleme amaçlı eylemleri hayata geçirmediği için kanallar normal akışını sürdürüyor.

“Çok sayıda doktor ve ebe, Taliban’ın duyurusundan ikna olmuş değil ve korktukları için de hastanelere gitmiyorlar.”

Kabilli jinekolog, her şeye rağmen umutlu. Hastaneye giderken sokakta daha az insan gördüğünü ve çok sayıda dükkanın kapalı olduğunu ama Taliban’ın kimseyi durdurup ne giydiğini kontrol etmediğini kaydediyor. “Son yönetimleri gibi değil. Geçen seferkine göre biraz daha iyi” diye vurguluyor.

sahipkiran Hakkında

Sahipkıran; 1 Aralık 2012 tarihinde kurulmuş, Ankara merkezli bir Stratejik Araştırmalar Merkezidir. Merkezimiz; a) Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü savunan; ülkemizin her alanda daha ileri gitmesi ve milletimizin daha müreffeh bir hayata kavuşması için elinden geldiği ölçüde katkı sağlamak isteyen her görüş ve inanıştan insanı bir araya getirmek, b) Ülke sorunları, yerel sorunlar ve yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın sorunlarına yönelik araştırma ve incelemeler yaparak, bu sorunlara çözüm önerileri üretmek, bu önerileri yayınlamak, c) Tespit edilen sorunların çözümüne yönelik ulusal veya uluslararası projeler yürütmek veya yürütülen projelere katılmak, ç) Tespit edilen sorunlar ve çözüm önerilerimize ilişkin seminer ve konferanslar düzenleyerek, vatandaşlarımızı bilinçlendirmek, amacıyla kurulmuştur.

Yorum Ekleyebilirsiniz


%d blogcu bunu beğendi: