Türkiye içinde bulunduğu istikrarsız coğrafya nedeniyle, daima bir güvenlik endişesi taşımaktadır. Zira artık devlet olarak, soğuk savaş dönemi sonrasında Orta Doğu ve Doğu Akdeniz için farklı platformlarda yapılan tehdit ve risk değerlendirmelerini bir bütünlük içerisinde ele almak, Türkiye’nin güvenliğine yönelik etkilerini ortaya koymak durumundayız. Türkiye Cumhuriyetinin bekasının ve bölgesel aktör olabilmesinin yolu Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’deki gelişmeleri iyi değerlendirmekten geçmektedir.
Coğrafya, siyasetin maddi dünyasıdır. İbn-i Haldun’dan, Montesquieu’ya dek süregelen pek çok yapısalcı tarihçi, pek çok siyasal düşünür, coğrafya ile siyaset arasındaki bağı anlamaya ya da açıklamaya çalışmıştır. Bu bağı güçlendiren olgu ise; modernizmdir. Zira modern dünyanın koşuları ve zorunlulukları, siyasete coğrafya biçme konusunda kadim zamanların dünyasına göre çok daha önemli ve süratlidir.
Bu azmi ve sürati açıklamak gerekirse, modernleşme denilen olgunun elbette ki, entelektüel merakla bağlantılı; hatta bu merakı kışkırtan, yönlendiren bir tarafı da vardır. Fakat bu yönlendirmeler, coğrafya ile siyaset arasında dokunan köklü bağların yol açığı reel politika hesaplamaları sayesinde, günlük toplum yaşamında tezahür edebilmektedir. Son yıllarda, bölgemizde yaşanan gelişmeler gösteriyor ki, reel politik hesaplamalar, coğrafyayla sentezlenerek, bir takım reel politik kurgulamalara dönüşmektedir. Elbette, bu jeopolitik kurgular, savunmacı bir konseptte gelişebileceği gibi, saldırgan veya yayılmacı da olabilir.
Günümüz dünyasının fiziksel, siyasal, kültürel, dini ve etnik olarak değiştirilme sürecinin başladığı ve dünyanın sosyal olarak inşa edildiği argümanına dayanan toplum mühendisliği kuramı “Genişletilmiş Avrasya Projesi”ni oluşturmaktadır. Bu projenin mimarı Rus yazar ve stratejist Aleksandr Dugin’dir. Yukarıda ifade ettiğim perspektif açısından Avrasyacılığı tanımlarsak; Avrasya coğrafya olarak, en uzlaşmaz sandığımız grupları bir araya getirebilen, en uzlaşmacı sandığımız çevreleri de birbirine hasım edebilecek bir karaktere sahiptir. Dolayısıyla, Rusya ve Türkiye, Avrasya’nın en büyük iki askeri gücü olduğunda, aralarındaki ilişkinin ‘uzun süreli bir dostluk’ şeklinde seyretmeyeceği, tarihsel tecrübelerin ışığı altında ele alındığında, pek beklenilen, umulan bir durum olarak gözükmemektedir.
Avrasyacılık, tarihsel olarak sorumlu bu iki ulusal coğrafyayı belli bir denklik perspektifinde değerlendiren ve uluslarının-devletlerinin geleceğini bir şekilde birbirine monte eden bir bakış açısının ürünüdür. Dolayısıyla, akademik açıdan cazip ve çekici bir anlam ifade etmektedir.
Avrasyacılığı akademik anlamda çalışanların; siyaset felsefesi, sosyoloji ve siyasi tarih üçgeninde, bu üç olguyu da ihmal etmeden işe koyulmaları zorunludur. Dolayısıyla mukayese yaparken; Rus-Osmanlı siyasi düşünce dünyasına adım atmak ve gerektiğinde İsmail Gaspıralı Bey ile Trubetskoy’u aynı düzlemde buluşturmamız gerekmektedir.
Avrasya’ya yönelik özgün bir Türk Bakışı oluşturmaya çalışmak, herhalde önümüzdeki yakın süreçte, önemli ve verimli bir akademik çaba olacaktır. Bu konuda genç akademisyenleri ve stratejistleri yönlendirecek olan bir akademik teşvikten ziyade, yakın tarihimizden çıkarabileceğimiz bazı önemli anekdotlar olacaktır. Mesela Dick Chenney’în şu sözünü anımsamakta yarar görüyorum:
‘Tarihin hiçbir döneminde Hazar Bölgesi kadar bir anda, böylesi bir stratejik öneme sahip olan bir toprak parçası hatırlamıyorum.’
Elbette ki, yukarıdaki anekdot, Dick Chenney’in şahsi bakış açısından da ziyade, ABD’nin son elli yılda ilmek ilmek ördüğü ulusal güvenlik stratejisinin dışavurumudur. Peki, Türkiye’nin kendi dengeleri nerede? Avrasya’ya ulusal bir objektivizm ile yaklaşan yeni bir Türk bakışı mümkün değil mi? İşte, yeni yetişen genç stratejistlerin ve genç akademisyen adaylarının bu sorulara cevap bulmaları gerekmektedir.
Öyle bir noktaya geldik ki, şimdi asıl soruyla karşı karşıyayız: Türkiye tamamlanmış mıdır? Yani kendi paradigmamız dinamik bir ilerlemeye devam ediyor mu? ‘Avrasya’da Türk Bakışı’ olgusunu ele alırken karşımıza çıkan kilit kavram paradigma olmaktadır. Bu kavram 21. yüzyılda en çok kullanılan sosyolojik terimlerin başında gelmektedir. Tarihçiler, siyaset bilimciler ve sosyologlar, bu kavramı, geçmişin sosyal, siyasal ve ekonomik değerlendirmesini yaparken, anahtar bir kavram olarak kullanmaktadırlar.
Paradigmayı Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu’nun ifadesi ile basitçe tanımlarsak; bireyin iç ve dış dünyasını (kendisini ve etrafını) yorumlama, algılama ve bilme süreçleriyle ilgili tüm etkenlerin yarattığı örgütlü ve dinamik düşünsel sistem, düzenektir. Bir paradigma, pratikte, yazılı veya yazılı olmayan bir kural ve düzenlemeler bütünüdür. Paradigma kayması, yeni bir oyuna değişim, yeni bir dizi kurallara geçiştir. Kurallar değişince, bütün dünya değişebilir. Bir paradigma kayınca veya yok olunca sistem tekrar sıfıra geri döner.
Gelelim bireysel (algısal) paradigmalara. Paradigmalarımız bakış açımızı ve bunun sonucunda ortaya çıkan davranış biçimlerimizi yönetir. Bu yüzden de bu doğrular sistematiğinde oluşturulan paradigmalar kişiden kişiye ve toplumdan topluma farklılıklar göstermektedir. Her hangi bir konu üzerinde çok çeşitli yorumların oluşması, kavramsal algılarımızın (yani paradigmalarımızın) birbirinden çok farklı olmasından kaynaklanmaktadır.
Her paradigmanın oluşumu yüz ya da yüz yirmi yıl civarı sürmektedir. Örneğin; Osmanlı’nın Balkanlar’da büyüyüp Avrupa’ya açılması yüz yıl civarı bir süre almıştır. Fatih devrinde (1451-1481) ise küresel güç haline gelen bir Türk Devlet Paradigması oluşturulmuştur. Dolayısıyla, görüyoruz ki, Türk Devlet paradigmasının, Selçuklu sonrası, yeniden Anadolu coğrafyasında rasyonel bir gerçek, bir olgu haline gelmesi yüz yıl sürmüş; küresel bir olgu ve güç haline gelmesi ise iki yüz yıllık bir süreç içinde gerçekleşmiştir. (Osman Gazi’nin beyliğin başına geçişi 1281-Fatih’in vefatı 1481. Dolayısıyla tam iki yüz yıllık bir süreç yaşanmıştır.)
Türkiye Cumhuriyeti, paradigma sürecinin tarihsel gelişimi açısından, bakıldığında henüz doksan altı yaşında genç bir sistemdir. Doksan altı yıl, paradigma gelişimi açısından oldukça genç bir evrimleşme sürecidir. Bu sistem, yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen, gelişim ve yükselişini sürdürecek ve küresel ölçekte bir olgu haline gelecektir.
Hiç kuşkusuz, bölgesel ilişkiler kendi alanlarında akıp giderler, fakat ülkelere düşen, bunları bir düzen içinde gerçekleştirmektir. Dolayısıyla bu anlamda yeni organizasyonlar düşünmemiz ve işlevsel olarak bunların içerisini doldurmamız gerekmektedir. Çünkü Avrasya coğrafyası, Ortadoğu’dan sonra dünyanın en ciddi petrol, doğalgaz ve maden rezervlerine sahip bölgesidir. ABD, Rusya ve Çin bu bölgeyle ilgili hedeflerini belirlemiş ve stratejilerini uygulamaya başlamışlardır. Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak, kaybedilen zamana ve değerlendirilemeyen imkanlara üzülmemiz, geldiğimiz günün ve yaşanılan sürecin şartlarını değiştirmemektedir. Türkiye öz kardeşlerinin yaşadığı bu coğrafya ile ilgili hedef ve stratejilerini en kısa sürede yeniden kurgulamak zorundadır. Bu bağlamda, Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak, bu coğrafyayla ilgili iki önemli hedefi olmalıdır:
1) Kendi arasında birliğini tesis etmiş ve dünyadaki tüm devletlerle eşit ve adil ilişkiler kurabilen Orta Asya Devletler Birliğini hayata geçirmek. Zira, Kazakistan Kurucu Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev’in 18 Şubat 2005 günü yaptığı ulusa sesleniş konuşmasındaki teklifiyle gündeme gelen Orta Asya Birliği düşüncesi, o günden bu yana ciddi tartışmalara neden olmuştur. Gerek günümüzde tüm dünyayı etkisi altına alan küreselleşme politikaları gerekse SSCB sonrası bölgede oluşan boşluğun doldurulması Orta Asya Birliğini zorunlu kılmaktadır. Tarihin en eski dönemlerinden beri bölgede bir birliktelik içinde yaşayan Orta Asya Türk halkları arasındaki dil, din ve soy birliğinin yanı sıra bu insanların yaşadıkları cumhuriyetlerin kültürel, yapısal ve kurumsal benzerlikleri paylaşmaları böyle bir birliğin oluşumunda büyük avantajlar sağlamaktadır. Ancak gerek bölgede çıkarları bulunan dış güçler gerekse bölge ülkelerinin bu konuda bazı tereddütlere sahip olmaları dolayısıyla bu birliğin yakın bir zamanda oluşumu önünde en büyük engel teşkil etmektedir.
2) Türkiye, Azerbaycan, Nahcivan, Pakistan ve Kazakistan’ın ekonomik, ticari, kültürel ve siyasi olarak entegrasyonunun sağlanması.
Sonuç olarak; Türkiye, doğu ile batı, kuzey ile güney arasında bir enerji koridoru olmak zorundadır. Çünkü önümüzdeki yeni dönemde bölge dışı güçlerin söz konusu sorunları manipüle etmelerinin önüne geçilmesi önemlidir. Dolayısıyla, bölge ülkeleri kendi öz dinamiklerini yakalayabilir ve arzu edilen istikrar sağlanırsa, bölge ülkeleri takip ettikleri dış politikalarında ABD veya AB’ye yanaşmak zorunda kalmayacaktır. Bir diğer ifadeyle, bir dış güçten tehdit algılamayacak derecede güçlü olacaklarından, algıladıkları tehditler için ne ABD ne de AB’yi bir dengeleme aracı olarak kullanmaya gerek kalmayacaktır.
Umut Berhan ŞEN – e-posta: umutsen91@outlook.com
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız