Geçtiğimiz günlerde yeni yaptırımların uygulanmasının karara bağlandığı İran meselesi, Trump yönetiminin git gide sertleşen politikalarıyla birlikte iyice kızışıyor.(1) Aslında Trump yönetiminin politikasının sertleşeceği (ve daha da sertleşebileceği) beklenen bir durumdu. Ağustos ayında konuyla ilgili yazdığım “İran Meselesi ve ABD’nin Sertleşen Politikalarına Bakış” başlıklı makalemde buna işaret etmiş ve ABD’li yetkililerin açıklamalarına yer vermiştim.
Hatırlanacağı gibi 7 Ağustos’ta da ABD, yeni yaptırımlarla İran meselesinde mesafe almayı umuyordu. Nükleer antlaşmadan da çekilen ABD’nin İran’ı ve İran Rejimini dizginlemek istediği açıktı. Bunun nedenlerine baktığımızda; ABD’nin Ortadoğu’da istediği düzende kendisine engel olarak gördüğü, İslam Bloğu yaratma iddiasıyla ortaya çıkıp Rusya ve Çin ile ittifak kurma yoluna evrilmiş olan İran İslam Rejimini değiştirmek istemesi en başta öne çıkacaktır. Ayrıca ABD’nin ve diğer büyük güçlerin yeni bir nükleer güç ve tehdit istememesi de bunda etkilidir.
Öte yandan İran; Birleşik Devletlerin demokrasi, insan hakları ve liberal düzen gibi bayraktarlığını ve savunuculuğunu yaptığı iddiası için de bir tehdittir. İran İslam Cumhuriyeti, kurduğu teokratik düzen ile baskıcı ve antidemokratik bir yönetim sergilemekte, küreselleşmeye ve liberal düzene meydan okumaktadır.
Daha önce de ifade ettiğim gibi bu konjonktürde İran’ın önünde kısıtlı seçenekler vardır:
İran, dış politikasında Ruhani ve Zarif’in temsil ettiği uzlaşmacı ve yumuşak siyaseti devam ettirip AB ülkeleri ile antlaşmayı sürdürecek ve ambargoları hafifletmeyi hedefleyebilirdi. Ancak ABD’nin git gide artan baskıları ile bu politikayı destekleyenlerin İran içerisindeki gücü azaldı. ABD’nin artan ekonomik yaptırımları ve giderek kötüleşen yaşam koşullarında artan huzursuzluk gösterilerek, “sizin politikalarınız işe yaramadı” denildi.
Ancak ben, yine de bu politikanın tamamen tükendiğini söylemek için henüz erken olduğu düşüncesindeyim. Özellikle İran’daki reformistlerin bu süreçte farklı mevzuları gündeme getirerek var olan kötüye gidişin, aslında artan askeri harcamalardan ve yolsuzluklardan ötürü olduğunu vurgulamaları da bu süreçte kaçınılmazdır. Ayrıca sık sık gerçekleşen baskıcı rejime yönelik yapılan protestoların da halk nezdindeki huzursuzluğun bir başka boyutuna işaret ettiği, reformistler tarafından kullanılabilecek bir argümandır. Özellikle bu eleştirilerin ve tartışmaların İran’da yaklaşan seçim dönemiyle birlikte alevleneceğini öngörmek hiç de zor değildir.
Öte yandan İran’ın önündeki diğer bir seçenek ise; halkını mobilize ederek radikalleştirmek ve direnç gücünü arttırmak, Ortadoğu’da istikrarsızlaştırma hamleleri sergilemek ve Hürmüz’de gerçekleştirebileceği sabotajlarla dünya petrol ticaretine tehdit oluşturmak gibi bazı politikalardır.(2) Bu politikaların işe yarayıp yaramayacağı ise tartışmalıdır.
Öncelikle benim İran’daki bağlantılarımla yaptığım görüşmelerde, halkın içerisindeki huzursuzluğun boyutlarının çok yüksek olduğu, devrim yanlılarının bile artan ekonomik darlığa tahammül etmekte zorlandığı, kutuplaşmanın daha da yükseldiği gibi bazı bilgilerin öne çıktığını ifade etmeliyim.
Bu durumda halkı mobilize etmek ve direncini sağlamak oldukça zor olacaktır. Zaten İran’da Devrim karşıtı milliyetçi Kürt, Türk ve Arap kesim, Mollaların halkı mobilize etme girişimlerine pek kulak asmıyor ve ciddiye almıyordu. Şimdi ise Devrim yanlıları içerisinde hukukun üstünlüğünü, ılımlı politikaları ve evrensel değerlerin önemini savunan kesim de İran yönetimini ciddiye almamakta ve sesini yükseltmeye başlamaktadır.
Diğer yandan İran’ın petrol ticaretine veya Ortadoğu’ya yönelik istikrarsızlaştırma girişimleri, ABD dışındaki ülkelerin de tepkisini çekecektir ve İran, uluslararası camiada iyice köşeye sıkışacaktır. Bu noktada İran’ın Ortadoğu’da istikrarsızlaştırma stratejisinin işe yarayacağını beklemek de pek mümkün değildir. Çünkü İran’ın etkin olabileceği hemen her bölgede (Yemen, Suriye, Irak, Filistin) halihazırda bir istikrardan bahsedilemez (İstisna olarak, diğer bölgelerle karşılaştırıldığında kısmen Lübnan’dan bahsedilebilir. Ancak Lübnan’da da Suriye’deki savaştan sonra dönecek olan savaşçıların durumu ve ülkede aşırı kırılgan siyasi yapı çeşitli teorileri ve hazırlıkları gündeme getirmektedir). Kaldı ki İran’ın bu bölgeler için fazla kaynağı da bulunmamaktadır.
Bu konjonktürde büyük bir kültürel birikimi ve devlet geleneği olan, tarihi ve doğal güzellikleri ile büyüleyen ve tam bir edebiyat dili olan Farsçasıyla insanın ruhuna iyi gelen İran’ın büyük bir bataklığa dönüşmesi, insanlık için büyük bir kayıp olur.
Stratejik açıdan bakıldığında ise İran’dan göçecek olan seküler sığınmacılar (3 milyon gibi sayılar anılmaktadır), Afgan sığınmacılar ve Kürt sığınmacılar, pek çok ülke için hesap edilmesi gereken bir unsurdur.(3) Ayrıca Ortadoğu’daki ateş çemberine yeni bir ülkenin daha eklenmesi, hele ki bu ülkenin Basra Körfezi gibi stratejik bir konumu kontrol ediyor olması, herkese kaybettirir. Kısacası, İran’da çıkacak olan bir karışıklık;
-daha da istikrarsızlaşan bir Ortadoğu’yu
-yeni sığınmacı akınını
-kaybedecek bir şeyi olmadığı psikolojisiyle Hürmüz’ü alt üst eden bir İran’ı
-petrol rezervlerinde önemli bir azalmayı beraberinde getirecektir.
Hiç şüphesiz bunun hiç kimseye faydası olmayacaktır. Zaten bu sebeple de bütün taraflarda akl-ı selim olan kesimler, bu senaryo ile mücadele etmektedir. ABD’de çeşitli kuruluşların bu sona gidilmemesi için öneriler sunduğu bilinmektedir. İran’da ise sindirilen ancak oldukça güçlü olan Hatemi gibi reformist kanat ve seküler kesim, hukukun üstünlüğünü ve evrensel değerleri savunmaktadır. Yine AB’nin genel pozisyonu ise İran meselesinin diplomatik olarak çözülmesi şeklinde olduğu izlenimini uyandırmaktadır.(4)
Türkiye’nin konumu ise bu meselede oldukça önemlidir. Türkiye’nin İran meselesinde önceliği, bir komşusunun daha karışıklık içine düşmemesi ve uluslararası kamuoyundan kopmaması olmalıdır. Türkiye, demokratik bir hukuk devleti olarak her daim evrensel değerlerden yana tavır sergilemeli, hukukun üstünlüğünü vurgulamalı ve İran’da demokratik reformların yapılması taraftarı olmalıdır.
Ayrıca İran Türklerinin(5) haklarının iyileştirilmesi ve korunması da, ülkemizin önceliklerinden birisi olmalıdır. Bu noktada defansif milliyetçi bir politika izlenebilir.
Ayrıca diğer bir mesele ise sığınmacılar meselesidir. Ülkemizin yeni bir sığınmacı akınıyla karşı karşıya kalabileceği gerçeği de unutulmamalı ve her ihtimale karşı gereken hazırlıklar ve planlamalar yapılmalıdır.
İran, Türkiye için enerji ve ticaret noktasında da önemli bir partnerdir. Yine ayrılıkçı terörist gruplar için de zaman zaman ortak hareket edilebilecek stratejik bir ortaktır.
Bu nedenlerle Türkiye öncelikli stratejisini, çatışmayı önlemek ve diplomatik çözümü sağlamak üzerine kurgulamalıdır.
Haldun BARIŞ – Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğrencisi
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız
____________________________________________________________________
Dipnotlar
1) www.nytimes.com/2019/05/08/us/politics/iran-nuclear-deal.amp.html
2) www.reuters.com/article/amp/idUSKCN1SJ0PS
3) https://iramcenter.org/irandan-multeci-tehdidi/
5) https://sahipkiran.org/2017/08/26/iran-turklerinin-onemi/
[…] Bütün bunların yanı sıra İran’da olası bir siyasi rahatsızlık ya da eleştiri bildiren tüm muhalif unsurlar da şiddetle bastırılmaktadır. Bu durumun neticesi olarak ülkesini terk etmek zorunda kalan pek çok aydın, entellektüel ve sanatçı bulunmaktadır. (İran hakkında son meselelerle ilgili daha kapsamlı bilgi ve yorum için bkz: Abd-İran Gerilimi Ve Türkiye’nin Seçenekleri, Haldun Barış) […]
[…] Bütün bunların yanı sıra İran’da olası bir siyasi rahatsızlık ya da eleştiri bildiren tüm muhalif unsurlar da şiddetle bastırılmaktadır. Bu durumun neticesi olarak ülkesini terk etmek zorunda kalan pek çok aydın, entellektüel ve sanatçı bulunmaktadır. (İran hakkında son meselelerle ilgili daha kapsamlı bilgi ve yorum için bkz: Abd-İran Gerilimi Ve Türkiye’nin Seçenekleri, Haldun Barış) […]