Türkiye’de 2009 yılında başlatılan Çözüm Süreci’nin başarısızlığa uğraması, siyasi iklimin yükselen milliyetçilik seviyesinde seyretmesi ve özellikle Suriye’nin kuzey bölgesinde oluşturulmak istenilen bölgenin, Türkiye’nin milli güvenlik menfaatlerine aykırı olduğunun kabul edilmesiyle birlikte, 25 Eylül 2017 bağımsızlık referandumundan sonra Barzani’ye duyulan öfke de artmış ve bu durum, Irak hassasiyetinin de gündemde tutulması gerektiğini hatırlatmıştır.
Fakat şu bir gerçektir ki; politika durağan bir mefhum değildir. Kriz yaşayan devletlerin ya da bölgelerin ilerleyen süreçlerde ittifak geliştirmeleri mümkün olabileceği gibi, ittifak yapan devlet ya da bölgelerin de birbirlerine aykırı düşmeleri çok olasıdır. Bunun sebebi, değişen ilişkilere karşı değişmeyen çıkar ve beka endeksidir.
Türkiye’nin dış politikada ve bu durumu destekleyecek iç politikada strateji değiştirmesi beklenemez. Bu durum, ulusal güvenlik paradigmasının olmadığını gösterir. Ancak ulusal güvenlik dâhilinde zamanın gerekliliklerine göre değişen taktikler vardır ve taktikler genellikle kısa vadeli ve değişken tutumlardır.
İşte bu temel yasaya göre; Türkiye’nin Barzani ve bütüncül olarak Kürt meselesindeki değişikliği olacaksa bunun milli menfaat dâhilinde düzenlenmesi gerekir. Ancak bu yöndeki düzenlemelere ilişkin kamuoyunu ikna etmek, özellikle yükselen milliyetçi trendin yaşandığı bir ortamda hiç de kolay olmayacaktır.
Bu bölümde bu girişin yapılmasının sebebi, devletin Kuzey Irak ve Kürt politikasında değişikliğe gittiği yönündeki sinyali vermesinden kaynaklanmıştır.
22-23 Kasım tarihlerinde Norveç’in Oslo kentinde “Çatışma Çözümlerine Toplumsal Katılım” başlığı ve “Akiller Heyeti Deneyimini Düşünmek” alt başlığıyla bir toplantı düzenlenmişti. Bu toplantıya katılanlar arasında ana gövdeyi Çözüm sürecinde oluşturulan Akil İnsanlar Heyeti’ne mensup olanlar oluşturmaktalardı;
Akil İnsanlar Heyetinin Akdeniz bölgesi üyeleri; aktör Kadir İnanır ve İnsan Hakları Derneği Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan; Marmara Bölgesi üyesi Prof. Ali Bayramoğlu; Güneydoğu Anadolu Bölgesi üyesi avukat Mehmet Emin Ekmen; İç Anadolu Bölgesi üyesi Dicle Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Vahap Coşkun, Karadeniz Bölgesi üyesi ve Karar gazetesi yazarı Yıldıray Oğur; Güneydoğu Anadolu Bölgesi üyesi Mazlum-Der Eski başkanı Ahmet Faruk Ünsal; Doğu Anadolu Bölgesi üyesi, AKP’nin eski Diyarbakır Milletvekili Abdurrahman Kurt.
Çözüm Süreci döneminde Akil İnsanlar, bir çözüm geliştirmekten çok aslında kamuoyunun tepkisiyle karşılaşmıştı ve bu sürece hiçbir pratik katkıları dokunmamıştı. Yine heyet üyelerinin üstelik yabancı bir sivil toplum kuruluşu bünyesinde Türkiye ile ilgili meseleyi tartışacak olmaları, yanlış ve bu meseleyi lobiler nezdinde en azından onların da yer almalarıyla yürütecek bir süreci işaret etmektedir.
Akil İnsanların yeniden belirmeleriyle başlayan bir dönem, diğer gelişmelerle devam etmiştir:
29 Nisan’da Irak’ta bulunan Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, aynı zamanda Irak Kürt Bölgesel Yönetimi Başkanı Neçirvan Barzani ile görüşmüştür. Bu görüşme, 25 Eylül 2017 referandumundan sonra Türkiye tarafından Kuzey Irak bölgesine gerçekleştirilen en üst düzeydeki ziyareti ifade etmektedir.
İlerleyen günlerde Abdullah Öcalan, 2 Mayıs tarihinde avukatlarıyla görüşecek ve bu durum 6 Mayıs tarihinde gündeme taşınacaktır. Bu haber basında genel olarak “Öcalan 8 Yıl Sonra Avukatlarıyla Görüştü” puntolarıyla yer bulmuştur. Bir mahkûmun avukatlarıyla görüşmesinde bir sakınca yoktur. Ancak Öcalan’ın bu görüşmeleri gerçekleştirmesi, sıradan bir olay değildir. Çünkü her görüşmenin aynı zamanda ülke nezdinde siyasi sonuçları da olacaktır. Nitekim görüşmenin açıklanmasıyla beraber Öcalan’ın görüşlerinin siyaseti etkilemeye yönelik olduğu anlaşılmıştır. Aslında Öcalan’ın demokratik siyaset vurgusu, bir cümleden ibaret değildir, çünkü bu demokrasinin neyi ifade edeceği belirtilmemiştir. Ayrıca Suriye Demokratik Güçleri’nin, Suriye’nin bütünlüğü dâhilinde ve anayasal düzenlemelerle yerel demokrasi dâhilinde çözümüne ilişkin niyet beyanı, parçalı Suriye’den taraf olduğunu göstermektedir.
SDG, her ne kadar adından demokratik ifadesi bulunsa bile terör örgütü YPG’nin isim değiştirmiş halinden başka bir yapılanma değildi. Bu teklif ise ABD’den gelmişti. ABD’nin önemli düşünce kuruluşlarından Aspen Enstitüsünün Colorado eyaletinde Temmuz 2017’de gerçekleştirilen yıllık güvenlik toplantısında konuşan ABD Özel Kuvvetler Komutanı Raymond Thomas, terör örgütü PKK/PYD ile ilgili açıklamalarda bulunmuştu:
“Onlar kendilerine resmi olarak YPG diyorlardı ki Türkler, bunun PKK ile aynı olduğunu söylüyor ve ‘Benim terörist bir düşmanımla muhatap oluyorsunuz, bunu müttefik olarak nasıl yapabilirsiniz?’ diyordu. Biz de bunun üzerine onlara isimlerini değiştirmeleri gerektiğini söyledik. Mesela, YPG dışında kendinizi nasıl adlandırmak istersiniz? Bir gün sonra adlarının ‘Suriye Demokratik Güçleri’ olduğunu ilan ettiler. Adlarının ortasına ‘demokratik’ ifadesini koymalarının zekice bir hamle olduğunu düşündüm. Bu, onlara bir miktar itibar sağladı.”
Bu odakların tasarladıkları yönetim biçimi, bir devlet sınırları içerisinde kendi parlamentosu ve kolluk birimi olan özerk yönetim modelinin ötesinde anlamları içermektedir. Çünkü özerk birimler, bir dış politika ya da savunma girişimi tesis edemezler. Ancak daha şimdiden PKK-YPG-Barzani gibi odaklar, diplomatik seviyelerde ilişkiler kurmakta zorlanmamaktadırlar.
Yeni bir çözüm süreciyle ilgili siyasi milliyetçilerin ne düşündükleri çok önemliydi. Çünkü milliyetçiliğin yükselmesi bir tarafa, MHP aynı zamanda iktidar partisi AK Parti ile aynı blokta yer almaktaydı. Devlet Bahçeli, yaptığı açıklamada “Öcalan avukatlarıyla görüşebilir” dedi ve bu meselenin önünde en önemli pürüzlerden görülen bir durum aşılmış olundu.
16 Mayıs 2019 tarihinde Adalet Bakanı Abdülhamit Gül; “Öcalan hakkında avukatlarıyla görüşme kısıtlılığının kaldırıldığını ve avukatlarıyla görüşme imkânının getirildiğini” açıkladı.
22 Mayıs 2019 tarihinde ise avukatları Öcalan ile 20 gün aradan sonra yeniden görüşme gerçekleştirdi.
Bu sürecin ne biçimde devam edeceği ise yaşanan gelişmelerden okunuyordu. Bu süreçte Avrupa Parlamento heyeti Suriye’nin kuzey bölgesine bir ziyaret gerçekleştirmiş ve kapalı bir görüşme yapılmıştı. Akil İnsanlar heyetinde yer alan Vahap Coşkun ise BasNews’da yer alan mülakatında bu konuları ihtiva eden yorumlar yapıyordu:
“…Suriye’de şöyle bir durum var. Hem ABD, hem de Rusya, Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna operasyon yapılmasına izin vermiyor. Yine hem ABD, hem de Rusya, Suriye’de bir Kürt bölgesinin olması konusunda fikir beyan ediyor. Hatta Rusya, hazırlanan yeni anayasa taslağında bunu çok açık bir şekilde ifade etti. ABD’nin niyetinin bu olduğu da açık bir şekilde görülüyor. Dolayısıyla Türkiye, Suriye siyasetinde belirli bir sınıra gelmiş ve belirli arayışlar içerisinde. Bu arayışlar bağlamında Suriye Demokratik Güçleri ile bir görüşme ve temasının olduğunu görüyoruz. Daha önce çeşitli kaynaklardan buna yönelik öneriler gelmişti. Pentagon yöneticisi Türkiye ile Suriye Demokratik Güçleri arasında bir görüşmenin olduğunu ifade etmişti. Daha sonra Suriye Demokratik Güçleri ve PYD yetkilileri, Türkiye ile aralarında dolaylı bir görüşmenin olduğunu ifade etti. Hem bu diplomatik gelişmeler, hem de medyada yer alan haberler, teması gösteriyor. Bu konu da, durum ile yakında ilintili.
2002-2015’teki çözüm süreci de Suriye ile bağlantılı başlamıştı. Çünkü Ortadoğu’da son derece önemli gelişmeler yaşanıyordu. Yeniden dengeler kuruluyordu. Türkiye’de devlet aklı Ortadoğu’nun yeniden şekillendiği dönemde bu gelişmelere güçlü bir şekilde karşılık vermek istedi. Güçlü bir şekilde durmanın yolu da içeride Kürt meselesini çözmekti. Dolayısıyla genelde Ortadoğu’da özelde Suriye’deki gelişmeler yeni bir sürecin başlaması konusunda devleti harekete geçirdi. Ancak Suriye ile bağlantılı olarak başlayan çözüm süreci yine Suriye’ye bağlantılı olarak çöktü. Devletin ve PKK’nin Suriye’de izlenecek olan siyaset konusunda bir mutabakata varamamaları, ortak bir noktada buluşamamaları, çözüm sürecinin çökmesine yol açtı. Eğer tekrar bir süreç başlayacaksa, bu ancak Suriye’de belirli bir noktada buluşmakla mümkün olabilir. Dolayısıyla Suriye’deki gelişmeler, içerideki sürecin başlamasında belirleyici olacaktır.”
Coşkun’un görüşleri, şüphesiz kişiseldir. Ancak bu meselenin uluslararası lobiler nezdinde rasyonel bir boyutunu da vurgulamıştır. Buna göre;
1) Suriye’de otonom ancak bağımsız gibi hareket eden bir Kürt Devleti yapılanması olacaktır.
2) Suriye’deki yapılanmayla ilgili olarak ABD ve Rusya, belirli müştereklerde mutabık kalacaklardır.
3) Türkiye’de bir süreç başlayacaksa bu, Suriye ve Türkiye dışındaki Kürt siyasetiyle de ilgilidir. O zaman Türkiye’deki sürece başka devletlerin müdahil olmaları da kaçınılmazdır.
Görüldüğü gibi Türkiye’de yaşanan yeni siyasi atmosfer, sadece tekrarlanan İstanbul seçimlerine yönelik olarak Ak Parti ile küskün Kürtleri barıştırmaya yönelik dönemsel bir seçim söylemi değil, daha uzun süreli ve çok boyutlu konjonktürel durumu ifade etmektedir.
HDP Eş başkanı Sezai Temelli aynı günlerde “Yeni bir sürecin başlayacağını ancak bunun Ak Parti ile değil barış isteyen toplum ile başlayacağını” ifade ederek yeni sürecin başlamasında HDP’nin taraf olduğunu ifade etmekle kalmıyor, iktidar partisini uyarıyor ve “barış isteyen toplum süreç başlatacak” diyerek muhtemelen sivil itaatsizlik durumuna varacak eylemler noktasında da hazırlandıklarını belirtiyordu.
PKK’nın uyguladığı terörist yöntemler, güvenlik güçlerince her daim bastırılmış ve kontrol altında tutulmuştur. Ancak kitlesel bir sivil itaatsizlik eyleminde devletin ve güvenlik güçlerinin nasıl bir tedbir alacağı belirsizdi. Çünkü en kapsamlı sivil itaatsizlik olayı olan Gezi eylemlerinde bile toplum oldukça bunalmıştı. Şimdi daha bölgesel ve sürekli devam edecek eylemler, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ne aykırılık teşkil etmektedir.
HDP Milletvekili Ali Kenanoğlu’nun ise katıldığı bir televizyon programında “İktidar Partisi ile görüşüyoruz” söylemi, meseleyi bambaşka bir mahiyete sevk etti. Ancak 30 Mayıs tarihinde toplanan Milli Güvenlik Kurulu, toplantı sonrası yaptığı açıklamada:
“Milli birlik ve beraberliğimiz ile bekamızı tehdit eden PKK/PYD-YPG…
Kuzey Irak’ta yuvalanan PKK terör örgütüne karşı başarıyla yürütülen Pençe Harekâtı kapsamlı şekilde ele alınmıştır.”
gibi konuları gündeme getirmiştir.
PKK’nın özellikle Kandil yapılanmasından, aralarında çıkar çatışması bulunan Barzani grubunun da bir süredir rahatsız olduğu bilinmekteydi. Irak-Duhok’ta Türk Askeri Üssü’ne PKK tarafından saldırı gerçekleştirdiğinde Neçirvan Barzani, sorumlunun PKK olduğunu belirtmişti:
“Sınırlarımızı kullanarak komşularımıza yönelik güvenlik tehdidi oluşturulmasının bedelini Kürdistan Bölgesi halkı ödüyor… PKK topraklarımızı kullanarak komşularımızı vuruyor, bunun bedelini de halkımız ödüyor…”
diyerek PKK ile çıkar çatışmalarının olduğunu açıkça göstermiştir. IKBY seçimleri neticesinde başkanlığa seçilen Neçirvan Barzani’nin, Türkiye’de yaşanan “Çözüm süreci mi geliyor” evresine denk geldiğini belirtmemiz gerekiyor. MGK açıklaması gününe denk gelen seçim sonrasında ise Cumhurbaşkanı Erdoğan, Barzani’yi arayarak tebrik etmiştir.
Erdoğan İstanbul-Eyüpsultan mitinginde ise “Kürdistan’ı çok sevenler, Kuzey Irak’taki Kürdistan bölgesine defolsunlar oraya gitsinler” diyerek dolaylı yoldan Kuzey Irak yönetiminin tanınacağının mesajını vermiştir. Bu durumda, 25 Eylül 2017 yılında Barzani öncülüğünde gerçekleştirilen ancak sembolik olmaktan öte bir anlamı henüz ifade etmeyen -nabız yoklaması- bağımsızlık referandumu öncesi ve sonrasında, Türkiye’nin gösterdiği tepki ile şimdiki vaziyeti farklılık göstermekteydi.
YSK tarafından İstanbul yerel seçimlerinin tekrarlanması kararından sonra, 23 Haziran 2019 İstanbul seçimlerine yalnızca birkaç gün kala Ali Kemal Özcan adlı bir akademisyen, İmralı’da terörist Abdullah Öcalan ile görüştüğünü ve kendisinin bir mektup yazdığını açıklayarak bu görüşleri kamuoyu ile paylaşmıştı. Öcalan, 1,5 sayfalık mektubunda özetle HDP’ye tarafsızlık çağırısında bulunmuştur:
“… HDP’de vücut bulan demokratik ittifak anlayışı güncel seçim tartışmalarına taraf ve payanda yapılmamalıdır. Demokratik ittifakın önemi ve tarihsel anlamı mevcut ikilemlere kendini angaje etmemesi şimdiye kadar olduğu gibi seçimlerdeki tarafsız çizgisinde ısrar etmesidir. Demokratik uzlaşı, özgür siyaset ve evrensel hukuk üçlü sacayağına dayalı çizgi en doğru ve sonuç üretici siyasi platform durumundadır. İlgili tüm çevreleri bu temelde duyarlı olmaya çağırıyorum…”[1]
Bu gelişme, Abdullah Öcalan’ın, kardeşi Osman Öcalan tarafından TRT Kürtçe kanalına verilen röportajla aynı günlere denk gelmiştir. Siyasi milliyetçiliğin en büyük temsilcisi MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise Abdullah Öcalan’ın mektubunu “HDP istismarına yönelik bir hamle” olarak değerlendirmiştir.
Siyasi milliyetçi vizyon, bu durumu Öcalan’ın Türk Devleti’nin kontrolünde olduğu teorisi üzerinden yorumlamaktadır ve bu teorinin sonucuna göre Öcalan’ın ifadeleri, bir anlamda devletin ifadeleridir. Zaten Ali Kemal Özcan da, Öcalan ile görüşmesini Devlet’in kararı olarak aktarmıştır.
Ancak siyasi milliyetçi tahayyüldeki bu teori, sağlıklı değildir çünkü şu anda bir cezaevinde bile olsa Öcalan teröristtir ve teröristler devletler tarafından devşirilseler bile kamuoyu önünde yankı uyandıracak ve kamuoyunu günlerce meşgul edecek açıklamalarda bulunamazlar. Bu siyasi mantığın yanlış bir aritmetik üzerine oturtulması, ilerleyen süreçte; FETÖ’cüler, DHKP-C, YPG gibi terör odaklarının kurucu veya yöneticileri için de günü geldiğinde “Devletin teröristi” muamelesinin yapılmasının önünü açacaktır. Kurumsal bir devlet mekanizması, bu tip söylentileri oluşturacak eylemlere imza atmaz. Böyle bir mektubun İstanbul yerel seçimlerinden birkaç gün evvel bir akademisyen tarafından “Öcalan yerli ve millidir” açıklamasıyla duyurularak paylaşılması, devlet ve millet refleksine yönelik örtülü operasyondur ve bu operasyon, uzatılmadan noktalanarak doğru bir hamlede bulunulmuştur.
Türkiye’nin yeniden bir Kürt politikası geliştirmesinin gerekçeleri neler olabilir? İç siyaset ile kısıtlanamayacak kadar bölgesel olan bu durum ile ilgili kısa sürede pek çok gelişme yaşanmıştır. Ancak Türkiye’nin söylem ve eylem değişiklik sebepleri ve teorileri üzerinde durmamız gerekiyor. Bu teorileri şöyle sıralayabiliriz:
İran Savaş Senaryosu Teorisi: ABD, 1979 İran İslâm Devrimi’nden itibaren İran’ı hedef göstermeye başlamış, hatta bu konuda Türkiye ile İran’ı karşı karşıya getirmek isteyecek senaryolar tertip etmişti. Gerek 1990’lardan itibaren Türkiye’de yaşanan aydın cinayetleri, gerekse 1995’te iktidar olan Refah Partisi’nin, İran ile ilintili gösterilmesiyle “Türkiye’nin zinde kuvvetlerine”[2] mesaj verilmiştir. Ancak Türkiye, klasik, mesafeli ve dengeli politikasını değiştirmemiş ve komşusuyla sıcak bir çatışmanın içerisine girmemiştir.
Donald Trump’ın ABD Başkanı seçim sürecinde ise seçim konuşmaları arasında “İran değişmezse askeri güç uygulayacağız” beyanatı meselenin ciddiyetini bir kez daha ortaya koymuştur. ABD, İran’a konvansiyonel bir müdahalede bulunmayabilir çünkü bunun her bakımdan maliyeti, ABD için de fazla olabilir.
Başkan seçilen ve Amerika’daki silah-ordu lobisiyle yürüyen Trump’ın İran nükleer anlaşmasından da çekilmesi, ikili ilişkilerin yumuşamayacağını göstermişti. O zaman geriye kalan geçerli seçenek, İran içerisindeki muhalif ve silahlı grupları organize biçimde sahaya indirmekti. İran’da 8,5 milyon Kürt yaşamaktadır ve Kürtlerin militerize bir muhalif hareketi içerisinde yer alması da olanaklıdır. Eğer Türkiye, İran kuşatmasında yer almayı kabul ettiyse, silahlı muhaliflerin en azından Kürt kanadını organize etmede sorumluluk üstlenebilir.
İran’ı İzoleden Kurtarma Senaryosu Teorisi: Avrasyacıların sık işledikleri tezlerden birisi Türkiye’nin bölge ülkeleriyle birlikte bir inisiyatif üstlenmesidir. Burada ilk akla gelen seçenek ise Türkiye-İran-Rusya üçlüsünün dayanışmasıyla başta Amerika olmak üzere batılı devletleri bölge kuşatmasını kaldırmaya ve sınırlarına çekilmeye zorlamaya yönelik girişim olacaktır. O halde Türkiye, yeni bir süreç ile PKK’yı Barzani ile sıkıştırabilir ve İran kolunu da pasifize ederek İran Kürtlerini de bu bölgesel beraberlik içerisine katabilir.
Türkiye Barzani Entegrasyonu Seçeneği Teorisi: Türk siyasetindeki ütopik vizyonlardan birisi, hatta belki de birincisi; Musul ve Kerkük’ün sınırlar dahiline katılmasıdır. Bu teori, Sovyetler Birliği’nin dağılma, ABD’nin ise yoğun olarak Ortadoğu’ya yayılma evresinde Türkiye’de yeniden gündeme taşınmıştır. Bu dönem, Turgut Özal zamanına denk gelmiştir ve Özal’ın Barzani grubuna pasaport vermesi, aslında bu stratejinin ilk adımı olarak temellendirilmiştir. Ancak Özal’ın hayatını kaybetmesi ve sürecin olumlu bir seviyede ilerlememesi, bu teorinin havada kalmasına sebebiyet vermiştir.
Günümüzde de böyle bir ilhak, hem mümkün değildir hem de mantıklı durmamaktadır. Ancak Türkiye’de başlatılacak yeni bir demokratik reform önerisi ve Kürt siyasetinin genel olarak gündemde daha fazla yer bulması, Kuzey Irak ile ilişkileri de yeniden canlandırabilir ve 25 Eylül 2017 bağımsızlık referandumu dönemindeki Türkiye ile oldukça farklı bir Türkiye modeli ortaya koyulabilir. Böylece ekonomik entegrasyon tamamlanabilir ve Türk iş sahasının bir bölümü Kuzey Irak bölgesine kayarak büyüme eğilimi gösterebilir. Ancak bu süreçte gelecek siyasi talepleri, Türkiye karşılamak ve iç kamuoyunu ikna ederek ortaya koymakla yükümlü olacaktır.
Bölgesel Yeniden Yapılanma Teorisi: Buna göre; Türkiye’de başlatılacak yeni bir demokrasi reformu ile PKK’nın siyasal talepleri ve siyasallaşma sürecinin karşılanması beklendiği gibi, Kuzey Suriye bölgesi durumunda da Türkiye’nin sembolik açıklama yapmaktan öteye gidemediği görülecektir.
Ayrıca Kuzey Irak resmi olarak tanınmasa bile ilişkiler devam ettirilecek ve bölgenin, Irak merkezi yönetimi ya da İran yanlısı milisler ile sert çatışma yaşaması durumunda Türkiye’nin de ağırlık ortaya koyması istenecek, Türkiye, Merkezi Irak yönetimi ve İran ile aynı anda karşı karşıya gelebilecektir. Bu model, bölgenin yeniden yapılandırılmasıdır ve İran’daki demografik eğilimlere de sirayet edecektir. Kürt Baharı’nın Ankara merkezli ya da destekli başlatılması, aslında en büyük zararı Türkiye’ye verecektir.
Türkiye’nin yeni bir demokrasi reformu gerçekleştirmesi, etnisite, din ya da ideoloji etiketi bulundurmaksızın çağın gereklilikleri, milletin sosyal karakteri ve devletin de hassas noktaları ortaya koyularak mümkün olabilir. Bu bağlamda devlet, Kuzey Irak ile de ilişkiler tesis edebilir ancak o zaman uzun vadeli bir ulusal strateji belirleme yükümlülüğü bulunmaktadır.
AK Parti döneminde toplanan MGK görüşmelerinin basın açıklamalarından anladığımız kadarıyla Irak, Türkiye ile ilgili milli güvenlik ekseninin bir numarasında yer almaktadır. Tabi ki güncel gelişmelere göre toplantılarda ele alınan konular da değişecektir. Ancak güvenlik kompleksinin üst sıralarında özellikle kara güvenliği hususunda Irak yer almayı sürdürecektir. Buna göre Türkiye dışında yer alan kurum ve kuruluş merkezli süreç, her ne olursa olsun Türkiye’nin menfaatlerini zedeleyen gelişmeleri gündeme getirecektir.
Önceki çözüm sürecinde devletin muhatap aldığı yerel dinamikler dışındaki aktörlerin samimiyetsizlikleri ve Barzani grubunun realist siyaset çizgisi “kalındığı yerden devam etme” seçeneğinin milli vicdanı yaralamasının yanında, yeni bir Türk tepkisini doğurmayı başaracaktır.
Bu yönde bir girişim, Kürt siyaseti üzerinden Türkiye aracılığıyla “Kürt Baharı” başlatmak isteyen grupları ise “Türk Baharı” ile karşı karşıya bırakacaktı. Kontrollü gerilim stratejisi, aslında silah ve profesyonel baskı grupları ile bunlar aracılığıyla birtakım devletleri besleyecek eşsiz bir fırsat sunardı.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, iç ve dış politikada potansiyeli doğrultusunda adımları atmayı uygun bulmuştur. Yaklaşık altı ayı kapsayan bir süreç, “Yeni Çözüm Süreci”ne evrilmemiştir ve İçişleri Bakanlığı tarafından, Diyarbakır, Mardin, Van Belediye Başkanlarının görevlerinden uzaklaştırılmaları ile birlikte bu belediyelere kayyumların atanmaları, milliyetçilerin ve ulusalcıların olumlu tavırlarıyla karşılanmıştır.
Fırat’ın doğusuna kapsamlı bir askeri harekât gerçekleştirme ihtimâlinin azalması, Suriye’nin kuzey bölgesinde Türkiye ve ABD öncülüğünde güvenli bölge çalışmaları ile beraber Şanlıurfa’da müşterek harekât merkezinin oluşturulması, Türkiye’nin Kürt meselesinde dış ilişkiler nezdinde Barzani ile diyalog kanallarının açık tutulacağını göstermiştir.
Onur DİKMECİ
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız
______________________________________
Dipnotlar:
[1] Bu bilimsel analizin tam olarak oluşturulabilmesi için olayların ve beyanatların yer verilmesi, okuyucunun zihinlerinde soru işaretlerinin bırakılmaması ve sonrasında oluşturulacak analizlere kaynaklık etmesi bakımından zaruridir. Ancak gelişmiş güvenlik kültürünün hâkim olduğu bir ülkede bilimsel analiz mecburiyetinin ötesi ve dışına taşan, terörist görsel, açıklama, beyanat gibi unsurlarının tam metin olarak sunulması doğru değildir. Bu sebeple terör örgütü kurucusu ve yöneticisi Abdullah Öcalan ve Osman Öcalan gibi kişilerin beyanatlarına tam metin olarak yer verilmemiştir.
[2] Zinde Kuvvet tanımı, 1970’lerin başında, Türkiye’de sosyalist ekonomiye dayalı, ulusalcı ve Kemalist bir devrim yapmak isteyen asker ve sivil kişilerin oluşturduğu bloğu tanımlamak için kullanılır. Günümüzde ki ultra liberallerin bu bloğa yükledikleri misyon, milliyetçi ve ulusalcı hassasiyetleri olan halktan ziyade bürokrasi içerisindeki kişileri tanımlamaya yönelik geliştirdikleri kavramdan ibarettir. Bu çalışmada yer bulan biçimi ise 1970’lerin ulusalcı ve milliyetçi ruhundan beslenen ancak askeri darbeyi araç yerine en son başvurulacak yöntem olarak düşünen bu bakımdan re-organizesini gerçekleştirmiş, seküler karakterli ulusçuluk refleksidir.