Twitter Facebook Linkedin Youtube

DÖNÜŞEN ASİMETRİK KAMU GÜVENLİĞİ VE ASİMETRİK SAVAŞLAR

Onur Dikmeci – SASAM İstanbul İl Başkanı

Asimetrik savaşların yalnızca ordular ve küçük gerilla gruplarıyla/terör örgütleri aralarında yaşanan silahlı ve psikolojik çatışmalar biçiminde vuku bulmadığını ve daha geniş ve güncel tanımlara ihtiyaç duyulduğunu belirtebiliriz. Bu yeni anlamıyla asimetrik savaşların ve asimetrik kamu güvenliğinin elbette askeri boyutu yaşanmaya devam edecektir. Ancak askeri ve sivil dengenin yanı sıra dönüşen ihtiyaçlar ve savaş metotlarına da hazırlıklı olunması gerekmektedir. Etnik kıpırdanmalar, manipülasyonlar, sivil ya da açık toplum endeksli ve oldukça sık başvurulan asimetrik savaş modelleri hükümetleri yeni tedbirler almaya sevk etmektedir.

  1. Ulusal Bütünlük ve Asimetrik Savaş-Asimetrik Kamu Güvenliği

Ulusal merkezi devletler bu merkezi yapılarını devam ettirmek isterler. Devletler sahip oldukları geleneklere göre liberal tonlu ya da daha diktaya yatkın bir yönetim biçimini strateji olarak benimsemiş olabilir. Ancak hangi yönetim biçimi uygulanırsa uygulansın neredeyse her ülkenin içerisinde etnik ya da dini kıpırdanmalar mevcuttur ve bu çatışmaları tamamen bitirecek toplumsal bir sözleşme icat edilememiştir. Devletler tehdit olarak gördükleri bu asimetrik çatışma biçimine yönelik sert tedbirlerin yanı sıra müzakereye yatkın uzlaşmacı yöntemleri benimseyebilirler. Bu noktada ulusal devletlerin karşılarına dikilecek gruplar bazı ülkelerde büyük oranda haklı ya da meşru gerekçeye sahip olsalar bile mutlaka başka devletler ve istihbarat örgütleri tarafından provoke edilmek isteneceklerdir. Çeşitli coğrafyalardan ülkelerin yaşadıkları etnik temelli sorunlar genel özet olarak aşağıda sıralanmıştır.

İspanya’nın uzun yıllardır sorun kaynağı olan Katalan bölgesi de bağımsızlık yönünde referandum düzenleme kararı almıştı. Katalonya Özerk Bölgesi, sosyo ekonomik yapı olarak İspanya’nın en üst diliminde yer alırken bu husus şunu ispatlamaktadır; dünyada ki ayrılıkçı hareketlerin tek kaynağı fakirlik ya da gelir-sosyal refah dağılımındaki eşitsizlik değildir. Katalonya bağımsızlık referandumu düzenlemek için hazırlıklarını sürdürdüğü sırada İspanya hükümeti ile Katalonya’daki yerel yönetim arasındaki gerginlik kızışmıştır. Madrid’teki İspanyol İçişleri Bakanlığı tarafından yapılan bir açıklamada Katalan polisinin İspanyol askeri polisinin (Guardia Civil) emri altına alındığını bildirildi. Bakanlıktan bu değişikliğin gerekçesine ilişkin bir açıklama ise yapılmamıştır. Katalonya’da yerel yönetim, bağımsızlık referandumuna karşı çıkan Madrid Yönetimi’ni bölgesel polis güçlerinin kontrolünü ele almakla suçlamıştır. Katalan İçişleri Bakanı Joaquim Forn merkezi yönetimin müdahalesine karşı yasal adımlar atmaya hazırlandıklarını belirtmiştir. Ülkenin en zengin özerk bölgelerinden olan Katalonya’nın olası ayrılık kararına karşı çıkan Madrid yönetimi ayrıca, halkoylamasının engellenmesi ve olası eylemleri bastırmak için bölge limanlarına kiraladığı yolcu gemileriyle 4 bin İspanyol polisi sevk etmiştir. Katalonların bağımsızlık konusunda tam mutabık oldukları bir karar bulunmasa da, İspanya çok ciddi bir kriz yaşamıştı.

Suriye’de 2011’de patlak veren iç savaş, kuzeyde yaşayan Kürt grupların kendi bölgelerinde etkin olmasını beraberinde getirdi. PYD ve silahlı kanadı YPG, Kürt bölgelerinde hâkim ve yöneten unsurlar haline geldi. PYD’nin Kürt kantonlarındaki yönetimi tamamen Murray Bookchin’in yazılarını kılavuz almaktadır. YPG’nin özellikle kadınlardan oluşan silahlı kanadı YPJ’de yine bu kaynaktan beslenerek oluşturuldu. Neticede bölge devlet olmak gibi bir kavramdan şu an için uzak olsa da devlet olabilmenin ön koşulu ordu ve ordulaşma süreci hızlanarak devam etmiştir Ağır silahlar arttığı gibi harp okullarına benzer yapılar hayata geçirilmiş durumda. Bu durum ise şehir/bölge devletleri modelinin Suriye’de uygulamaya koyulduğunu ispat etmektedir.

Kamerun’un Anglofon bölgesindeki (İngilizce konuşulan) ayrılıkçı gruplar, sembolik olarak bağımsızlık ilan etti. Güvenlik güçlerinin sert müdahalesi sonucunda en az yedi kişi hayatını kaybetmiştir. Ayrılıkçı gruplar, güvenlik güçlerinin sembolik bağımsızlık ilanı için yapılan çağrıya uyarak toplanan kalabalık üzerine ateş açtığını öne sürmüşlerdir. Ayrılıkçı gruplar, daha önce, Kamerun’un Fransız ve İngilizce konuşulan bölgelerinin birleşmesinin yıldönümü olan 1 Ekim’de “Ambazonya” adını verdikleri devleti kurarak, bağımsızlık ilan edeceklerini söylemişti. Bu sembolik bağımsızlık ilanı, kendisini Ambazonya’nın “devlet başkanı” olarak tanımlayan ayrılıkçı liderlerden Sisiku Ayuk tarafından sosyal medya üzerinden yapılmıştır. Ayuk, “Artık Kamerun’un kölesi olmayacağız. Bugün, mirasımız ve topraklarımız üzerindeki özerkliğimizi güçlendiriyoruz” demiştir. Hükümet güçleri, 1 Ekim’de bağımsızlık ilan edileceğinin açıklanmasının ardından başta ülkenin güneybatısındaki Buea ve kuzeybatıdaki Bamenda kentleri olmak üzere, İngilizce konuşulan bölgelerine asker sevk etmişti.

Hong Kong’da ise South China Morning Post gazetesinin haberine göre, binlerce kişi, 2014 yılındaki ‘Şemsiye Devrimi’ hareketine katılan ve 6 ila 8 ay hapis cezası verilen üç bağımsızlık yanlısı siyasi aktivist lehine gösteri gerçekleştirmiştir. Organizatörler, eyleme katılanların sayısının 40 bin olduğunu iddia ederken Hong Kong polisi sayının 4 bin 300 kadar olduğunu savunmuştur. Gösteride, Hong Kong Baş Yöneticisi Carrie Lam’a, Özel İdari Bölge’nin Adalet Bakanı olarak görev yapan Rimsky Yuen’i görevden alması çağrısı yapılarak ‘Siyasi mahkumlara destek’ ve ‘Sivil itaatsizlik suç değildir’ sloganları atıldı. Gösteride, protestocular siyah tişörtler giyerek Şemsiye Devrimi’ne atfen şemsiyeler taşıdı. Hong Kong Yüksek Mahkemesi, ağustos ayında ‘Occupy Central’ sloganıyla başlayan yasa dışı gösterileri organize ettikleri ve başkalarını da eyleme teşvik ettikleri gerekçesiyle Joshua Wong Chi-fung’a 6, Nathan Law Kwun-Chun’a 8 ve Alex Chow Yong-kang’a 7 ay hapis cezası vermişti. Şemsiye Devrimi Nedir? Çin, Ağustos 2014’te Hong Kong halkının Mart ayında yapılan seçimde kendi liderlerini seçebileceğini söylemiş ancak adayların geniş temsilli bir komite tarafından belirleneceğini açıklamıştı. Bunun üzerine bağımsızlık yanlıları, Hong Kong’da gösteriler düzenlemişti. ‘Occupy Central’ sloganıyla başlayan olaylar, göstericilerin polisin kullandığı göz yaşartıcı gaza karşı kendilerini korumak için şemsiye açması nedeniyle uluslararası kamuoyunda ‘Şemsiye Devrimi’ olarak adlandırılmıştı. Hong Kong, 1898’de imzalanan ‘kira sözleşmesiyle’ uzun yıllar İngiltere hakimiyetinde kaldıktan sonra 1997’de Çin’e devredilmişti. İmzalanan ortak deklarasyon çerçevesinde Hong Kong’a, 2047 yılına kadar Çin’e sadece dış politika ve savunma gibi alanlarda bağlı kalarak ‘tek ülke, iki sistem’ politikasıyla idari bağımsızlığını ve yapısını koruma hakkı tanınmıştı.

İskoçya 2014 yılında Birleşik Krallık’tan ayrılma konusunu referanduma götürmüştü. Bunun sonucunda az bir farkla İskoçyalılar bağımsızlığı reddettiler. Bu durumun o gün ki koşullara göre çeşitli sebepleri vardı. Ancak Katalon bölgesinin referandumu bu hususu yeniden gündeme getirdi ve İskoçya’nın Birleşik Krallık’tan ayrılarak bağımsız olması yeniden tartışılmaya başlandı. Bu durumun tetikleyicisi Katalonya ayaklanmaları olsa da geçerli sebeplerinden biri İngiltere’nin Brexit kararıyla Avrupa Birliği’nden ayrılacak olmasıydı. İskoçlar bu duruma olumsuz yaklaşıyordu. Londra’da ise London Independence Party (Londra Bağımsızlık Partisi -LIP-) kurulmuştu. Yüzde 59.9 AB’de kalalım oyu veren Londralılar tarafından kurulan parti Londra’nın da İngiltere’den ayrılması gerektiğini savunuyor. İlk başta sosyal medyada bir hesap olarak başlayan oluşum kısa zamanda takipçi toplamaya başladı. Şimdilik Londra’nın İngiltere’den ayrılması zor olsa da İngiltere böyle bir duruma yabancı değil. Çünkü sınırları içerisindeki London City kendi yasaları, bayrağı ve marşıyla adeta müstakil bir devlet hüviyeti imajı çizmektedir. Belçika’da yaşayan Flamanlar ise güney bölgesini ülkelerine yük olarak görmektedir. Güney’de ise Valonların yaşadığı dikkate alınırsa Belçika’nın öteden beri sahip olduğu Flaman Valon çekişmesini yeniden gündemine taşımıştır. Flamanların şu anki iradeleri Katalanların gerisinde de olsa, yeniden Flaman Valon ayrılığının konuşulması, Almanya ve Fransa’nın yayılma arzusunu engelleyebilmek için oluşturulmuş yapay devlet Belçika’nın birliğini uzun sürede nasıl muhafaza edeceği merak edilmektedir. İtalya’nın kuzeyinde yer alan Padanya’da ise Kuzey Ligi partisinin bağımsızlık çabaları artan bir seyiri göstermektedir. Ekonomik temelli bir yaklaşımla İtalya’dan ayrılmayı talep eden parti ve grubunun öncelikli hedefi ise yükseltilmiş otonomi olarak belirtilmiştir. Fransa’ya bağlı bir ada olan Korsika’da ise Katalonya benzeri ayrılıkçı bir damarın olduğu bilinmektedir. Bu yönde bir referandum düzenlenmesi halinde kararın bağımsızlık olarak çıkacağı neredeyse kesin olan Korsika’da öncelikli hedef geniş yetkili bir otonominin sağlanmasıdır.

Bir ülke içerisinde başlayan etnik hareketlenmeler domino etkisiyle diğerlerini de kolaylıkla etkileyebilmektedir. Sosyal medyanın, konvansiyonal medyanın yerini almasıyla birlikte farkındalık ve içerik üretimine katkı artmıştır ancak aynı oranda kara propaganda ve manipüleler de yükselmiştir. Ancak sosyal sanal medyanın bütünüyle yeni siyasi inşaları getirdiğini iddia etmek indirgemeci bir yaklaşım olacaktır. Arap Baharı sırasında sosyal medya provokeleri başarılı biçimde uygulandı fakat her ülkede küresel müesses nizamın istediği değişiklikler gerçekleşmedi ve Suriye’de bile yaşanması beklenen ‘Halk Devrimi’ yarıda kaldı. İç karışıklık ve kargaşaların arttığı yeni savaş karakterlerine yönelik asimetrik kamu güvenliğini güncellemek savunma konseptlerine büyük katkıda bulunacaktır.

  • Yeni Model Bir Asimetrik Savaş: Demografi Değiştirme ve Ulus İnşası

Ulus inşasının belli oranlarda yürütüldüğü ve nihayete ermese bile yeni siyasi tasarıları ortaya çıkartan ülke Irak’dır. Irak işgal edilmesinden çok kısa bir süre içinde düşmüştür. Ordu subaylarının çoğu savaşmak yerine ya silah bırakmışlar ya da teslim olmuşlardır. Ordu ve hükümet güçlerinden geçerli bir direnişle karşılaşmayan ABD ise Irak’ı resterasyon sürecine başlayacaktır. ABD’nin Mayıs ayında başında Irak’ta zaferini ilan edişinin ardından Kuzey Irak’ta yeni bir süreç başlamıştır. Bu yeni süreç, Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin kopma noktasına geldiği, Türkiye’nin süreçten tamamen dışlandığı ve dolayısıyla Irak Türklerinin güvenlik endişelerinin had safhaya ulaştığı bir dönem olmuştur. ABD’nin vermiş olduğu taahhütlerin ve Ankara toplantısının hükümlerinin aksine peşmergelerin 9 Nisan’dan itibaren Kerkük ve Musul’u işgal etmeleri, ABD’nin bu hukuksuz sürece sessiz kalması, üstelik 21 Nisan’da Irak geçici yönetimini devralmak üzere Irak’a gelen General Jay Garner’ın “Kerkük’ün bir Kürt kenti olduğu” şeklindeki açıklaması Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin daha da gerilmesine sebep olmuştur.[1] ABD, bu siyasi yapılanma sürecini eski ABD Büyükelçisi Paul Bremer’ın başkanlığındaki Geçici Koalisyon Otoritesi’yle başlatmış ve aslında bir işgal gücü olan GKO’nin “BM Güvenlik Konseyi’nin 1483 sayılı kararıyla” legalleşmesini sağlamıştır. Daha sonraki süreçte aynı karar doğrultusunda kurulması ön görülen Irak Geçici Yönetim Konseyinin kurulmasına yoğunlaşmış, bu doğrultuda yedi adet siyasi grubun temsilcilerini bir araya getirmiştir. Görüşmeler sonucunda 13 Temmuz 2003’te ABD’nin yönlendirmeleriyle 25 kişilik IGYK kurulmuş, Kürtlere 5 kişilik bir kontenjan verilmiştir. IGYK’nde tüm etnik ve siyasi gruplar nüfusları oranında ve liderleri tarafından temsil edilirlerken, Türkmenler art niyetli bir çifte standarta tabi tutulmuşlar, sadece 1 kişilik bir kontenjanla sınırlandırılmışlar, o bir temsilci de ITC dışından seçilmiştir. ABD, bu yeni dönemdeki yaklaşımını da bu surette net olarak ortaya koymuş, Irak hızla etnik temelde şekillenen bir federasyona götürülürken, Kürtlerin muhtemel rakibi ve Türkiye ile olan sıkı ilişkilerinden dolayı süreç açısından potansiyel bir tehdit arz eden ITC henüz sürecin başında süreç dışına itilmiştir.[2] 20 Aralık’ta Barzani’nin “Kürt meselesinin siyasi olduğunu, bir millet sorunu olduğunu ve Kürdistan’ın Birinci Dünya Savaşında parçalanıp birkaç ülkeye verildiğini” beyan etmesinin ardından, 23 Aralık’ta Dışişleri Bakanı Gül’ün “Irak’ın özellikle Kerkük’ün demografik yapısını değiştirmeye çalışmak çok tehlikeli bir adımdır. Irak’ta kimse yanlış adım atmasın” yönündeki ikazını 25 Aralık’ta sertleştirerek “bu ikazı sadece Türkiye değil bölge ülkeleri adına yaptığını” vurgulaması gibi siyasal tepkiler süreci değiştirmek adına yeterli olmamıştır. Zira, ABD’nin etkin desteğini arkasına alan peşmergeler, silahların esas olduğu bir coğrafyada, Kerkük’te bu süreci protesto eden Türkmen sivil grubunun üzerine ateş açıp 8 Türkmeni öldürecek ve 31’ni yaralayacak kadar güçlüydüler.[3] Daha Geçiş Dönemi Yasası’ndan itibaren ise Kürtler öne çıkarılmıştır. Irak’a federal bir sistem biçilmiş, Arapça dışında ikinci resmi dil olarak Kürtçe belirlenmiştir. Kürdistan Bölgesel Hükümeti, Kuzey Irak’ın resmi hükümeti olarak tanınmış ve bu hükümete vergilerini toplamasının yanında güvenliğini sağlama hakkı tanınmıştır. Irak Kürtlerinin tarihsel anayasal kazanımlarına baktığımızda şöyle bir tablo ortaya çıkmaktadır; Irak Kürtlerinin kazanımları ve Kürdistan bölgesinin statüsü Irak hukuk sisteminde bugüne kadar inişli çıkışlı birçok aşamadan geçmiştir. 1925’te Irak’ın ilk anayasasında Kürtlere ayrıca değinilmemiş tüm Iraklıların kanun önünde eşitliği vurgulanmıştır. 