Twitter Facebook Linkedin Youtube

NATO SİYASİ GELECEĞİ NEREYE DOĞRU GİDİYOR?

Umut Berhan ŞEN

NATO kuruluşunun 70. yılına denk gelen son zirvesini geçtiğimiz yılın son günlerinde Londra’da tamamladı. Fakat geride NATO’nun geleceğine ilişkin bazı sorular bıraktı. Aslına bakarsanız, 70. yıl zirvesinin tartışmalara sahne olması tamamen Macron’un zirve öncesi takındığı tahrik edici tutumla ilgilidir. Zira Macron’un bu çıkışı, hem NATO’nun son yıllarda yaşadığı yapısal sıkıntıların dışavurumu hem de Macron’un kendisinin Fransız kamuyounda bir liderlik ve meydan okuyuş algısı yayma stratejisiyle doğru orantılıdır. Dolayısıyla, bugün biz NATO’nun geleceğini tartışacak ve bu konuda mantıklı çıkarımlar yapabilmeyi amaçlıyorsak, öncelikle NATO-Fransa-ABD ilişkilerinin kökenine inmemiz gerekmektedir. Çünkü, günümüz dünyasında güvenlik siyasetinin belirlenmesinde, ‘yakın tarih bilgi dalı’ oldukça önemli bir silahtır.

Fransa yakın tarihinin en kritik ve önemli devrini De Gaulle yönetiminde yaşadı. Hatırlayalım; 2. Dünya Savaşı sonrası 1949 yılında kurulan NATO’nun en önemli askeri üsleri Fransa’da bulunuyordu. ABD uçakları ‘lojistik görevler’ için 10’un üzerinde Fransız üssünü kullanıyordu. 50 bin civarında Amerikalı asker ve sivil memur Fransa’ya yerleşmişti. Ülkesini nükleer güce ulaştıran De Gaulle’nin diğer icraati NATO’dan ayrılmak oldu. Aşama aşama ilk önce paktın deniz kuvvetlerinden ayrılan De Gaulle önderliğindeki Fransa, 7 Mart 1966 tarihinde NATO’nun askeri kanadından ayrıldığını açıkladı ve NATO Başkomutanlık Karargahı dahil tüm NATO üs ve tesislerinin Fransız topraklarından çekilmesi kararını aldı. NATO’nun Paris’teki genel merkezi Belçika’ya taşındı. Nihayetinde, Fransa, 2009 tarihinde 1966’da ayrıldığı NATO’nun askeri kanadına, tam 43 yıl sonra, Türkiye dahil tüm ülkelerin oluruyla döndü. İttifakın yayımladığı ortak bildiride, kapıların yeni adaylara açık olduğu da belirtildi. Dönemin Cumhurbaşkanı Sarkozy, zirvede yaptığı konuşmada, ‘Fransa ittifak bünyesinde tam yerini alıyor’ dedi ve ‘aileden olduklarını’ anlattı. Görüyoruz ki, NATO ile ilişkileri oldukça inişli çıkışlı olan bir Fransız devleti var. Macron’un, geçmişten gününüze dek süren bu istikrarsız sürece rağmen ‘NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti’ ifadesini kullanması deyim yerindeyse ‘abesle iştigal’ olmuştur. Peki, kendi ülkesinin geçmişte NATO ile kurmuş olduğu istikrarsız diplomatik angajmana rağmen, Macron tespitinde haklı olabilir mi?

Zirvenin analizine geri dönecek olursak; kanaatimce İngilizler’in soğuk ve mesafeli tavırları, NATO zirvesindeki genel havayı yansıtmıştır. Zira, 70’inci yıldönümü neşeli bir kutlama ortamında değil, karşıt görüşlerin hakim olduğu oldukça gergin bir tartışma ortamında gerçekleşti. Aslında zirvenin ilk günü, NATO’nun 29 üyesinin liderleri, süslü kelimeler kulllanmayı ve samimi tavırlar sergilemeyi denediler. Fakat iki günlük zirvenin en başından beri, ittifak içindeki çatırdamalar da ortadaydı. Nihayetinde Macron, Trump ile beraber düzenlediği ortak basın toplantısında, NATO’ya yönelttiği sert ve tahrik edici eleştirilerden geri adım atmadı. Macron “Sözlerimin tepki çektiğini biliyorum. Birçoklarını biraz sarstı. Ama açıklamalarımın arkasındayım” dedi. Görüyoruz ki, Trump ve Macron’un son zirveden sonra rolleri değişmiş durumdadır. Hatırlayalım; geçtiğimiz sene Donald Trump, AB’yi, NATO’nun mali yüküne yeterince katkıda bulunmadıkları ve NATO’nun amacına gölge düşürdükleri gerekçesiyle çok sert biçimde suçluyordu. Ancak bu defaki zirvedeyse Trump, geleneksel Fransız diplomasisi ve devlet adabı dışında kaba bir tutum takınan Macron’a  karşı NATO’yu savunan bir duruş sergiledi. Ancak, yakın dönemde Trump’ın da, ABD’nin NATO’daki yüksek maliyetli askeri harcamalarından rahatsız olduğunu belirten sert çıkışları mevcut bulunmaktadır. Bu bağlamda, son ikiyüz küsür yıldır, uluslararası arenada daima beraber ve müttefik hareket eden ABD ve Fransa’nın, NATO konusunda da birbirine çok benzer bir yaklaşım içinde olması da gayet normal bir durumdur. En azından bu durum, ABD’deki şahin kanadı temsil eden Cumhuriyetçiler için böyledir. Donald Trump, bugün için kısmen NATO’yu savunan bir duruş sergilese de, yakın süreçte NATO konusunda ne tür bir tutum sergileyeceği merak konusudur ve Trump’ın genelolarak sergilediği tavırlar, NATO’nun Almanya-İtalya kanadında da şüphe uyandırmaktadır.

Atatürk dönemini hatırlamakta fayda var; Balkan ve Sadabad Pakt’ları ile hem Balkanlar, hem Ortadoğu, hem de Asya açısından bir stratejik denge kurulmuştu. Aslında bu denge, Avrasya coğrafyasında muazzam bir güç konfigürasyonu kurma amacıyla sağlanmıştı. Atatürk demek istiyordu ki; ‘ben bu coğrafyada önemli bir gücüm ve çatışma istemiyorum.’ İşte, 1930’lu yıllardaki bu yaklaşım, o devirde Türkiye’nin gerçek anlamda bir bölgesel güç olduğunun da bir kanıtıdır.

Kuşkusuz devletimiz, kuruluşu itibariyle güvenliği merkeze alan bir devlet olarak var olagelmiştir. Devletimizin resmi politikalarının temel dinamiklerinin belirlenmesi ve netleşmesinde güvenlik unsuru, devletin geleceği ve vizyonu için daima en üst sırada yer alan bir konu olmuştur.    Türkiye’nin, sürekli olarak bir güvenlik sarmalında içten ve dışarıdan geldiği iddia edilen tehditlerle karşı karşıya kaldığı söylenegelmiştir. Diğer bir ifadeyle ne Türkiye’nin toprak bütünlüğünü ve güvenliğini tehdit eden dış düşmanları ne de bunların içerdeki uzantıları azalmıştır. Buna karşın, ülkemizin askeri gücünün temel alındığı ve teknolojik olanaklara dayalı olarak sahip olduğu dışa karşı savunma yeteneği, jeopolitik konumu, uluslararası alandaki itibarı ve güvenirliği, ekonomik alandaki gücü, dışa karşı güvenliğini artıran faktörlerdir.  Ayrıca dışa yönelik olarak devletin uluslararası sistemle uyumlu olması, uluslararası egemen iradeyle, egemen iradenin belirlediği planın kuralları çerçevesinde oynama yeteneğini göstermesi, dış politikada önüne çıkan fırsatları oyun kuralları içerisinde kazanca çevirebilme yeteneğinde olması, içe yönelik olarak da devlet ile toplum arasında ortak bir çıkar birliği ve gelecek tasavvurunun olması, toplumsal ve ekonomik istikrar, güvenlik politikası ile ilgili tehdit algılamasını kolaylaştıracak unsurlardır.

Yeni dünya düzeninde muhtelif savaş çeşitleri bulunmaktadır. Mesela; konvansiyonel, nizami, gayri nizami, psikolojik, ekonomik, siber ve hibrit vb. savaşlara ara verildiği zamanlarda, devletleri yöneten karar mercilerinin temel vazifesi; gerçekleşmesi muhtemel savaşlara karşı hem psikolojik açıdan hem de fizibilite kapasitesi açısından hazır olmaktır. Dolayısıyla yakın gelecekteki savaşların nasıl gerçekleşeceğinin öngörüsü bir ‘masabaşı açık istihbarat analiz’ sürecinin konusudur. Zira içinde bulunduğumuz yüzyılda, kapsama alanında hangi operasyonel güçlerin yer aldığı ve hangi teknoloji ile sürdürüldüğünün tam olarak bilinmediği çatışmalar, ‘yeni savaş ve istihbarat dallarının’ kavramlarını oluşturmaktadır. Unutmadan ekleyeyim; meşhur Prusyalı General Carl Von Clausewitz’in ‘Her çağ kendi savaşını yaratır.’ tespiti günümüz küresel jeopolitiğinde dahi güncelliğini koruyan köklü bir tespittir. Ülkemizin NATO ile olan ilişkileri de, bu bağlamda yeniden değerlendirilmeli ve güncellenmelidir. Şu hususu iyi anlamamız lazım; Türkiye olarak bundan tam NATO’ya mecbur kaldığımız güvenlik konseptinin bir gereği olarak başvurmuş ve girmiştik. O dönem şiddetli biçimde artan Sovyet tehdidi bunu zorunlu ve mantıklı kılmıştı. Bugün ise yeni jeostratejik dengeler ve yeni güvenlik paradigmaları doğrultusunda yeni bir güç konfigürasyonu oluşturmak durumundayız. Dolayısıyla, Avrasya coğrafyasına yöneldiğimiz yeni süreçte, yeni ittifaklar, uzlaşmalar ve konsorsiyumlar gündeme gelecektir. Muhtemeldir ki, Türkiye’nin Avrasya stratejisinin oluşumunda, özellikle Hazar havzasında oluşacak yeni güç konsepti açısından, Rusya ve İngiltere ile kuracağı yeni enerji koridorları ve politik mutabakatlar, ülkemizin önümüzdeki yüzyıldaki milli güvenlik siyasetinin teorik ve pratik olarak şekillenmesinde belirleyici etkenler olacaktır. Kuşkusuz, Avrasya’da kurduğu yeni dengelerden alacağı güçle, NATO masasında oturan bir Türkiye Cumhuriyeti’nin yaptırım gücü her zamankinden daha fazla olacaktır.

 

Umut Berhan ŞEN
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

Umut Berhan ŞEN Hakkında

1991 yılında İstanbul’da doğdu. Okumayı çok küçük yaşlarda (okul öncesi) öğrendiğinden beri tarihe olan ilgisi hiç bitmedi. Lise yılarına geldiğinde, çeşitli internet site ve gazetelerinde yazmaya başlamıştır. Yayınlanmış bir adet tarih araştırma kitabı ve bir adet polisiye-casusluk türünde romanı bulunmaktadır. Günümüzde ise düzenli olarak ulusal basında yazmaya devam etmektedir. Bu yayın organları ve gazetelerin başlıcaları; ATAYURT Tarih Dergisi (devam), STAR Gazetesi AÇIK GÖRÜŞ EKİ (devam-halen AKŞAM Gazetesi yayın organı olarak devam etmektedir.), YURT Gazetesi (devam), -KARAR Gazetesi, CUMHURİYET Gazetesi (devam), HİSTODİA Tarih Dergisi (devam), MİSAK (Milli Stratejik Aaraştırmalar Kurulu-devam) Yayınlanmış kitapları: SAHİPKIRAN EMİR TİMUR (Araştırma-ATAYURT Yayınevi-2019 Nisan), FIRÇA TEMASI (Polisiye-casusluk seri roman-ATAYURT Yayınevi-2019 Kasım) Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde Sosyoloji Eğitimi alan yazar, Gazi Üniversitesi Sanat tarihi bölümünü de bitirmiştir. Ayrıca İstanbul İşletme Enstitüsü’nde Finansal Yönetim eğitimi ve sertifikası almıştır. Orta Asya Türk Tarihi, Osmanlı Silah Sanatı ve Teşkilat’ı Mahsusa konusunda çalışmalarını sürdürmektedir. Genelkurmay Başkanlığı ATASE Arşivinde Türk İstihbarat Tarihi, ATATÜRK’ün Yaşamı, Teşkilat’ı Mahsusa ve 1. Dünya Savaşı konusunda araştırma, inceleme ve tetkiklerde bulunmuştur. Ayrıca çeşitli araştırma merkezlerinde ‘work shop’ ve yuvarlak masa çalışmalarına da katılmaktadır. Devlet Tiyatroları için yazdığı ve henüz yayınlanmamış ‘ENVER’ adlı bir tiyatro eseri de bulunmaktadır. Bununla birlikte, tiyatro eserleri konusunda eleştiri yazıları da kaleme almaktadır. Yazar, Ahmed Yesevi Vakfı üyesi ve genel sekreteridir. Ayrıca Azerbaycan Kültür Derneği üyesi ve Türk Anıtlar Derneği yedek yönetim kurulu üyesidir.

Yorum Ekleyebilirsiniz


%d blogcu bunu beğendi: