17 Eylül 2018 tarihinde Rusya’nın Türkiye ile İdlib sorunun çözümü konusunda anlaşmaya varması, Suriye krizinde önemli bir dönüm noktasıdır. Zira İdlib, Astana süreci çerçevesinde Suriye’de çözülmesi beklenen son çatışmasızlık alanıdır.
15 Eylül 2017 tarihinde altıncı Astana görüşmesinde Suriye’de ateşkes garantörleri olan Rusya, Türkiye ve İran, dört çatışmasızlık bölgesi oluşturulduğunu açıklamıştır. Ortak açıklamaya göre: «[Garantör ülkeler] 4 Mayıs 2017 tarihli muhtırasına dayanarak Doğu Guta, Kuzey Humus eyaletinin bazı bölümlerinde, İdlib eyaletinde ve İdlib’e komşu illerin belli bölümlerinde (Lazkiye, Hama ve Halep illerinde) ve Güney Suriye’nin belirli bölgelerinde çatışmasızlık bölgelerinin oluşturulduğunu duyurmuştur».[1] Güney Suriye bölgesinde çatışmasızlık bölgesin oluşturulması ise 7 Temmuz 2017 tarihinde düzenlen G-20 zirvesi marjında yapılan ABD ile Rusya’nın görüşmesi çerçevesinde kararlaştırılmıştır.[2]
6. Astana görüşmesinin ortak açıklaması, çatışmasızlık bölgelerinin oluşturulmasının geçici bir önlem olduğunu vurgulamaktadır. Bunun yanında belgeye göre “çabaları en iyi seviye taşımak için garantör ülkeler, çatışmasızlık bölgelerindeki adımları koordine etmek amacıyla ortak bir İran-Rus-Türk koordinasyon merkezi oluşturmaktadır“. Aynı zamanda açıklamada çatışmasızlık bölgelerin yaratılması Suriye’nin toprak bütünlüğü ve egemenliğini ihlal etmemesi gerektiğine vurgu yapılmaktadır.[3]
Rusya ve Türkiye’nin çatışmasızlık bölgeleri yaratma konusunda anlaşmasıyla birlikte taraflar arasında söz konusu bölgelerin geleceği hakkında ciddi bir fikir ayrılığı söz konusuydu. Bu bağlamda Ankara, söz konusu alanlarda çeşitli silahlı grupların kendi pozisyonları sağlamlaştırmasından ve rejime alternatif bir güç merkezinin oluşturulmasından yanaydı. Rusya ise, tam tersine, çatışmasızlık sürecinin kılıfı altında çeşitli silahlı grupları silahsızlandırma ve zayıflatmanın peşindeydi. Kısacası Moskova’nın asıl hedefi, aktif çatışmalara katılamadan çatışmasızlık alanların rejimin kontrolüne girmesini sağlamak.
Aynı zamanda Rusya, çatışmasızlık alanlarda bulunan ılımlı muhalefetin radikal gruplara karşı çatışmasını da teşvik etmekteydi. Bu bağlamda 6 Mayıs 2017 tarihinde kabul edilen Çatışmasızlık Alanların Yaratılmasına Dair Muhtıra’da ılımlı grupların terörist gruplardan ayrılması istenmekteydi. Garantör ülkelerden ise çatışmasızlık alanların içinde ve dışında IŞİD, Nusra, El-Kaide ve onlar ile bağlantılı gruplara ile BM tarafından terörist olarak kabul edilen diğer tüm gruplara karşı savaşmak için gerekli tedbirlerin alınması beklenmekteydi. Bu konuda işbirliği yapılmaması, Moskova tarafından terörist gruplara yardım şeklinde değerlendirilmekteydi.[4]
Rusya, yukarıda bahsettiğimiz çatışmasızlık bölgelere ilişkin politikasını başarılı bir şekilde hayata geçirerek Doğu Guta, Kuzey Humus ve Güney Suriye bölgesinde oluşturulan çatışmasızlık alanlarının rejimin kontrolüne girmesini sağlayabildi. Bu çerçevede Rusya, çatışmasızlığa katılmak istemeyen gruplara karşı askeri baskı uygulamakla birlikte onların liderleriyle ve arkasında duran sponsorlarıyla hem askeri hem de diplomatik kanalları kullanarak görüşmeler gerçekleştirip, söz konusu grupların rejime karşı savaşmamasını sağlamaktaydı. Örneğin Doğu Guta’da rejimin bazı silahlı gruplarla ateşkes sağlaması, Rusya ve Türkiye anlaşmadan mümkün değildi. Söz konusu anlaşmanın karşılıklı uzlaşmaya dayandığını söyleyebiliriz. Bu uzlaşının mantığını ise şöyle ifade edebiliriz; rejim güçlerinin Afrin’de PYD/YPG’ye destek vermemesine karşılık, Ankara’nın Doğu Guta’daki Türkiye destekli grupları rejim ile ateşkes yapmaya zorlamasıdır[5]. Kısacası rejim güçlerinin Doğu Halep, Doğu Guta ve Güney Suriye’de muhalif savaşçıları barışa zorlama ve yok etme operasyonları, iki tane unsura dayanmaktaydı: savaşçılara karşı askeri baskı ve Türkiye’nin (ve güney Suriye konusunda İsrail ve Ürdün ile diplomatik görüşmeler de önemliydi) arabuluculuğu ile savaşçıların yukarıda bahsettiğimiz bölgelerden İdlib’e tahliye edilmesidir[6].
17 Eylül 2018 tarihinde Rusya’nın Türkiye ile İdlib konusunda mutabakata varması, yukarıda bahsettiğimiz çatışmasızlık alanlarını «eritme» politikasının son aşamasıdır. Rusya açısından söz konusu mutabakatın arkasında yatan asıl hedef, Suriye’de ABD’yi köşeye sıkıştırmak ve Türkiye’yi kendi safına almaktır. Bunu yaparken Rusya, Türkiye’nin arabuluculuğu ile rejimle masaya oturmayı istemeyen grupları yok edip bölgede istikrarı sağlamayı hedeflemektedir. Aynı zamanda Türkiye’nin güdümünde olan tüm muahalif grupların İdlib’te kalmaya devam etmesiyle birlikte İdlib bölgesinin rejimin kontrolüne geçmesini sağlamak, Rusya’nın en önemli taktiksel hedeflerinden biridir. Kısacası Rusya’nın Türkiye ile İdlib üzerinde uzlaşmasının arkasında şu mantık yatmaktadır; Türkiye’nin İdlib’te istikrarı sağlaması ve radikal unsurların yok etmesi karşılığında, Suriye’nin yeni oluşturulacak siyasi yapısında Türkiye’nin (Türkiye destekli grupların) yer alması ve Rusya’nın Türkiye ile birlikte PYD/YPG unsurlarına baskı uygulayıp onların rejim güdümüne dönmesini sağlamaktır. PYD/YPG’nin Şam’ın mutlak egemenliği kabul etmediği sürece Rusya, Suriye ve Türkiye’nin ortaklaşa gerçekleştireceği askeri ve diplomatik baskısıyla yüzleşecektir.
Washington’un PYD/YPG ile işbirliği, Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesi ve uzun vadede Türkiye’nin Güneydoğu bölgesini de içerecek bir Kürt devletinin kurulmasını amaçlamaktadır. Bununla birlikte Washington, Erdoğan’ın Rusya ile yakınlaşması ve Avrasya’nın bütünleşmesi projelerine yönelik adımlarına karşı da Türkiye üzerinde baskı uygulamak amacıyla Kürt faktörünü açıkça kullanmaktadır. Moskova’nın Kürtlerle diyalogu ise; öncellikle ABD’nin bölgedeki etkisinin azaltılması ve ayrılıkçılığın önlenmesi politikalarına dayanmaktadır. Rusya, Kürtlerin etnik haklarına saygı göstermekle birlikte, söz konusu hakların ayrı bir devlet kurularak değil, Kürtlerin halen yaşadıkları Türkiye, İran, Suriye ve Irak sınırları içerisinde gerçekleştirilmesiyle mümkün olduğunu düşünmektedir.
Rusya’nın Türkiye ile İdlib konusunda anlaşmasının başarılı bir şekilde gerçekleşmesinin bölgesel ve küresel güç dengesinde ciddi kırılmalara yol açacağını söyleyebiliriz. Zira Moskova’nın Suriye krizine askeri olarak doğrudan dâhil olması, uzun zamandır ABD hegemonyasının zayıflığını temsil etmeye başlamıştır. Bu bağlamda Suriye, Hizbullah, İran ile Rusya’dan oluşan “karşı hegemonik” koalisyon, «çok kutuplu dünya» koalisyonunun operasyonel merkezi olarak karşımıza çıkmaya başlamıştır[7]. Türkiye’nin Suriye konusunda Rusya ile birlikte hareket etmesi, yukarıda bahsettiğimiz eğilimi daha da çok güçlendirecektir. Bu bağlamda ABD, söz konusu durumun hayata geçirilmemesi için anlaşmaya taraf olan tüm aktörlere karşı her türlü askeri, diplomatik ve ekonomik baskı uygulayacaktır. Bu bağlamda PYD/YPG faktörü, ABD’nin elinde en önemli baskı aracı olarak karşımıza çıkmaktadır.
İdlib’te radikal grupların rejim ile masaya oturtturulması ya da fiziksel olarak yok edilmesi, ABD’nin Esad rejimini devirmesi ile ilgili tüm planların boşa gideceği anlamına gelir. Aynı zamanda Astana sürecinin çatısı altında İdlib sorununun çözülmesi durumunda Rusya’nın güdümünde olan “yerel çatışmaları çözme mekanizması” karşımıza çıkmış olacaktır. Rusya’nın çatışmaları çözme stratejisi, ABD’nin çatışmaları çözme mekanizmalarından tamamen farklıdır. Moskova’nın Suriye’deki askeri varlığı, özelikle ABD’nin son zamanlarda bölgede yaptığı hatalar karşısında, bölge ülkeleri için alternatif çekim merkezi oluşturmuştur. Söz konusu durum, ABD’nin prestijini bir ölçüde zayıflatan bir unsurdur. Dolayısıyla Rusya’nın Suriye’de operasyonunun en önemli sonucu, bölgede güç maksimizasyonu peşinde olan ve Rusya’nın çıkarlarını zedeleyen ABD’nin bölge üzerindeki tekel olma planlarını engellemesidir.
Bu bağlamda Rusya’nın Suriye’de uzun vadede kendi çıkarlarını savunması ve genel olarak da Batı’nın oyununa gelmemesi konusunda kararlı olması, Türkiye’yi daha dengeli bir dış politikayı sürdürme seçeneği ile karşı karşıya bırakacaktır. Söz konusu politikanın, Doğu’nun Batı kadar önemli olduğu prensibine dayanacağını söyleyebiliriz. Zira günümüzde uluslararası sistemde ABD’ye alternatif güç merkezlerinin (Rusya ve Çin) ortaya çıkması karşısında Türkiye’nin dış politikasını daha bağımsız hale getirmesi, kendi milli çıkarları ve güvenliği ile doğrudan ilgili bir meseledir.
Yaroslav SAMOYLOV – SASAM Rusya Masası Uzmanı
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız
___________________________
DİPNOTLAR
[1]“14-15 Eylül 2017’de Astana’da Uluslararası Suriye Toplantısı Sonuçlarına İlişkin İran, Rusya ve Türkiye Ortak Açıklamas”, Rusya Federasyonu’nun Dış İşleri Bakanlığı. http://www.mid.ru/foreign_policy/news/-/asset_publisher/cKNonkJE02Bw/content/id/2864541
[2] “Jordan, Russia, US Aree On Deascalation Zone In Syria”, Anadolu Agency, 11.11.2017. http://aa.com.tr/en/middle-east/jordan-russia-us-agree-on-de-escalation-zone-in-syria/962850
[3] 14-15 Eylül 2017’de Astana’da Uluslararası Suriye Toplantısı Sonuçlarına İlişkin İran, Rusya ve Türkiye Ortak Açıklaması”.
[4] 6 Mayıs 2017 Çatışmasızlık Alanların Yaratılmasına Dair Muhtırasında, Rusya Federasyonu’nun Dış İşleri Bakanlığının Web Sayfası http://www.mid.ru/foreign_policy/news/-/asset_publisher/cKNonkJE02Bw/content/id/2746041
[5] «Suriye: Rejim Güçlerinin Doğu Gutadaki Operasyonu Hakkında», Orta Doğu Enstitüsü, 12 Mart 2018. http://www.iimes.ru/?p=42510
[6] «Güney Çatışmasızlık Bölgesinde Türkiye’nin Etkisi Hakkında», Orta Doğu Enstitüsü, 19 Temmuz 2018. http://www.iimes.ru/?p=45295
[7] Uzgel İlhan, “Trump, Neoconlar’ın Yükselişi ve Küresel Gerilime Doğru”, Gazete Duvar, 16.04.2018. Web https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/04/16/trump-neoconlarin-yukselisi-ve-kuresel-gerilime-dogru/