Memmed İSMAYLOV*
Küreselleşme hakkında en yaygın kullanılan ve belki de artık klişe haline gelmiş tanım “dünyanın bir köy haline gelmesi” ifadesidir. Literatürde küreselleşmeyi ele alan çokça eser bulunmasına rağmen yoğun bir kavram ve tanımlama çabası hala devam etmektedir. Fakat biz burada herhangi bir kavram ya da tanımlama çabasına girmeden “küresel hukuk” düşüncesinin mümkün olup olmadığını irdeleyeceğiz.
“Küresel köy”, “küresel dünya” kavramları son dönemlere aittir. Oysaki küreselleşmenin tarihi 18.-19. yüzyıllara ve hatta daha eski tarihlere götürülebilmektedir. Bundan dolayıdır ki bazı görüşler küreselleşmenin ortaya çıkışını 1648 tarihli Vestfalya Andlaşması’na kadar götürmektedirler. Ulus devlet ve ulusçuluğun neredeyse yasal zeminini oluşturan böyle bir andlaşmayla küreselleşmenin ilişkilendirilmesi ilginçtir. Ancak kanaatimizce bu bağlantı kurma çabası boşuna değildir. Çünkü ulus devlet her ne kadar merkeziyetçi ve egemenliğe bağlı bir görünüm biçimi sunsa da, başta ticari alış veriş (özellikle deniz aşırı), silah ticareti, diplomatik ilişkilerin kurulması ve savaş küreselleşmenin yer edinmesi için en uygun zemini hazırlamıştır. Örneğin 1453’de İstanbul’un fethi Avrupalı devletleri Osmanlı Devletiyle mecburi olarak andlaşmalar yapmaya, diplomatik ilişkiler kurmaya sevk etmiştir. Daha sonra I. Dünya Savaşı’nın ardından 10 Ocak 1920’da Milletler Cemiyeti’nin (MC) kurulması küreselleşmenin güvenlik endişeli vizite kartı mahiyetinde olmuştur.
İnsan hakları, demokrasi, serbest pazar ekonomisi, çoğulculuk gibi kavramlar ise küresel hukuk arayışı içinde olanlar için anahtar sözcükleri ifade etmiştir. MC’nin II. Dünya Savaşı’nı engelleyememesinin ardından kurulan 1945 tarihli Birleşmiş Milletler (BM) teşkilatı küreselleşme ve küresel hukuk için yeni bir yüzyıl anlamına gelmekteydi. Çünkü BM’i kuran BM Şartı, anayasalara benzer görünüm arz etmekteydi. İnsan hakları ihlallerini, barış ve güvenliğin korunması, temel insan hakların korunması, medeni, siyasal ve iktisadi hakların temin edilmesi gibi hususlar ulus devlete ait egemenlik anlayışının ve iç işlerine karışmama ilkesinin ihlali için meşru bir araç haline gelmişti. Otoriter ve dahi totaliter rejimlerin kendi ülkelerinde sistematik insan hakları ihlallerini sürdürmeleri egemen diğer güçlü devletlere meşru müdahale hakkı vermiştir. Bunun örnekleri olarak Kosova, Ruanda, Somali, Afganistan gibi “zayıf devletselliğin” görüldüğü ülkeler gösterilebilir. Kosova’da Sırp yönetimi tarafından gerçekleştirilen sistematik insan hakları ihlalleri, Arnavut halkının göçe maruz kalmasına ve uluslararası toplumun harekete geçmesine neden olmuştur. Ardından bu süreç NATO’nun Sırbistan’a müdahalesi ve Güvenlik Konseyi’nin 1244 Sayılı Kararıyla Kosova’da geçici yönetim kurmasıyla sonuçlanmıştır. Diğer bir örnek olarak 2003 Irak Savaşı gösterilebilir. Saddam Hüseyin yönetiminin ülkesinde insan haklarını ihlal ettiği iddiasıyla Birleşik Krallık ve ABD başta olmak üzere Çokuluslu Koalisyon Kuvvetleri’nin askeri müdahale gerçekleşmiş, istikrar amaçlı savaş günümüze kadar bir türlü durmayan istikrarsızlığa sebebiyet vermiştir.
“Küresel hukuk” veya “küresel anayasa” ya da “küresel anayasalaşma” en çok Avrupa Topluğu tarafından savunulmaktadır. Bu akımı savunanlara göre BM Şartı “dünyanın anayasası” olabilme özelliğini taşımaktadır. Ayrıca BM yapısı ve üye olan devletlerin sayısı bu görüşü savunanlara göre meşru dayanak mahiyetindedir. Yine bu görüşü savunanlara göre BM Şartı’nın 103’ü maddesi anayasalara özgü olan diğer pozitif düzenlemelerden üstün olma hüviyetini kendinde de yansıtabilmektedir. Buna göre “BM üyelerinin BM Şartı’ndan doğan yükümlülükleri ile başka herhangi bir uluslararası andlaşmadan doğan yükümlülüklerinin kesişmesi halinde BM Andlaşması’ndan doğan yükümlülükleri üstün olacaktır.” Bu madde BM Şartı’nı anayasa olarak görme eğiliminde bulunanlar için diğer bir dayanak noktası oluşturmaktadır. Diğer bir ifadeyle sırf bu husus bile birçok yazar ve düşünür tarafından BM Şartı’nı dünyanın anayasası olarak görme eğilimine sevk etmektedir. Ayrıca yine BM esas alınarak Güvenlik Konseyi’ni dünyanın yürütme organı, Uluslararası Adalet Divanı’nı ise dünyanın yargı organı olarak lanse eden görüşlerde “küresel hukuk” düşüncesinden yana tavır sergilemektedirler.
Ancak kanaatimizce küreselleşmeyle ulus devlet arasındaki ilişkide birinin diğerine üstünlüğü değil, birbirine bağlılık söz konusudur. Her ne kadar modern ulus devlet sermaye kaygılarından dolayı kendi egemenliğinden ödün vererek kimi zaman Uluslararası Para Fonu (IMF) kimi zaman BM gibi uluslararası kuruluş ve teşkilatların baskısıyla yargı reformu veya regülasyon reformlarına gitseler de küreselleşmeyi oluşturan gücünde ulus devletin sermayesi olduğu unutulmamalıdır.
Sonuç olarak ve kanaatimize esasen “küresel hukuk” şekli olarak mümkün olsa dahi, uygulama alanı bakımından neredeyse imkânsızdır. Çünkü “küresel hukuk” için uygun olan zemin şuan mevcut değil. BM Şartı anayasa görünümünde olsa bile devletlere özgü olan sosyolojik yapıdan uzaktır. Küresel hukuka veya küresel anayasaya bir diğer engel “dil” meselesidir. Bilindiği üzere birçok devletin anayasasında resmi olarak birden fazla dil bulunmaktadır. Bu orada yaşayan hakların özellikleri esas alınarak yapılmaktadır. Buradan hareketle hukuk dilinde aynı mesajın farklı dillerde aynı anlamı ihtiva etmediğini açıkça söyleyebiliriz. Bu sebeple toplumların sosyolojisinden ve dil farklılıklarından soyutlanmış “küresel bir hukuk” amaca ulaşmada yetersiz kalacaktır. Küresel hukukun önündeki diğer bir engel devletlerin egemenlik yetkilerinden vazgeçmeme isteğidir. Tek bir hukuki sistem ulus devletler için yoğun bir müdahale ve egemenliğin büyük ölçülerde yok olması anlamına gelmektedir.
* Memmed İsmayılov, Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi, Kamu Hukuku Doktora Öğrencisi.