1958 Geçici Anayasasında Araplar ve Kürtlerin Irak’ta birlikte yaşadıkları ve Irak’ın birliği içinde ulusal hakları anayasa ile güvenceye alınarak Arap ve Kürtlerin hakları tanınmıştır. 1964 tarihli Geçici Anayasada bir önceki düzenleme tekrarlanmıştır. Ancak; 1965 yılında Anayasada kardeşliğe dayalı bir ulusal birlik şeklinde değişiklik yapılmıştır. 1968’de yeni bir Geçici Anayasada da 1958 ve 1964 tarihli anayasalardaki ifadeler tekrarlanmıştır. Temmuz 1970 Geçici Anayasasında Irak halkının Arap ulusu ve Kürt ulusu olmak üzere iki temel ulustan oluştuğu, bu anayasanın Irak’ın birliği içinde Kürt halkının ulusal haklarını tanıdığı belirtilerek, Kürtçenin Arapçaya ek olarak Kürt bölgesinde resmi dil olduğu kabul edilmiştir. 11 Mart 1974’te 1970 Geçici Anayasasının 8. maddesinde kanun çerçevesinde Kürtlere, çoğunlukta bulundukları bölgelerde özerklik verilecek hükmü eklenmiştir. Ancak; 11 Mart Anlaşmasının şartlarının bir kısmı yok sayılmış bir kısmı değiştirilmiş ve çok sınırlı bir “Kürdistan Bölgesi Üzerine Özerklik Kanunu” yayınlanmıştır. 26 Mart 1974’te “Kürdistan’a Özgü Yasama Organı Kanunu” ile Af Kanunu çıkarılmıştır. Ancak; 11 Mart 1970 Anlaşması hükümlerini taşımaması bakımından Kürtler tarafından kabul edilmemiştir.[4] 2005 yılı Irak Anayasasına göre idari düzenlemelere son şekli verilmiştir. Geniş bir âdem-i merkeziyet ve gevşek bir federasyon modeli benimsenmiştir. Bu sistemin ayrıntıları ve nasıl uygulanacağı anayasada belirsiz bırakılmıştır. Kürt federal bölgesi ile ilgili ayrıntılar hariç, diğer federal bölgelerin nasıl kurulacağını düzenlemek Şii Arap ağırlıklı bir meclisin basit çoğunlukla alacağı kararlara bırakılmıştır.[5] Irak’lı Kürtler Irak’ın tarihsel anayasal sürecinde 1958 yılından itibaren kendilerine yer verilen düzenlemelerle karşı karşıyadırlar. Ancak Irak’ın işgali öncesi ve sonrası özellikle Barzani’nin Kürtlerin temsilcisi addedilip yurtdışında ağırlanması, ABD ordu güçleriyle ortak harekâtı, peşmergelerin sivil insanların katlinde rol oynamaları, Türkmenlerin günden güne en alt seviyelerde muamele görmeleri, 2005 Anayasası’nın; niteliğinin özgürlüklerden ve insan haklarından çok, Irak’ın dönüştürülmesine yardımcı bir enstrüman olarak kullanıldığı gerçeğini göstermektedir. Bundan sonra ise Kerkük ve Telafer’in demografik yapılarının değiştirilmesi suretiyle Kürtleşme süreci başlatılacaktır. Suriye Devlet Başkanı “Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması başta olmak üzere Türkiye’nin Ortadoğu politikalarını tümüyle destekliyoruz” derken, İran Cumhurbaşkanı “Türkiye’nin güvenliği bizim güvenliğimiz. Irak’ın bölünmesi ve parçalanması kaygı verici, bölge ülkeleri için iyi olmaz. Irak’ın etnik ve mezhebe dayalı azınlıklara has çözülmeye gitmesi parçalanmaya yol açar” mesajını vermiştir.[6] Bu durum aslında bu meseleye Türkiye, İran ve Suriye’nin birbirlerini izleyen seyirde tepki verdiklerini göstermektedir. Ancak bu tepkiler fiiliyata dönüşememiş, bu ülkelerin iç sorunları ve zaman zaman aralarındaki anlaşmazlıklar baskılama ya da dengeleme stratejisini uygulamaya imkân tanımamıştır. Kerkük, bu kültürel ve siyasi taarruzların yanı sıra, Irak Geçici Yönetim Yasasının öngördüğü normalleştirme süreci sayesinde, “Kerkük’ten göç ettirilen Kürtlerin geri dönüşü adı altında”, demografik yapısının hızla değiştirildiği hızlı bir Kürtleştirme sürecine girmiştir. Bu süreç henüz başladığında Kerkük’ten sorumlu 2. Tümen komutanı Mark Davey’in beyanatıyla, Kerkük’e giren Kürt sayısı günlük ortalama 500 olmuş ve sadece Ağustos ayı itibariyle şehre 20 bin Kürt yerleşmiştir. Savaşın bitişini takip eden 18 ayda bu rakam 70,000’lere ulaşmıştır.[7] 1 Haziran 2004’te devlet Başkanlığına ılımlı Sünni bir Arap olan Meşal Acil El Yaver’i getirmiş; devlet başkanı yardımcılıklarına ise Şiilerden El Caferi, Kürtlerden KDP üyesi Rovş Sıveyş atanmıştır. Başbakanlığa laik Şii İyad Allavi getirilirken yardımcısı KYB’den Berham Salih, Dışişleri Bakanı ise KDP’den Hoşyar Zebari olmuştur. Yeni kurulan Irak hükümetinde Türkmenlere ise sadece bir Bakanlık verilmiştir. Verilen Bakanlık ise, kayda değer bir alt kadrosu dahi olmayan Bilim Ve Teknoloji Bakanlığı olmuştur.[8] Bu aşamada yeni kurulan hükümetin görevi, “kalıcı anayasayı hazırlaması ön görülen kurucu meclisin teşekkülünü sağlayacak olan süreci yönetmek” olarak tespit edilmiş ve bu doğrultuda Irak’ı yeniden yapılandıran bu karmaşık süreç Ocak 2005’te kurucu parlamento seçimlerinin gerçekleştirilmesiyle devam etmiştir. Sünnilerin boykot ettiği, Türkmenlerin düşük bir katılım sergilediği, dolayısıyla ancak %58’lik bir katılımla gerçekleşen bu seçimler, Irak geçici Başbakanı Iyad Allavi’nin iddia ettiği gibi “Irak halkının kendi temsilcilerini tam bir özgürlük içinde seçebildikleri tarihi bir dönüm noktası” olarak vasıflandırılmaktan gerçekte son derece uzak kalmıştır. Fakat yine de Irak’ın geleceğini şekillendirecek olan güçlerin tespit edildiği, daha doğru bir tabirle Irak’ın geleceğinin “ABD’nin, Şiilerin ve Kürtlerin” pazarlıklarına terk edildiği tarihi bir dönüm noktası olması açısından son derece büyük bir önem arz etmiştir.[9] 2004 yılında Kürt Parlamentosu BM Güvenlik Konseyi’ne 1 milyon 700 bin imzalı dilekçeyle başvurarak bağımsızlık talep etmişler ve bağımsızlık referandumu düzenlemişlerdir. Barzani ise bu süreçte Kerkük’ün Kürt kenti olduğunu vurgulayan beyanatlar vermiştir. 2005 seçimlerinde parlamentodaki 275 sandalyenin 140’ı Birleşik Irak İttifakı’na aitken, 75 tanesi Kürt İttifakı’nın olmuştur. Türkmen Cephesi ise yalnızca 3 vekil ile temsil edilerek parlamento temsiliyet oranı yüzde birler civarında seyretmiştir. Bunun temel sebepleri arasında Irak’ta Türkmenler aralarındaki bölünmüşlük, savunma, ifade ve idare mekanizmalarının ABD peşmerge iş birliğinde büyük yara alması, Türkiye’nin ise geçerli bir Irak ve Dış Türkler politikasının olmamasından kaynaklanmaktadır. 2007 yılında Irak’ın kuzeyinde Irak’ın nihai Anayasasının 140. maddesine göre Kerkük’te 31 Aralık 2007 tarihine kadar bir referandum yapılması öngörülmüş, bu madde Kürt liderlerinin ısrar ve telkinleriyle anayasaya konulmuştur. Kürt liderler referanduma sadece Kerkük il sınırları içerisinde oturanların katılımını istemiştir. Referandum sonucundan evet çıkarsa Kerkük’ün Kürdistan Bölgesel Yönetimi sınırlarına katılacağını düşünen IKBY, 2003 yılından beri Kerkük’e Kürt nüfusu yerleştirildiğinden dolayı sonuçların Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin lehine olmasını beklemiştir. Bağdat yönetimi ise Irak halkının tamamının referanduma katılmasını istemiştir. Ayrıca halk, merkezi yönetimin güçlenmeden herhangi bir referandum yapılmasını istememiştir. Türkiye, İran ve Suriye de, yapılacak olan referandum konusunda tedirginlik duymuşlardır. Ayrıca ABD siyasetçilerinden John McCain’de yapılması öngörülen referandumun ertelenmesi önerilerine katılmıştır.[10] Hulasa 2007 yılında gündeme getirilen ancak yapılamayan referandum ertelenecek ve Kerkük ihtilaflı vilayet olarak kalacaktır. 10 yıl sonra Barzani’nin gerçekleştireceği referandumda ”Bölge ve bölge dışındaki yerlerin bağımsız olmasını istiyor musunuz?” sorusu yöneltilerek bölge dışı tabiriyle Kerkük ve Musul tekrar gündeme getirilecektir. Büyük devletlerin ve lobilerin belirlediği politikaların tarihleri tehir edilse de bir süre sonra yeniden uygulanmak isteyeceğinin somut göstergesi bu durumdur. Burada büyük devlet ve lobi kavramlarıyla bahsedilmek istenilen Barzani değil bu grubu destekleyen lobi ve devletlerdir. Türkiye’nin en azından o tarihte belirleyebileceği ulusal stratejisi bağlamında, topyekûn genel ve askeri stratejileri bulunsa Barzani 2017 yılındaki adımını atmakta oldukça tereddütlü davranacaktı. ABD Dış İlişkiler Komitesi’nde Kansas Senatörü olan Sam Brownback ile Dalawere Senatörü Joseph Biden, Irak’ın barış ve istikrara kavuşmasının tek yolunun ülkenin Şii, Sünni ve Kürtler arasında 3’e bölünmesiyle sağlanabileceğini savunurlarken; bu yaklaşım ABD’nin Başkan Bush döneminde Irak’ın toprak bütünlüğünün korunmasına yönelik resmi politikasına aykırı olduğundan kabul görmemiştir. Dönemin Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Biden ise Irak merkezi yönetimine bağlı olarak her grubun yerel polis, emniyet, eğitim, din ve evlilik gibi konularda kendi karar ve yetkilerini kullanabilmelerini, öte yandan sınırların güvenliğinin sağlanması ve petrol gelirlerinin dağıtılması gibi genel konularda ise Irak merkezi yönetiminin yetkilendirilmesini ileri sürmüştür. Biden ve Brownback tarafından öne sürülen bu plana, Amerika’nın eski Hırvatistan Büyükelçisi ve Kürtlere de danışmanlık yapan Peter Galbraith da destek vermiştir. Pek çok Iraklının iç savaşa karşı olmakla birlikte üniter bir Irak’ın da sürdürülmesi düşüncesini de benimsemediğini savunan Galbraith’a göre, Irak Anayasası ülkede 3 büyük unsura; kendi yönetim bölgelerini oluşturması, kendi hükümetlerini ve ordularını kurması ve kendi petrol kaynaklarını kontrol etmesi imkânı sağlamalıdır. Fakat dönemin Amerikan Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, bu planlara şiddetle karşı çıkarak, Irak’ ta etnik veya mezhepsel temelli kimlikler üzerinde federal bir sistem inşa etmenin Şii, Sünni ve Kürtler arasında çatışmaları daha da körükleyerek işleri içinden çıkılmaz bir hale getireceğini savunmuştur.[11]

Güncel olarak Irak bir bütün olsa bile yönetsel olarak Kürtlerin ve Şiilerin ön plana çıkartıldığı yeni ulus yapısıyla Türkmenlerin tamamen sistem dışına itildiği ve hiçte iddia edildiği gibi demokratik bir yapıya kavuşamayan ülke konumuna getirilmiştir. Irak’ta seneler içerisinde adım adım uygulanan demografik değişim işgal ve sert güç sonrasındaki faaliyetlerle zirveye çıkartılmıştır. Bu durum ise bazı zamanlarda bölgeye ve Türkiye’ye istikrarsızlık olarak yansımıştır. Yeni ulus inşası, özellikle Türkiye’nin asimetrik kamu güvenliğini etkileyen pahalı ve uzun vadeli bir asimetrik savaş olarak uygulanmıştır.

  • Silahsız Bir Asimetrik Savaş Örneği: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti dahilinde bulunan Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı, Türkiye’ye bağlı bir yapılanmadır ve yine bu ülkedeki Sivil Savunma Birimi komutanları da Türkiye tarafından atanmaktadırlar. KKTC’de ki polis teşkilatı ise Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı olarak faaliyet sürdürmektedirler. Gerek KKTC nüfusu gerekse silahlı yapılarının üzerinde sağlanan Türkiye denetimi sebebiyle bu ülkedeki asimetrik savaşların Türkiye’ye karşı silahla yürütülmesi mümkün değildir ve KKTC bu özel durumundan ötürü Dünya üzerinde tamamen silahsız ancak bütünüyle algı, lobicilik ve psikolojik harekâta yönelik asimetrik savaşın yürütüldüğü tek ülkedir. KKTC’de bazı sivil toplum kuruluşları, bazı medya merciileri gibi odaklar çoğu zaman Türkiye’yi hedef alan itaatsizlik gösterilerinde bulunmaktadırlar. Örneğin KKTC Barolar Birliği’nin Türkiye, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ve devlet yöneticilerini hedef alan eylemleri sıkça görülmektedir. Zamana ve zemine bağlı olarak ise kişiler proje bazlı olarak bir araya gelerek yine Türkiye’yi hedef almaktadırlar. Örneğin Raporluyuz Grubu adıyla oluşturulan yapı, Türkiye’yi KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimlerine müdahil olmakla itham etmiş ve Milli İstihbarat Teşkilatı’nın tehdit dahil olmak üzere bu ülkede pek çok faaliyette bulunduğunu belirten dokümanlar hazırlayarak yabancı medya kuruluşlarına servis edilmiştir.

Resim: Türkiye’ye Yönelik Silahsız Ancak Psikolojik Yönü Güçlü Bir Asimetrik Savaş Örneği

  • Algı İçerikli Asimetrik Savaş ve Trumpizm Bağlamında Dönüştürülen Türk Milliyetçiliği

3 Kasım 2020 ABD Başkanlık seçim süreci Türkiye için farklı anlamlar içermiştir. Çünkü Donald Trump, ulusalcılığın ve milliyetçiliğin simgesi olarak yorumlanmış ve yeniden başkan seçilmesi ulus devletlerin yaşayabilme atmosferinde kendilerine alan açma refleksi olarak belirtilmiştir. Bu teori küresel merciler ve ulusalcılar savaşı argümanının devamıdır. Kendisi bir ulus devlet olmayan ve elli devletin bir araya gelerek oluşturdukları Amerika Birleşik Devletleri’nin ulusalcılığın, Neo-Con ve Evanjelis ittifakının siyasi mercii Cumhuriyetçilerin ise Milliyetçi bekanın devamını sağlayacak kurtarıcılar olarak Türk kamuoyunda servis edilmeleri muazzam bir algı yönetimin parçalarıdır. Aslında Trump’ın savunduğu ne milliyetçilik ne de ulusal sınırlardır çünkü kendisi de küresel iş dünyasının bir parçasıdır. Trump usulsüzlükleri ve vergi kaçakçılığı ile yasaların kendisini yargılama ihtimâline karşı bir zırh edinmek istemiştir. Fakat bu meselenin Trump eşittir milli devletler şeklinde Türk kamuoyunda yer bulması özellikle Türk muhafazakârları ve Türk Milliyetçilerine yönelik sosyal mühendislik operasyonudur.

ABD tarihi incelendiğinde Türk kamuoyunun benzer tepkileri verdiği dönemlere rastlanmaktadır.

  1. Başkan Truman, Türk dostu hatta Müslüman olarak sunulmuştur. O dönem Truman Doktrini çerçevesinde Türkiye’nin sıcak yardım alması gündeme gelmişti ve Türkiye algıladığı tehdit icabıyla milli güvenlik yapılanmasını Batı ittifakı ekseninde şekillendirmişti. Tam bu dönemde Türk kamuoyu ve Amerikalılar arasında sıcak bağ tesis edilmek istendi.
  2. Barack Huseyin Obama’nın, ABD Başkanı seçilmesiyle Obama’nın Müslüman olduğu algısı servis edilmiştir. Ancak ABD, Obama döneminde Ortadoğu yayılmacılığını devam ettirmiştir.

Fakat bu iki örnekte Türkiye’ye yönelik propaganda Trump döneminde ki gibi yoğun ve yüksek seviyeli olmamıştı. Trump’ın aile ve geleneklerin devamını simgeleyen bir figür olmasından ‘’Diren Trump’’ gibi etiketler eşliğinde sosyal medya bot hesapları aracılığıyla eşsiz bir dezenformasyon savaşına şahit olunmuştur.

Bu durumun ulusalcılıkla ilgisi bulunmamakla birlikte orta vadede yakınlaşan ABD-Çin savaşına yönelik ittifakların oluşum evresi olarak yorumlanması daha isabetli olacaktır.

Ayrıca Amerikan siyasetinde kuvvetli bir damarın Ortadoğu merkezli dinler savaşına hevesli oldukları gerçeği ile Türkiye’de yükseltilen Amerikan Cumhuriyetçi Partiperverliği aynı koordinatlara denk düşmektedir.[12]

Türk yurtseverliği ve Türk Milliyetçiliği, Amerikan Cumhuriyetçiliğinin ya da Trumpizmin sömürgesi ya da uzantısı haline getirilmemelidir. Milliyetçilikler doğaları gereği ulusal ideolojilerdir ve bir ülkenin milliyetçiliğinin, diğer ülkenin milliyetçiliği ile ittifak kurması beklenemez. Amerikan Evanjelis Neo Con Redneckçi bakış açıları Türk siyasetini ve Türk zihinlerini yeniden koloni haline getirmek isteyen psikolojik stratejilerdir.

  • Asimetrik Kamu Güvenliğinin Özel Boyutu: Sağlık

Algılarıyla oynanan toplumlar tarihi veya güncel olayları bulgu ve doğurduğu sonuçlar itibariyle ele almak yerine matematiksel izahı ve temeli bulunmayan komplocu bakışla yorumlamaya çalışırlar. Komplo teorileri mizacı itibariyle oldukça ciddi bir disiplindir ancak komploculuk sivil enformasyon savaşı yöntemleri arasında bulunan metodlardan bir tanesidir. Alternatif tarih söyleminin tarihle hesaplaşmaya dönüştürülmesi gibi türetilen alternatif gerçeklik ise doğrunun anti tezi yapılmıştır ve bu alternatifin peşinden gidenlerin sayıları çoğaldıkça kamu güvenliği risk altına girmiştir. Batı ülkelerinde de komplocu bakışlar artmıştır. Buna göre İngiltere’de bazı insanlar 5G istasyonlarını ateşe verdiler ve protesto gösterilerinde bulundular, Almanya’da yine bazı zümrelerce Neo-Nazi yöntem ve yönetimlerinin kurulacağı kaygısı işlenirken, Amerika Birleşik Devletleri’nde aşı üretimini Bill Gates ve vakfına bağlayan görüşler aşı protestolarını beraberinde getirmiştir. Türkiye’de bu görüşlerin tamamı işlendi ve alıcıları bulundu. Ancak bunlar dışında en popüler komplocu teorilerin başında Covid 19 ile ilgili üretilenler geldi. Hangi strateji eğitimi aldıkları meçhul olan bazı stratejistlerin (!) Covid/CoronaVirüs aslında öldürmüyor, trafik kazalarında ve mevsim griplerde bile daha fazla insan hayatını kaybediyor söylemleri kamuoyunda yaygın olarak benimsendi ve Korona’nın ulus devletleri bitirecek komplo olduğuna inananların sayıları oldukça artış gösterdi. Bu komplocu teorileri dile getiren bazı stratejistler vaka sayılarının yükselmeleri üzerine ısrarlarından vaz geçtiler ve yanlış anlaşıldıklarını dile getirdiler. Ancak bazı stratejistlerin işledikleri bu algı devam etmektedir. Algı yönetiminde en temel özelliklerden birisi ‘’Değerlere Yaslanma’’dır. Algı yönetiminde bulunacak Nüfuz Casuslarının o toplumun hassas olduğu değerleri sık vurgulamaları kitlede güven telkin etmek için başvurulan yöntemdir. Napolyon, Mısır’ı işgal ettiğinde Müslüman olduğunu, Wilhelm Dünya Savaşı öncesinde ise Hacı olduğu algısını işleyerek ‘’Ben de sizdenim’’ mesajı vermişti.

Türkiye’de Covid 19 Yalandır Küreselcilerin Komplosudur tezini işleyenlerin de her daim, muhafazakâr, milliyetçi hatta pan-Türkçü olduklarını vurgulamaları büyük çoğunluğu milliyetçi muhafazakâr olan Türk Milleti’nin duygularına hitap edebilme gayretinden kaynaklanmaktadır.

Cumhurbaşkanı ve Bakanların defaatle Maske-Mesafe-Temizlik kavramını vurgulamalarına ve bu konunun Türk istihbarat birimlerince dahi ele alınma teşebbüslerine rağmen kendi tezlerini Devlet kararlarından bile makbul kabul eden bir kısım stratejistler etkiledikleri kitlenin pandemi tedbirlerini esneterek salgının yayılmasına katkıda bulunmak istemektedirler. -Öyle ki maske takmanın insanları ruhsuzlaştırdığını robotlaştırdığını öne sürenler ve dolaylı yoldan buna uymayın algısını işleyenler bile olmuştur- Böylece arzu ettikleri kaos ortamında lobilerin tasarladıkları toplumsal mühendislik uygulamaları daha kolay hayata geçirilebilecektir.

Resim: Cumhurbaşkanı Covid İle Mücadeleye Vurgu Yapabilmek İçin Maske İle Beyanat Vermektedir

Resim: İçişleri Bakanı Covid İle Mücadeleye Vurgu Yapabilmek İçin Sosyal Medya Kullanıcı Adının yanına Tedbir Unsurlarını Eklemiştir

Resim: NOBEL Ödüllü Aziz Sancar’a İthaf Edilen Halkı Rehavete Sürükleyen İfadeler Vatandaşlara Servis Edilmiştir

Covid sürecinde ilk defa yoğun olarak uygulanan algı yönetimi ve psikolojik harekât, devletlerin ulusal güvenliklerini ve bütünlüklerini etkileyen yeni içerikli bir asimetrik savaştır. Ülkeler sağlık savunma bütçelerini arttırıp gen teknolojileri üzerinde çalışmalarını sıklaştırdıkça, patent ve teknoloji casuslukları ile ülkelerin uğraşları sonucu edindikleri kazanımları sekteye uğratmaya yönelik faaliyetler asimetrik kamu güvenliği bağlamında yeniden incelenerek milli güvenlik konseptlerine entegre edileceklerdir.

Asimetrik savaşların sürekli dönüşüm halinde olması asimetrik kamu güvenliğinin her daim sarsılmasını beraberinde getirmektedir. Ülkeler henüz gerilla ve terör tipi eylemleri bile henüz bitirememişlerken, sanal propaganda, akıllı güce dayanan ulus inşaaları, yerleşik ideolojileri ve sağlık sistemlerini hedef alacak harp/harekât metotları yeni bir destabilizasyon kapsamında incelenebilir. Bu tehditlere karşı tedbirlerin geliştirilmesinin yanı sıra her reaksiyonu kendi yaşamına yönelik bir suikast olarak kabul edecek ulusal mekanizmaların bu bağlamda liberal değerlerinde çelişkilere yol açması ise devletlerin kendilerine karşı verecekleri bir zihin savaşıdır ve asimetrik savaşın ve asimetrik kamu güvenliğinin tahmin edilemez yeni boyutlara evirileceğini ispatlamaktadır.


[1] Bilal Şimşir, Türk Irak İlişkilerinde Türkmenler, Bilgi Yayınevi, 2004, s.596-597

[2] İsmail Dursun, Kuzey Irak Kürtler Ayrılıkçı Kürt Hareketinin Devletleşme Süreci ve Türkiye’ye Etkileri, Yüksek Lisans Tezi, Gebze İleri Teknolojileri Enstitüsü, 2006, s.149

[3] Şimşir, s.415-428

[4] Burcu Şahin Bilgin, Amerika’nın Irak İşgalinden Günümüze Kuzey Irak’ta Devlet İnşa Süreci, Yüksek Lisans Tezi, Atılım Üniversitesi, 2015, s.58

[5] Bilgin, s.61

[6] Mesut Hakkı Caşin, Saddam Hüseyin Sonrası Yeni Gelişmeler Işığında Uluslararası Hukukun Zorlu Sınavı, Çantay Kitabevi, 2004, s.139

[7] Metin Ayışığı, Türkmen Meselesi ve Türkiye’nin Kuzey Irak Politikası, www3.balikesir.edu.tr /~metinay/turkmen.html, 2005

[8] Şimşir, s.632-633

[9] Dursun, s.158

[10] Suphi Saatçi, Tarihten Günümüze Irak Türkmenleri, Ötüken Yayınları, 2003, s.294

[11] Bilgin, s.95

[12] Bu noktada bazı Türk Milliyetçilerinin, ‘’Türkiye’de Cumhuriyetçiyiz, Amerika’da Cumhuriyetçiyiz’’ ifadeleri mizahi bir içerik barındırsa da zihin dünyasının hazin vaziyetini ispatlamaktadır.

Onur Dikmeci Hakkında

Onur DİKMECİ: (İstanbul) 1987 İstanbul doğumludur. Haliç Üniversitesi İşletme Lisans bölümünden mezun olduktan sonra Harp Akademileri Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı Yüksek Lisans programına devam etmiştir. Güvenlik, istihbarat, NATO gibi konularda çeşitli eğitim programlarına katılmış ve bu alanlarda “Beyaz Kitap” ve “Devlet Aklı” adlarıyla 2 adet kitap yayımlamıştır. Türkiye’nin ilk özel istihbarat platformu Türkiye Algı Merkezi’nin (turkiyealgimerkezi.org) kurucusu ve direktörüdür. Bireysel ve kurumsal danışmanlık görevini sürdürmektedir.

Yorum Ekleyebilirsiniz


%d blogcu bunu beğendi: