Twitter Facebook Linkedin Youtube

KUŞÇUBAŞI EŞREF

Zafer TEKİN

Tarihin her dönemlerinde “hain, kahraman, yandaş” gibi sıfatlar bozuk para misali tedavülde bulunmuş ve kimi insana hak ettiği için, kimi insanı da itibarsızlaştırmak ve olduğundan farklı göstermek için kullanıla gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihten silinmesi aşamasında pek çok insan içinde söz konusu sıfatlar isnat edilmiş ve dönemin karmaşası içinde doğruluğu ve gerçekliği pekte dikkate alınmadan isnat edilen bu sıfatlar kimi zaman muhatabının üzerinde kalmış, kimi zaman “altın çamura düşse de değerinden bir şey kaybetmez” sözüne nazire yaparcasına bir anlam ifade etmemiştir. Kimi zaman da üzerinden yüzyıllar geçse de ne karşılık bulmuş, ne de reddedilmiştir.

Osmanlı’nın son büyük savaşının önemli karakterlerinden birisi olan Kuşçubaşı Eşref’te yukarıda kısaca değindiğimiz sıfatlardan nasibini alan isimlerden sadece birisidir. Sıra dışı karakteri, O’nun sıra dışı bir hayat yaşamasına sebep olmuş, akıllara durgunluk veren, insanın hayal gücünü bile zorlayan bir ömür sürmesine vesile olmuştur. “Sonunu düşünen kahraman olamaz” sözüne rağmen, Eşref hayatının her döneminde büyük kahramanlıklara imza atmıştır ama hayatı incelendiğinde asla “kahraman” olmayı düşünmemiştir. Yaratılış fıtratından kaynaklı hayat felsefesi O’nu hep büyük kavgaların içinde olmaya sevk etmiş, imkânsızlıklar içinde sıradan bir insanın aklına dahi getirmeyeceği rollerde baş aktör yapmıştır.

Kafkas göçmeni bir ailenin evladı olarak 1883 (bazı kaynaklara göre 1873) yılında İstanbul’da doğan Eşref, babası Mustafa Nuri Efendi’den dolayı “Kuşçubaşı Eşref” olarak anılmış ve tarihe bu isimle mâl olmuştur. Eşref’in babası Mustafa Nuri Efendi, o dönemde Osmanlı Sarayında Padişahın av işlerini düzenleyen Padişah ava çıktığında O’na refakat eden yaklaşık 40 kişiden oluşan birimde vazife almıştı. Kafkas göçmenlerinin Osmanlı Sarayında görev almaları çok eskilere dayanmakla birlikte, Mustafa Nuri Efendi de Sultan Abdülaziz döneminde bu göreve getirilmiş ve Sultan Abdülhamit Han döneminde de “Doğancıbaşı” diğer bir ifadeyle “Kuşçubaşı” olmuştur.

Çerkezlerin özellikle Ruslarla yaptıkları savaşlarda ön plana çıkan ve gelişen mücadeleci, haksızlığa tahammül edemeyen, sözünden dönmeyen, sadakate gösterdikleri ehemmiyet ve kavgadan yılmayan özellikleri Eşref”te de kendini göstermiş ve hayatının ilk yıllarından son anına kadar devam etmiştir.

Kuleli Askeri Lisesinde öğrenimine devam ettiği bir dönemde İmparatorluğun çeşitli yerlerinden gelip eğitim gören farklı etnik gruptaki talebeler arasında bir kavga çıkmış ve Eşref’te karakterine uygun olarak söz konusu kavgada başrollerde yer almıştır. Kavgaya karışan öğrenciler Devletin uzak noktalarındaki okullara gönderilirken Eşref İstanbul’un en yakınındaki okul olarak bilinen Edirne’ye gönderilmiştir. Eşref’i diğer öğrencilerden ayıran en önemli özellik babasının Saray’da ve Padişah’a yakın bulunmasıdır. Edirne’ye gönderilen Eşref’i askeri okulun müdürü biraz da gözünü korkutmak amacıyla yanına çağırır ve sorar;

-Neden buraya gönderildin?

Eşref cevap verir;

-Kuleli kavgası münasebetiyle,

Müdür devam eder;

-Burası Kuleli değil, hareketlerine dikkat et, ben insanın gözünü oyar, avcunun içine veririm”

Eşref daha çocuk yaşta bu tehditlere pabuç bırakacak bir mizaca sahip olmadığını gösterircesine müdüre cevap verir;

-Efendim, beni alaya gönderir, hapse atar ve istikbalime engel olabilirsin fakat gözümü çıkarıp avucuma koyamazsın!

İlerleyen süreçte Eşref babasının da nüfuzuyla yeniden Kuleli Askeri Lisesine dönmüş ve liseyi de buradan mezun olarak bitirmiştir. Eşref’in öğrencilik yıllarında evlerinde alışılmışın dışında birde misafirleri olmuştur. Sonraki yıllar Said-i Nursi olarak tanınacak bu misafir, uzunca bir süre Eşref’lerin evinde yatılı misafir olarak kalacak ve daha sonra kader onları Teşkilat-ı Mahsusa şemsiyesi altında tekrar birleştirecektir. Eşref, Kuleli Askeri Lisesinden sonra Harp Akademisini de kazanmış ancak babasının ve ailesinin Sultan Abdülhamit Han tarafından Arabistan’a sürgün edilmesi nedeniyle akademiden mezun olamamıştır. Diğer taraftan Arabistan dönemi Eşref için başka tecrübelere sebep olmuş ve sonraki hayatının şekillenmesinde ayrı bir referans noktasını oluşturmuştur.

Önce Mekke, daha sonra da Taif kalelerinde hapis hayatı yaşayan Eşref, Taif’teki kaleden firar etmiş ancak kısa süre sonra yakalanarak bu defa Medine’de ki askeri üste cezasını çekmeye devam etmiştir. Bu cezaları çekerken yine kendileri gibi Sultan Abdülhamit Han’ın sürgün cezalarına muhatap olan şahıslarla tanışmış,  başta Mithat Paşa olmak üzere dönemin önde gelen şahsiyetleriyle zaman geçirmiştir. Hemen tamamı Abdülhamit karşıtı olan bu şahıslarla geçirilen zamanlar ve içinde bulundukları şartlar, doğal olarak kendilerini Hamidi yönetime karşı düşünce tavırlarının da olumsuz yönde gelişmesine sebep olmuştur. Bunun yanında o dönem “tomruk”[1] olarak adlandırılan cezanın kendisine de uygulanması bardağı taşıran son damla olur ve Eşref kendisi için pekte zor olmayan bir planla mahkumiyetine son vererek Medine’den kaçar.

Yeni mekanı Necid çölleri olur ve bu uçsuz bucaksız yerlerde uzunca bir süre kalır. Bedeviler arasında yaşamaya başlamış, onlar gibi eşkıyalıkla hayatını idame ettirmiştir. Mükemmel şekilde silah kullanmaktadır, atletik vücudu ile yorulmak nedir bilmemekte, ata herkesten iyi binmektedir ve sanki bir yerli gibi develerin üstünde uzun yolculuklar yapabilmektedir. Bu sürede Arapça’nın bütün özelliklerine ve çöl hayatının da bütün gizemlerine vakıf olmuştur.  Kendisi farkında olmasa da, kaderi O’nu Osmanlı’nın büyük bir istihbaratçısı ve operasyon adamı olarak yetiştirmiştir. Daha o dönemde yerli Araplar arasında üstün meziyetlerinden dolayı “Kuşların Şeyhi, Uçan Şeyh” olarak nam salmıştır. Eşref’in bölgede efsaneye dönüşen faaliyetleri Sultan Abdülhamit’in de kulağına gitmiş ve Sultan’ın sık sık başvurduğu “af mekanizmasını” devreye sokmasına sebep olmuştur. 1905 yılında Padişah tarafından affedilen Eşref ve kardeşi Hacı Sami daha önce affedilen ve uslu durmaları karşılığında kendilerine bir ücret bağlanarak Ege Bölgesine gönderilen babalarının yanına gönderilecektir.

Söz konusu aftan önce, Arabistan Yarımadasının önemli simalarından Abdülaziz el Reşid, Eşref’e kendi hizmetine girmesi karşılığında reddedilmesi imkansız denilebilecek teklifler sunmuş ancak Eşref bu teklifi; “nihai amacım, velinimetim Osmanlı Sultanına hizmettir” diyerek reddetmiştir. Bu tür teklifler Eşref’in hayatının geri kalan kısmında yine tekerrür edecek, ancak sonuç daima aynı olacaktır.

Abdülhamit’in affını müteakip İzmir’e gelen Eşref ve kardeşi Hacı Sami, Sultan’ın kendilerine bağladığı maaş ile hayatlarını devam ettirirlerken, daha önce yaşadıkları hayat tarzından çok farklı olan tek düze ve sıradan hayattan sıkılmaya başlamışlardır. Zira sürekli hareket halinde ve aksiyonu yüksek faaliyetlerden bir anda durağan döneme giren hayat çizgileri, onlara göre değildir. Bu süreçte kendisi gibi Kafkas göçmeni olan Çerkez Ethem ve abisi Reşid’le yolları kesişecektir. Eşref sıkıldığı monoton hayatı terk ederek, dağlara çıkmış ve komitacılık yapmaya başlamıştır. Kısa sürede ünü tüm Ege bölgesine yayılacak ve hükümet her yerde Eşref’i ve çetesini aramaya başlayacaktır. Geçtiği köylerde halkı meydanlara toplayan Eşref kalabalığa şöyle hitap edecektir;

Ey ahali! Hükümet beni sorarsa saklamayın, geldiğimi söyleyin, dayak yemeyin, size dayak atan ve zulüm yapan olursa kulağıma gizlice fısıldayın. Allah kerim, elbet bir kolayını gösterir, zalimler cezasını bulur”[2]

Eşref’in Ege bölgesindeki faaliyetleri sadece Hükümetin değil, aynı zamanda kısa süre sonra İmparatorluğun parlayan yıldızı olacak Enver Bey’inde dikkatini çekecek niteliktedir ve kader bu ikilinin yollarını da kesiştirecektir. Bu dönemde Rumeli’ye de gidecek olan Eşref, orada Enver Bey ile yüz yüze tanışacak ve aralarındaki samimiyet ve sadakat her ikisi de vefat edinceye kadar devam edecek temeller üzerine inşa edilecektir.

Devletin sahip olduğu her noktaya amacının sadece muhatapları tarafından bilindiği birçok defalar seyahatler yapan Eşref, yine böyle bir seyahati sırasında Bitlis, Van, Muş civarında Enver Bey’den; “İtalyanlar Trablus’a saldırdı. Ben oraya gidiyorum, sana orada ihtiyacım var, hemen gel” diye bir telgraf almıştır ve apar topar Libya yollarına düşmüştür. Silahların Devlet adına ve vatan toprağı için konuşmaya başlayacağı bu yeni macerada yalnızda değildir Eşref. Yakın zamanın Teşkilat-ı Mahsusa’sı olacak “Fedai Zabitan” grubunun önemli silahşörleri arkalarına bakmadan Trablusgarp’ta Enver Bey’in komutası altında toplanacaktır. Bir döneme damgasını vuracak Kuşçubaşı Eşref, Süleyman Askeri, Sapancalı Hakkı, Yakup Cemil, İzmitli Mümtaz, Çerkez Reşid gibi önemli aksiyon adamları Enver Bey, Fethi Bey, Mustafa Kemal, Halil Bey gibi isimlerin komutası altında yerel halkla bütünleşip İtalyanları sahile hapsetmişlerdir ve Libya’nın içlerine girmelerine engel olmuşlardır. Her türlü imkansızlıklara rağmen uzun vadede başarı kesindir ancak diğer taraftan Balkan Harbi ile tüm Rumeli coğrafyası elden çıkmış ve payitaht İstanbul tehdit altındadır. Eşref ve arkadaşları için tüm yokluklara ve imkansızlıklara rağmen barut kokusu ve ölüm korkusu içinde verilen Trablusgarp Harbi saadettir ve bu saadet Balkan Savaşları ile son bulmuştur.

Balkan Savaşı Osmanlı için büyük bir hezimetle sonuçlanmış, Edirne dahil tüm Rumeli kaybedilmiştir. Bu durumdan acziyet içindeki dönemin hükümetini suçlayan Enver 10-15 kişilik arkadaş grubuyla Bab-ı Ali’yi basmış ve dönemin Başbakanının istifasını alarak yerine Mahmut Şevket Paşa’nın Başbakan olarak atanmasını sağlamıştır. Ancak Mahmut Şevket Paşa’da hain bir pusu ile katledilmiştir. İstanbul’da tam bir keşmekeş ve curcuna hüküm sürmektedir. Bu hercümerç içinde katilleri yakalamakta Eşref ve arkadaşlarına nasip olur. Filmlere konu olacak bir şekilde katillerin izini süren Eşref ve ekibi, faillerin Beyoğlu semtinde bir evde saklandıklarını öğrenirler ve operasyon için harekete geçerler. Evin çatısından açtıkları delikten içeri girerler ve katilleri yakalayıp adalete teslim ederler. Bu hadise tüm İstanbul halkının gözünde “Kuşçubaşı Eşref” in efsaneleşmesinde ve isminin dilden dile dolaşmasına sebep olur.

2. Balkan Savaşı sırasında Edirne’ye Enver Bey ile birlikte girmişler ve devamında Avrupa Devletlerinin açık tehditlerine İstanbul Hükümetinin uyarılarına Enver Bey’in de desteğiyle Batı Trakya’nın içlerine kadar giderek orada Batı Trakya Türk Hükümeti adında bir devlet kurmuşlardır. Zaman göstermiştir ki, Osmanlı’nın bu yiğit evlatları, hiçbir iç ve dış tehdite pabuç bırakmadan maddi ve manevi imkansızlıklara sığınmadan kanları ve canları pahasına mücadele etmişlerdir.

Balkan Savaşlarının akabinde çıkacak olan 1. Dünya Savaşında dünyanın dört bir yanına yayılan Teşkilat-ı Mahsusa’nın en önemli karakterlerinden birisi olacak Kuşçubaşı, zaman ve mekan tanımadan pek çok hadise de yine başrollerde olacaktır.

1. Dünya Savaşının en önemli hamlelerinden olan 1. ve 2. Kanal Hareketlerinde Cemal Paşa’nın organizasyonunda yer almışlar ve İngilizler’in Çanakkale’ye daha büyük kuvvetle yüklenmelerinin önüne geçilmesinde etkin rol almıştır.

Çanakkale Savaşlarının en sıcak günlerinde Mehmet Akif’in de içinde olduğu Teşkilat-ı Mahsusa ekibi, İslam dayanışmasını Osmanlı lehine kanalize etmek üzere Arabistan içlerine bir heyet gönderilmiş ve bu faaliyetinde ana omurgasını Kuşçubaşı Eşref Bey oluşturmuştur. Zira hayatının geçmiş döneminde Arabistan çölleri önemli bir yer tutan Eşref, heyete mihmandarlık yapmış, çöllerde yaşayan Arap kabilelerini Mehmet Akif’in etkili hitabet gücüyle etkilemeye yönelik faaliyetlerde bulunmuşlardır. Çanakkale Zaferi’ni Enver Paşa’dan “El Muazzam” İstasyonunda bir telgrafla alan Eşref Bey, bu müthiş haberi Mehmet Akif’le paylaşmış ve Akif’in meşhur “Çanakkale Şehitlerine” isimli şiiri de yine o günlerde, o coğrafya da kaleme alınmıştır.

Medine isyancı Şerif Hüseyin tarafından kuşatılmadan kısa bir süre önce şehirde bulunan paha biçilemeyen kutsal emanetlerin sağlam bir şekilde İstanbul’a naklinde yine O’nun büyük hizmetleri olmuştur. Ancak Kuşçubaşı Eşref’in 1. Dünya Savaşı sırasındaki en büyük hizmetlerinden birisi de Yemen’de mahsur kalan Türk askerine gönderilen yüklü miktarda ki paranın teslim edilmesinde üstlendiği görevdir. Zira Şerif Hüseyin’in Mekke’de isyan etmesi sonucunda Yemen’de ki Osmanlı Askeri ile merkezin irtibatı kesilmiştir. Kara ve deniz yolları kapalı olan bu bölgeye merkezden yardım gitmesi hemen hemen imkansızdır. Ancak Başkumandan Vekili Enver Paşa bu imkansız gibi görünen vazifeyi “kardaşım” diye hitap ettiği Teşkilat-ı Mahsusa’nın yiğit fedaisi Kuşçubaşı Eşref’e tevdi edecektir.

Enver Paşa’nın İstanbul Kuruçeşme’deki yalısında söz konusu kritik vazifenin ayrıntılarını görüşmek üzere buluşan iki kader arkadaşı, hayatlarında belki de son kez görüşeceklerini biliyormuşçasına hüzün doludur.

1916 senesinde ki bu son görüşmeden anılarında Eşref şöyle bahsedecektir; “Enver Allah’ın yolunu açık etmesini dileyerek görüşmeyi sonlandırdı. Ayrılırken o temiz yüzüyle gülümseyerek, haksızlığa karşı bükülmek bilmeyen o nazik elleriyle elimi kabul buyurdu ve muvaffakiyet duasını ederken gözleri yaşarmıştı”[3]

Kuşçubaşı Eşref, Harbiye Nezaretinden kendisine teslim edilen yaklaşık 300.000. Altın Lirayı, Yemen’deki Türk askerine ulaştırarak, hem Devletlerinin kendilerini unutmadığını göstermek, hem de isyan halindeki Şerif Hüseyin’e ve O’nun arkasındaki İngilizlere Osmanlı’nın henüz son sözünü söylemediğini ispat etmek üzere yola revan olacaktır. Kızıldeniz tamamen İngiliz kontrolündedir. Medine’den sonrası ise isyancı Şerif Hüseyin’ne bağlı bedevilerin kontrolü altındadır. Bu şartlar altında o kadar uzun mesafeli bir yolu ve bu kadar büyük bir meblağı Yemen’e ulaştırmak o günün şartlarında imkansız gibi görünmektedir. Ayrıca İstanbul’da faaliyet gösteren İngiliz istihbaratı Londra’ya gönderdiği gizli mesajında; “ Enver tarafından korunan Salihlili eşkıya Eşref Bey son zamanlarda İstanbul’da bulunuyor ve Arabistan’a gitmek üzere gayri nizami bir grup oluşturmakla yetkili” notunu düşmüşlerdir.

Kuşçubaşı Eşref, kurduğu özel ekiple Medine’ye ulaşmasını müteakip, grubu biri küçük, biri büyük olmak üzere ikiye bölecektir. Küçük olan grup 36 kişiden teşkil etmiş olup, ikinci grup ise kendisinin de içinde bulunduğu 78 kişiden oluşacaktır. Plana göre İstanbul’dan getirilen altınlar bu küçük gruba verilecek ve çölde böylesine büyük bir paranın bu kadar küçük bir grup vasıtasıyla nakli dikkat çekmeyecektir. Eşref’inde içinde bulunduğu büyük grup dikkatleri üzerine çekecek ve gerekirse ölecektir.

Para, 36 kişilik ekibe dahil edilen ve Eşref Beyin yıllardır yanında hizmet eden sadık emir eri Sudanlı Zenci Musa’ya[4] teslim edilir. Grubun diğer üyelerinin bu önemli detaydan haberleri olmayarak yola çıkılır. Eşref Bey’de daha kalabalık bir grupla farklı bir güzergahtan yola çıkar. Ancak çok geçmeden Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah yönetiminde ki İngiliz destekli bedeviler tarafından yolları kesilir. Sayıları binleri bulan bedevilere karşı Eşref Bey’in küçük müfrezesi ölümüne çarpışır. Kurtuluşun imkansız olduğunu gören Eşref Bey, etrafında kalan son birkaç kişiye yanlarında bulunan az miktardaki altınları gömmeleri talimatını verir. Canları nasıl olsa gidecektir ama, Devletin parası bu uğursuz bedevilerin eline geçmesin düşüncesindedir. Olaydan kısa süre sonra bedeviler arasında bir kargaşa çıktığını görürler. Bedeviler Eşref Bey’in gömülmesi talimatını verdiği altınları bulmuşlardır ve birbirlerini ezerek bu ganimetin üzerine üşüşmüşlerdir. Tüfeklerindeki son kurşunları altınları paylaşamayan bedevilere boşaltırlar. Etraf tamamıyla bedevi cesetleriyle dolmuştur ancak, gözü dönmüş insanları bu ibretlik sahneler bile vazgeçiremeyecektir.

Eşref Bey sonunda son birkaç arkadaşıyla ağır yaralı olarak teslim olacaktır. Muharebe meydanından yarı baygın şekilde götürülürken, silah arkadaşlarının tamamının isyancı bedeviler tarafından karınlarının deşildiğini, vücutlarının parçalandığını görecektir. Kuşçubaşı Eşref için, ölümden daha ağır gelen bu kahredici sahneler hayatının son anına kadar zihninde yer edecektir. Diğer taraftan Eşref’in yaralı olarak ele geçirilmesi Arabistan Yarımadası için apayrı bir önem atfedecektir. Türklerin ele avuca sığmaz savaşçısının yakalanması Şerif Hüseyin ve İngilizler için psikolojik bir üstünlük olurken, karşı taraf için büyük bir moral çöküntüsü olacaktır. Bununla birlikte Zenci Musa ve arkadaşlarına teslim edilen altınlar, Eşref Beyin kendisini feda etmesi ile de olsa Yemen’deki 7. Orduya teslim edilmiş, amaçlanan hedefe ulaşılmıştır.

Kuşçubaşı Eşref, teslim alındıktan sonra tedavisi yapılarak önce Cidde’ye götürülmüş, ardından Şerif Hüseyin’in yaşadığı Mekke’ye nakledilmiştir. Mekke sokaklarında gezdirilerek halka teşhir edilmiş ve “Türklerin ünlü haydudu Eşref yakalandı” şeklinde propagandalar yapılmıştır. Şerif Hüseyin isyanının taraftar bulmasında önemli önemli bir figür olarak kullanılan Kuşçubaşı Eşref’e bu dönemde Şerif’in kurduğu derme çatma orduda üstün görev alması teklif edilmişse de Eşref; “…ben dün hasım olarak kurşun sıktığım bir orduya, haklı olduğunuza inansam dahi değil kumandan olmak, hasım olarak geldim, hasım olarak ölmeyi tercih ederim. Askerlik sanatıma leke getiren bu teklifiniz karşısında kahrolduğumu bilmenizi isterim” diyerek reddedecektir.

Mekke’den sonra önce Mısır’a gönderilen ve daha sonra esaret kamplarıyla meşhur olan Malta Adasına gönderilen Eşref’e İngilizler ’de büyük ilgi göstermişler ve Başkomutan Vekili Enver Paşa’nın en yakınındaki bu esrarengiz adama karşı nasıl davranacakları konusunda tereddütler yaşamışlardır. Türklerin on tane Eşref’i yok, Eşref bir tane olduğu için bizim de ona göre muamele yapmamız gerekir şeklinde yaklaşım gösteren İngilizler’in elindeki Eşref, esaret günlerinde zaman zaman ayrıcalıklı, zaman zaman da can sıkıcı muamelelere muhatap olmuştur. Eşref’in bu süreçte maruz kaldığı en önemli sorulardan birisi Ermenilere yapılan sözde katliam iddiaları olmuştur. Bu sorulara Kuşçubaşı Eşref her defasında; “Eğer hükümetimiz Ermenileri katliam etmek emrini vermiş olsaydı İstanbul’dan itibaren Anadolu’da bir tek Ermeni kalmazdı” şeklinde cevap verecektir.

Kuşçubaşı’nın esir düşmesi sonucu kendisinden uzun süre haber alamayan eşi Pervin Hanımı ve ailesini de büyük meraklar içinde bırakmıştır. Sık sık yurt içi ve yurtdışı görevlere gitmesine rağmen, ailesine dünyanın her yerinden haber ulaştırabilen Eşref Bey, bu süreçte uzun süre haber verememiştir. Ancak yakın arkadaşı Başkumandan vekili Enver Paşa, Eşref’in İngilizlere esir düştüğünü ve sağlığının yerinde olduğuna ilişkin raporları harbin en dehşetli günlerinde ailesine göndererek ve ihtiyaçlarını gidererek yanlarında olduğunu hissettirmiştir. Eşref’in kendisi ve ailesi, İmparatorluğun en tepesindeki kişinin, onca meşguliyeti arasında kendilerine vakit ayırmasını ve ilgilenmesini ömürlerinin sonuna kadar unutmamışlardır.

Yaklaşık 3 yıllık esaretten sonra özgürlüğüne kavuşan Kuşçubaşı Eşref, 1920 yılının başlarında İstanbul’a dönecektir. Ancak O’nun en son Enver Paşa ile vedalaşıp ayrıldığı İstanbul’da artık bambaşka bir hava teneffüs edilmektedir. Zaten İngiliz’ler O’nu Osmanlı’ya teslim ederlerken, serbest bırakılmayarak hapsedilmesi karşılığında teslim etmişlerdir. Ancak O bunu haber almış ve getirildiği gemi iskeleye yaklaşırken yağan yağmurdan da istifade ederek denize atlamış ve kimseye görünmeden farklı bir yerden karaya çıkarak kayıplara karışmıştır. Kısa sürede eski Teşkilat-ı Mahsusa’dan yeni “Karakol Cemiyetinden” tanıdığı eski tanıdıkları ile iletişime geçerek kendisine yeni bir rota çizmiş ve Anadolu’da Mustafa Kemal Paşa önderliğinde filizlenen özgürlük mücadelesine omuz vermeye karar vermiştir.

Ancak bu süreçte belki de en doğru tespiti Eşref Bey’in hanımı Pervin Hanım yapmıştır ve kocasına; “Bence M.Kemal Paşa’nın yanında askeri kuvvetler başında müsellah iş alma” diye tavsiye de bulununmuş, Eşref Bey bu tavsiyenin sebebini sorunca da; “kardeşin Hacı Sami Enver’le beraber şimdi hariçteler, sen de dahil de silahlı kuvvetler başında  bulunursan haklı olarak M. Kemal’i kuşkulandırırsın”[5] demiştir. Diğer taraftan Teşkilat-ı Mahsusa’nın son liderlerinden Hüsamettin Ertürk’e göre, Eşref’e Milli Mücadele’de aktif rol olmasını bizzat Anadolu’ya tekrar dönmeyi düşünen Enver Paşa istemiştir.

Bu dönemlerde M. Kemal Paşa Eşref Bey’den yeni kurulacak TBMM’ye mebus olarak girmesini teklif etmiştir. Ancak Eşref Bey, ben askerim, bundan başka bir iş beceremem, hele başkalarının aldığı kararları kabul etmekten başka hiçbir işlevi olmayan mebusluğu asla kabul edemem diyerek geri çevirmiştir. Bu durum o dönemde kimine göre M. Kemal’in Enver Paşa taraftarı olan askerleri etkisiz hale getirmek için kullandığı bir yöntem olarak değerlendirilmiş ve Eşref’in de bu yüzden bu teklifi kabul etmediği şeklinde yorumlanmıştır.

Bu şartlarda M. Kemal Paşa Kuşçubaşı Eşref’e önce kendisi gibi çerkezlerin yoğun olarak yaşadığı ve İstanbul ile Ankara arasında önemli bir noktada bulunan Sakarya’daki milli kuvvetlerin başına geçmesini istemiştir. Ancak zamanla Ankara ile arasındaki problemler büyümüş ve tıpkı eski arkadaşı Çerkez Ethem ile M. Kemal Paşa arasında gelişen hadiselerin benzerleri yaşanmaya başlamıştır. Diğer bir ifadeyle yıllarca Enver Paşa’nın talimatları ve gölgesi altında İmparatorluğun dahili ve harici sınırları içinde kendilerine özgü operasyonel bir tarzda mücadele eden şahsiyetler, ikinci bir liderin altında ve sadece O’nun direktifleri doğrultusunda hareket etme şartlarına uyum sağlayamamışlardır. Ancak ülkenin kaderi çok hassas bir dönemden geçmektedir ve varlıkları ile yoklukları arasındaki denklem bir milletin kaderi ile özdeşleşecektir. Bu şartlar altında hayatını garanti altına alarak her türlü vazifeden feragat ederek Yunan tarafına geçerek Akhisar’da bulunan çiftliğine dönen Eşref Bey, sade bir yaşama dönmeyi tercih etmiştir.

Ancak kurtuluş savaşı sonunda imzalanan Lozan Antlaşmasına göre 150 kişilik bir isim listesi hazırlanmış ve söz konuşu bu kişilerin Türkiye’den çıkartılması kararlaştırılmıştır. Bahsi geçen listede Kuşçubaşı Eşref Bey’de vardır ve bu madde gereğince Eşref Bey sınır dışı edilir. Bu listede adının olmasına bir anlam veremese de Eşref Bey o dönemde Yunanistan’a ait Midilli Adasına yerleşir. Ancak sık sık Anadolu’ya geçerek süre evine gelir gider. Resmi makamların bilgisi olsa da kimse Eşref Bey’e karşı resmi bir muamele de bulunmaya cesaret edemez. Bir süreliğine Mısır’a da gidip orada da yaşayan Eşref Bey, 1938 yılında 150’liklerin affedilmesi ile Türkiye’ye dönme hakkını elde etse de, “ben bu cezayı hak edecek bir şey yapmadım, dolayısıyla affedilmeyi de kabul etmiyorum” diyerek o günlerde Türkiye’ye dönmez.

1950’li yıllarda döndüğü Türkiye’de ise artık eski arkadaşlarından hemen hemen kimse kalmamıştır. Ölümüne bağlı olduğu Enver Paşa 1922 yılının 4 Ağustos’unda bir Rus mermisi ile şehit olmuş, Süleyman Askeri Bey, daha 1915’te Irak cephesinde intihar ederek hayatına son vermişti. Yakup Cemil yine savaş yıllarında kurşuna dizilerek bu dünyaya veda etmiştir. Kendisine daima “Eşrefim, iki gözüm” diye hitap eden Milli Şair Mehmet Akif, Emir Eri Musa, Sapancalı Hakkı, İzmitli Mümtaz gibi kader arkadaşları birer birer dar-ı bekaya intikal etmişlerdir. Eşref Türkiye’ye döndüğünde geri kalan ömrünü Cumhuriyet Hükümeti tarafından gayri kanuni şekilde el konulan Akhisar’daki arazisini geri almak ve eski can yoldaşlarının geride bıraktıkları aileleri ile ilgilenmekle ve elinden geldiğince onların ihtiyaçlarını gidermekle geçirmiştir.

1964 yılında vefat ettiğinde, geride akıllara sığmayan bir hayat tarzı, kendisini tanıyan herkesi hayretler içinde bırakan bir ömür ve “Ben ne Dağıstan rüyaları gören bir Çerkes, ne Arap, ne de Rum’dum, ben Türkçe konuşan Müslüman bir Osmanlıyım” ibretlik sözleri kalmıştır.

Bugün Kuşadası-Söke yolu yakınında bulunan mütevazi kabri hergün artan bir ziyaretçi akınına uğrayan Kuşçubaşı Eşref Bey’e Türk Milleti yıllar sonra da olsa hak ettiği itibarı gönülden yaptığı dualarla iade etmiştir.

 

Zafer TEKİN – zafertekin@sahipkiran.org
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.
____________________________________
Dipnotlar

[1] Birçok mahkumu sıra halinde ayak bileklerinden zincirle birbirlerine bağlayarak verilen cezalandırma şekli.

[2] Kuşçubaşı Eşref, Benjamin C.Fortna, Timaş Yayınları İstanbul 2018 s. 75

[3] B. C. Fortna, age

[4] Zenci Musa, Eşref Bey’in yıllarca yanında bulunmuş emir eridir. Savaş sonunda İstanbul’da hamallık yaparak geçimini temin etmiştir. İstanbul’un işgal altı nda olduğu günlerde İngiliz General Harrington ve yanındakiler Musa ile karşılaşırlar. General’e Musa’yı tanıtırlarken, ‘’hani 300 bin altın kaçıran vardı ya’’ derler. Komutan Musa’nın yanına giderek, “bizimle çalışırsan seni altına boğarım’’ diye bir teklif yapar. Musa İngiliz generale tokat gibi bir cevap verir; “Her teklif herkese yapılmaz. Bu teklif beni rencide eder. Benim devletim Osmanlıdır. Bayrağım ay yıldızlı bayraktır. Komutanım Eşref Bey’dir. Bu iş bitmedi. Sizinle mücadelemiz devam edecek.”

[5] B. C.Fortna, age s;351

sahipkiran Hakkında

Sahipkıran; 1 Aralık 2012 tarihinde kurulmuş, Ankara merkezli bir Stratejik Araştırmalar Merkezidir. Merkezimiz; a) Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü savunan; ülkemizin her alanda daha ileri gitmesi ve milletimizin daha müreffeh bir hayata kavuşması için elinden geldiği ölçüde katkı sağlamak isteyen her görüş ve inanıştan insanı bir araya getirmek, b) Ülke sorunları, yerel sorunlar ve yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın sorunlarına yönelik araştırma ve incelemeler yaparak, bu sorunlara çözüm önerileri üretmek, bu önerileri yayınlamak, c) Tespit edilen sorunların çözümüne yönelik ulusal veya uluslararası projeler yürütmek veya yürütülen projelere katılmak, ç) Tespit edilen sorunlar ve çözüm önerilerimize ilişkin seminer ve konferanslar düzenleyerek, vatandaşlarımızı bilinçlendirmek, amacıyla kurulmuştur.

Yorum Ekleyebilirsiniz


%d blogcu bunu beğendi: