Twitter Facebook Linkedin Youtube

AZINLIK HAKLARI ÇERÇEVESİNDE VE AVRUPA DEVLETLERİ ÖZELİNDE “ÇİNGENELER”

İlker YILMAZ

Soğuk Savaşın sona ermesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte Avrupa’da birçok yeni devlet, bağımsızlığını ilan etmiştir. Bu yeni devletlerin bağımsızlığı ile özellikle Doğu Avrupa’da ulus devletler kurulmuş ve bu ulus devletlerle beraber doğal olarak birçok azınlık sorunu ortaya çıkmıştır. Bu azınlıkların en marjinali olan Çingeneler ya da halk dilinde Romanlar, makalemizde özel olarak incelenecek ve günümüze değin yaşadıkları problemler Avrupa Birliği hukuku açısından detaylı olarak ele alınacaktır.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonraki süreçte Avrupa Birliği’nin Doğu Avrupa’ya doğru genişleme politikasına yönelmesiyle birlikte, azınlık hakları sorunu Avrupa Birliği’nin bir numaralı gündemi haline gelmiştir. Avrupa Birliği, 1990’lı yıllara kadar azınlık sorununun ekonomik birlik içerisinde çözüleceğine inandığından ve azınlık hakları meselesinin ayrılıkçı halkların sayısını arttıracağı ve devlet otoritesi için tehditler oluşturacağı endişesinden dolayı bu sorunu tam olarak ele almamış ve ihmal etmiştir.Ancak azınlık hakları meselesi için bir dönüm noktası olan Soğuk Savaşın sonra ermesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte, Avrupa Birliği azınlık meselesini ciddiye almak zorunda kalmış ve bu konu ile ilgili günümüze değin birçok önemli sayılabilecek adım atmıştır.

Makalemizde ilk olarak azınlık kavramının tanımı üzerinde durulacak ve ardından bir azınlık olarak Çingeneler özel olarak incelenecektir. Daha sonra ise 1990’lı yıllardan günümüze Avrupa Birliği’nin azınlık hakları meselesi için atmış olduğu adımlar ve almış olduğu kararlar, Çingeneler özelinde değerlendirilecek ve Avrupa merkezli yaşanan örnekler ele alınacaktır. Çalışmamızda ayrıca Avrupa Birliği’nin üye devletler ve üye olmaya çalışan devletlere uyguladığı azınlık hakları politikası değerlendirilecek ve son olarak Çingenelerin durumu hakkında çıkarımlarda bulunularak bu konu ile ilgili çözümler aranacaktır.

AZINLIK VE AZINLIK HAKLARI TANIMI

Köken olarak Latincede “küçük, az” anlamına gelen “minor” kelimesine dayanan “azınlık” kavramı[1], geniş yani sosyolojik veyahut dar yani hukuksal açıdan ele alınabilir.[2] Bu iki durum açısından incelediğimizde sosyolojik anlamda “azınlık”; bir toplumda sayısal anlamda azınlıkta bulunan, çoğunluk gruptan farklı olan ve başat olmayan gruplara denir. Öte yandan dar yani hukuksal açıdan “azınlık” kavramı üzerinde evrensel bir şekilde anlaşılmış bir tanım bulunmamaktadır. Bu durum ise devletlerin azınlık meselesinde göstermiş oldukları ihmalin önemli kanıtlarından biridir. Her ne kadar evrensel hukuki bir tanım bulunmasa da bu konuda genel tanım olarak kabul edilen tanım, Birleşmiş Milletler Ayrımcılığın Önlenmesi ve Azınlıkların Korunması Alt Komisyonu Raportörü Francesco Capatorti’nin Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 27. maddesine dair hazırladığı rapordaki tanımdır. Francesco Capotorti hukuki anlamda azınlık kavramının tanımını şu şekilde yapmaktadır: “bir devletin nüfusunun geri kalanına göre sayıca az olan, egemen konumda bulunmayan – o devletin vatandaşı olan – üyeleri nüfusun geri kalanından farklı etnik, dinsel, ya da dilsel özelliklere sahip olan ve kültürlerini, geleneklerini, dinlerini, ya da dillerini korumaya yönelik, üstü örtülü de olsa, bir dayanışma duygusu gösteren bir grup[3]  Bu tanımdan yola çıkarak azınlık olarak nitelendirebileceğimiz kesimin özelliklerini kolay bir şekilde belirlemek mümkündür. Bu tanım, hangi kesimin azınlık olarak nitelendirilebileceği konusundaki muammayı ortalan kaldıran güzel bir tanımdır.

Azınlık Haklarının Tarihsel Gelişimi

Azınlık haklarının tarihsel gelişimine baktığımızda 16. yüzyıla kadar gitmemiz gerekmektedir. İlk olarak azınlık hakkının ortaya çıkış hikayesi, 24 Ağustos 1572 yılında meydana gelen Barthelemy gecesi ile başlamaktadır. O gece Fransa’da Katolikler, Protestanları öldürmek için harekete geçmiş ve on binlerce Protestan’ı öldürmüşlerdir. Bunun sonucunda dönemin kralı V. Henry, Nantes Fermanı’nı çıkarmıştır. Bu fermanın amacı, Protestanları Katoliklerin saldırılarına karşı korumaktı. Bu ferman ile beraber Protestanlara kiliselerini inşa etme hakkı, papazlarının eğitim alabilme hakkı, vatandaşlık hakları da veriliyordu. Fermanın içerisine baktığımızda kralın Protestanları dinsel azınlık grubu olarak resmen tanıdığını görmekteyiz. Ancak her ne kadar dinsel bir azınlık olarak Protestanlara bir takım haklar verilse de, bu haklar bir sonraki kralın tahta gelmesine kadar sürecek süre için geçerliydi. Pek tabii ki bir sonraki kral Protestanlara verilen bunca hakkı geri alabilirdi. Sonuç olarak ilk azınlık hakkı kavramının Protestanlara verilmiş bir dini azınlık hakkı olduğunu söyleyebiliriz.

17.yüzyılda ise genellikle savaş sonrası oluşan yeni sınır bölgesindeki azınlıklar için ikili antlaşmaların yapıldığını görmekteyiz. Bu kavramı biraz daha açacak olursak savaş sonrasında yeni sınır için yapılan anlaşmada bu bölgede bulunan halkların azınlık olduğu kabul edilir ve iki devlet içinde bu halklara bir takım azınlık hakkı diye adlandırabileceğimiz halklar tanınır. Ancak yine azınlık hakları için evrensel bir konsensusun olmadığını söyleyebiliriz.

18.yüzyıla geldiğimizde özellikle 1789 Fransız İhtilalinden sonra Balkanlar’da birçok azınlıkların oluştuğunu görmekteyiz. Yine bu yüzyılda da evrensel bir azınlık hakkından ziyade azınlık hakları meselesinin güçlü devletlerin nispeten daha zayıf devletlerin içişlerine karışma politikasına alet olduğunu görmekteyiz. Öyle ki güçlü devletlerin yerine getirmediği hakları içişlerine karışabilmek için nispeten daha zayıf devletlere yaptırmak için bu devletleri zorladığını görmekteyiz. Bu durum da güçlü devletlerin samimi bir şekilde azınlık haklarını savunmasından ziyade nispeten zayıf diyebileceğimiz devletlerin bulunduğu coğrafyalarda etki alanlarını arttırmak için bu meseleyi kendi dış politikası olarak kullandığını görmekteyiz. Bu durumun bir benzerine yazımızın ilerleyen bölümlerinde Avrupa Birliği’nin üye devletler ve üye olmak isteyen devletlere karşı izlediği politikaları incelerken tekrar değineceğiz. Azınlık haklarının sağlanması meselesinin içişlerine karışma bahanesi olarak kullanılması 19. ve 20. yüzyıllarda özellikle Balkan ülkeleri (Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan, Romanya) üzerinden devam ettiğini görmekteyiz. Bu durum da 20.yüzyılın başına kadar devam etmiş ve birçok emperyalist devletin uzak diyarlarda etki alanlarını arttırmalarını sağlamıştır.20.yüzyılın başında ilk büyük dünya savaşının patlak vermesinin sebeplerinden biri de azınlık hakları meselesinin emperyalist hedefler için kullanılmış olmasıdır.

20.yüzyılda patlak veren Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kazananın olmadığı bir Avrupa meydana çıkmış oldu. Öyle ki kaybeden devletlerde faşist rejimlerin baş göstermesi azınlık hakları meselesinin daha da geri itilmesine veyahut dikkate alınsa bile istenilen ilgi ve alakayı sağlayamamasına sebep oldu. Buna örnek olarak Milletler Cemiyeti’ni verebiliriz. Azınlık hakları Milletler Cemiyeti ile ilk kez uluslararası bir örgüt tarafından tanınmıştır fakat yukarıda bahsettiğimiz gibi Avrupa’da Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra azınlık haklarını ciddiye alacak, evrensel bir hak seviyesine çıkaracak bir oluşum maalesef bulunmamaktadır. Bu da Milletler Cemiyeti’nin elini azınlık hakları meselesi için zayıflatmıştır. Zaten Milletler Cemiyeti diğer birçok alanda da eleştirildiği için uzun ömürlü olamamış ve kapatılmıştır. Milletler Cemiyeti’nin kapatılmasıyla azınlık hakları meselesi Birleşmiş Milletler’in gündeminde var olmuştur. Fakat bu noktada da azınlık hakları meselesinin gündeme alınmasına rağmen yetersiz kaldığını söyleyebiliriz. Çünkü Birleşmiş Milletler azınlık haklarını insan hakları çerçevesinde değerlendirmiş ve asıl sorunu halının altına süpürmeyi tercih etmiştir. Bu noktadan sonra yazımızın ana değerlendirme noktası olan Avrupa Birliği’nin bu konuya değindiğini ya da şartların oluşumuyla değinmek zorunda kaldığını görmekteyiz.

Öte yandan Avrupa Birliği’ne baktığımızda Birlik için ve azınlık hakları meselesi için 1990’lı yılların başı yani Soğuk Savaş’ın bitimi ve Sovyetler Birliği’nin dağılışı bir milat niteliğinde. O tarihe kadar Avrupa Birliği azınlık meselesinin ekonomik birlik ile çözülebileceğini düşündüğünden ve aynı zamanda azınlık meselesinin ayrılıkçı birçok halka cesaret vereceğinden dolayı bu konu üzerinde fazla çalışmalar yapmamış ve bu konuyu ciddi bir şekilde ihmal etmiştir. Ancak Sovyetler Birliği’nin dağılışı ile ve Avrupa Birliği’nin Doğu Avrupa yönünde genişlemesiyle Avrupa Birliği’nin azınlık meselesini ciddi bir şekilde önemsediği bu mesele üzerinde ciddi çalışmalar yaptığını görmekteyiz. Ancak bu çalışmaların uygulamada ne derece başarılı olduğunu Çingeneler özelinde inceleyeceğiz ve örnekleriyle ortaya koyacağız.

Tam da bu noktada özellikle üzerinde duracağımız azınlık grubumuz olan Çingeneleri daha yakından tanımak amacıyla birtakım bilgiler vermek yerinde olacaktır diye düşünüyorum.

BİR AZINLIK OLARAK ÇİNGENELER

Çingenelerin veya halk dilinde söyleyecek olursak Romanların tarihine baktığımızda 11.yüzyılda İran ve Anadolu üzerinden önce Avrupa’ya ardından tüm dünyaya toplu olmasa da parça halinde göç etmişlerdir. Toplu göçten ziyade parçalar halinde Avrupa’ya göç etmeleri Çingenelerin Avrupa ülkelerine farklı zamanlarda yerleşmelerine neden olmuştur. Bu yerleşim tarihlerine bakacak olursak Çingeneler 1407 yılında Almanya’ya; 1418 yılında İsviçre’ye; 1419 yılında Fransa’ya; 1420 yılında Hollanda’ya; 1422 yılında İtalya’ya; 1425 yılında İspanya’ya; 1425 yılında Portekiz’e; 1428 yılında Polonya’ya; 1501 yılında Rusya’ya (Güney); 1505 yılında İrlanda ve Danimarka’ya; 1515 yılında İsveç’e; 1514 yılında İngiltere’ye;1515 yılında Finlandiya’ya ve Estonya’ya; 1540 yılında Norveç’e ve 1721 yılında Sibirya yerleşmişlerdir.Farklı tarihlerde farklı coğrafyalara göç etmeleri Çingenelerin diğer azınlık gruplardan ziyade homojen bir toplum olmalarını engelleyen önemli nedenlerden biri olmuştur.[4]

Bununla beraber Çingenelerin tarihine genel olarak baktığımızda Çingenelerin hiçbir zaman homojen bir grup oluşturamadıklarını görmekteyiz. Öyle ki Çingeneler Avrupa’da bulundukları yere göre farklı şekilde isimlendirilmektedirler Buna örnek olarak Çingeneler Yunanistan’da Thingani, Atzinganoi; Fransa’da Gitan, Manouches, Tzigane, Saracens; İtalya’da Cadegipti, Cingali Cinguli gibi isimlerle bilinmektedir.Bununla beraber Çingenelerin bulundukları bölgeye göre dini tercihlerini yaptıklarını görmekteyiz.Örnek olarak Türkiye’de bulunan Çingeneler İslam’ı tercih ettiğini Avrupa’da bulunan Çingenelerin ise bulundukları yere göre Katolik, Ortodoks veya Protestan olduklarını biliyoruz.Aslında bu iki örnek Çingenelerin hiçbir zaman homojen bir topluluk oluşturamadıklarının kanıtıdır diyebiliriz.Çingenelerin homojen bir topluluk oluşturmaktan ziyade bulundukları topluma entegre olma çabaları, dışlanmamak için kendi öz kimliklerini unutmak veya yaşamamak zorunda oldukları acı bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır.Her ne kadar Çingeneler homojen bir toplum olma bilincine sahip olmasa da ve aynı zamanda bulundukları topluma entegre olma çabasına girişseler de yine de tarih boyunca her coğrafyada istenmeyen kişiler olarak ilan edilmişlerdir.Bu durum maalesef 21.yüzyılda hala devam eden bir vakadır.Ancak 21.yüzyıl ile beraber Çingenelerin homojen bir grup olma yolunda ciddi adımlar attığına dair örnekler bulunmaktadır.Bu örneklere de yazımızın son bölümlerinde değineceğiz.

Öte yandan Çingenelerin en çok bulundukları yer Avrupa kıtasıdır. Ancak dışlanma korkusu ile etnik kimliklerini gizlemeyi tercih eden Çingenelerin hayli fazla olması sebebiyle tam olarak Çingenelerin sayısını belirlemek güçtür. Yine de tahminlere göre Avrupa’da 17 milyona yakın Çingene nüfusunun olduğu bilinmektedir. Bazı ülkelerdeki Çingene nüfusundan örnek verecek olursak Almanya’da 200.000; Çek Cumhuriyeti’nde 300.000; Fransa’da 340.000; İngiltere’de 120.000; İspanya’da 800.000; İtalya’da 110.000; Macaristan’da 600.000; Slovakya’da 520.000; Türkiye’de 500.000; Yunanistan’da 300.000; Romanya’da 2.5 milyon; Bulgaristan’da 1 milyon Çingene nüfusunun varlığından tam emin olmamak kaydıyla bahsedebiliriz.[5] Öte yandan dünya üzerinde ise 45 milyona yakın Çingene nüfusu olduğunu söyleyebiliriz.[6]

Çingeneler diğer azınlıklardan birçok yönden farklı bir topluluktur. Yukarıda da belirttiğimiz gibi ilk olarak homojen bir topluluk oluşturamadıklarını söyleyebiliriz. Ancak evlilik meselesinde Çingenelerin son derece homojen bir bakış açısına sahip olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Çingenelerde evlilik kurumu çok önemli bir meseledir.Öyle ki Çingenelerde akraba evliliği oldukça yaygındır.Hatta biraz daha öteye gidersek Çingenelerin Çingene olmayan biriyle evlenmesi neredeyse suç sayılacak bir davranış olarak değerlendirilmektedir.Öte yandan bazı azınlıklar gibi ayrılıkçı bir düşünceye sahip olmadıklarını tam aksine bulundukları yere uyum sağlama yönünde adım attıklarını belirtmek gerekir. Öyle ki Çingenelerin dini seçimleri bu duruma örnek olarak gösterilebilir.

Öte yandan Çingenelerin Avrupa’daki tarihine baktığımızda her zaman ve her yerde dışlandıklarını, hor görüldüklerini ve ötekileştirildiğini görmekteyiz. Bu hor görülme ötekileştirilme pek tabi ki birçok problemi de beraberinde getirmiştir.Bu problemlerin en önemlisi ve insan hayatına en çok etki edenin başında işsizlik gelmektedir.Örnek verecek olursak Macaristan’da yetişkin çalışma yaşındaki Çingenelerin %60-80 arasında değişen kesim işsizdir.[7] Bu durum ister istemez Çingenelerin yaşam seviyesini etkilemekte ve diğer azınlık gruplarından daha farklı daha marjinal bir yaşam sürmesine sebebiyet vermektedir. Nasıl ki hor görme ötekileştirme işsizlik meselesini doğurduysa, işsizlik meselesi de daha başka durumların, problemlerin oluşmasına sebebiyet vermiştir. Bu problemlerden biri de suç işleme potansiyelinin artması. Dünyanın birçok yerinde Çingenelere potansiyel suçlu gözüyle bakılmaktadır. Bu önyargı sebebiyle birçok Çingene hayata atılmak yerine hayattan kendini soyutlamayı tercih etmektedir. Bu durum o kadar ciddi bir durumdur ki bu soyutlamalar bazen intihara kadar sürebilmektedir.

Geçmişte gerçekleşen bu olayların günümüzde dahi sürmesi üzerinde düşünülmesi gereken ciddi bir sorundur. Çingeneler, günümüzde özellikle Avrupa genelinde konuşacak olursak en çok ayrımcılığa maruz kalan, dışlanan, ötekileştirilen grupların başında gelmektedir. Bu durum pek tabi ki Çingenelerin örgütlenme konusunda pasif kalmasının ve homojen bir grup oluşturamamasının sonucunda ortaya çıkmıştır diyebiliriz. Bu ayrımcılığın, ötekileştirmenin ve dışlanmanın bir diğer sorumlusu bir sonraki bölümde bahsedeceğimiz gibi Avrupa Birliği’nin azınlık hakları konusunda atmış olduğu adımların yetersizliği ve bu adımların yerel kalması bir türlü evrenselliğe erişememe durumudur.

Tam da bu noktada Avrupa Birliği’nin özellikle 1990’lı yıllardan günümüze azınlık hakları meselesine Avrupa Birliği Hukuku çerçevesinden nasıl baktığını bu mesele için attığı adımları incelemenin konuyla bağlantılı olacağını düşünüyorum.

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN AZINLIK HAKLARI MESELESİNE BAKIŞI

Avrupa Birliği’nin azınlık hakları meselesiyle 1990’lı yıllarda ilgilendiğini yukarıda belirtmiştik.1990’lı yıllar yani 90’ların başı azınlık hakları meselesi için dönüm noktası veya bir milat olarak kabul edilebilir. Öyle ki Avrupa Birliği 1990’lı yıllara dek azınlık hakları meselesini insan hakları meselesi üzerinden incelemeye kalkmış azınlık hakları meselesini bu şekilde geçiştirmiştir.[8] Bu geçiştirme durumu Avrupa devletlerinin azınlık meselesinin ekonomik bir mesele olduğuna inanmasıyla alakalı olmasının yanında aynı zamanda azınlık hakları meselesinin devletin istikrarı ve bekası için tehdit oluşturabilecek bir sorun olarak görülmesiyle de alakalıdır. Ancak bu durum 1990’lı yılların başında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla tam tersi yönde gelişti. Devletlerin azınlıklara yönelik bu beklenmedik tutum değişikliklerinde ise Sovyetler Birliği, Çekoslovakya ve Yugoslavya’nın 1990’ların başlarında parçalanmaları ve sadece bu ülkelerde değil Orta Avrupa’nın tümünde (Romanya, Bulgaristan, Sırbistan, Ukrayna, Slovakya ve burada adını sayamadığımız birçok Orta Avrupa ülkesinde) azınlık ve diğer ulusçulukların yeniden uyanmasının büyük etkisi olmuştur.[9]Tam da bu yıllarda Avrupa Birliği’nin Doğu Avrupa yönünde genişleme politikasına soyunması ister istemez azınlık hakları meselesini Avrupa Birliği’nin bir numaralı gündem maddesi yapmıştır.

Bununla birlikte Avrupa Birliği içerisinde iki farklı görüş söz konusu olmuştur. Bu görüşlerden birincisi ulusal azınlıkların çoğunlukta oldukları bölgelerde kendilerini yönetebilme imkanı tanıyan görüş yani kolektif azınlık haklarını uluslararası alanda tanımaktır. Bu görüşü savunan devletlerin başında sınır dışında birçok azınlık sahibi olan Almanya ve Avusturya gibi ülkelerdir. Bu görüşün karşı tarafında yer alan yani azınlıkların bulundukları devletlerin toprak bütünlüğünün savunulması zaten azınlıkların haklarını savunmak olduğunu düşünen devletlere Fransa ve Yunanistan’ı örnek verebiliriz. Bu ikinci örneğe göre; ulusal azınlık hakları egemen devlet haklarının yanındaki ikincil konumlarını sürdürmeli ve sorun devletlerin iç siyasetleri içinde tutulmaya devam edilmelidir.[10]

Öte yandan 1990’ların başından itibaren Avrupa Birliği’nin Doğu Avrupa yönünde genişleme politikasına soyunduğuna yukarıda değinmiştik. Bu genişleme politikasının azınlık hakları meselesinin popüler olduğu bir zamana denk gelmesi Avrupa Birliği’ne yeni katılacak devletlere Avrupa Birliği’nin birtakım şartlar getirmesine sebep olmuştur. Bu şartları Avrupa Birliği’nin üye olacak devletlere olmazsa olmaz şekilde iletmesi Avrupa Birliği’nin kurucu antlaşmalarında böyle bir ifadeye yer verilmemesi ve bazı üye ülkelerin Avrupa Birliği’nin azınlıklara yönelik temel politikalarıyla çelişen tutumları nedeniyle Avrupa Birliği’ni “samimiyetsizlik” olarak nitelendirilmiş ve eleştirilere uğramıştır.[11] Kısacası Avrupa Birliği’nin azınlık hakları meselesini birliğe yeni katılmak isteyen devletlerin önüne koymasının yanı sıra aynı hassasiyeti kendi içerisinde gerçekleştiremediğini görmekteyiz. Bu durumda yazımızın başına örneğini verdiğimiz 18.yüzyılda güçlü devletlerin nispeten daha zayıf devletlerin içişlerine karışmak için azınlık hakları meselesini bahane olarak kullanma durumuyla birebir aynıdır. Öyle ki o zamanın güçlü devletleri pozisyonunda şuan Avrupa Birliği yer almaktadır. Avrupa Birliği etki alanını arttırabilmek için üyesi olmadığı ülkelere azınlık haklarını bir dayatma olarak göstermesi ve kendi bünyesinde yaşanan birçok azınlık sorunlarına sesini çıkarmaması pek tabi ki samimiyetsiz olarak nitelendirilecektir.

Makalemizin bu bölümünü üç ana başlık altında incelemek doğru olacaktır. Avrupa Birliği’nin azınlık hakları meselesi ile ilgili küçük büyük birçok adımı bulunmaktadır. Ancak biz bütün bu adımları burada tek tek saymaktansa bizim için önemli ve diğer adımlara göre daha “evrensel” olabilecek üç adımı sayıp bu adımlar üzerinden konuyu değerlendirmek daha doğru olacaktır. Bu üç adımı söyleyecek olursak; Kopenhag Kriterleri, Avrupa Birliği Anayasası ve Lizbon Antlaşması.

Kopenhag Kriterleri

22 Haziran 1993 tarihinde yapılan Kopenhag Zirvesi’nde adaylık için başvuruda bulunan ülkelerin tam üyeliğe kabul edilmeden önce karşılaması gereken kriterler belirlenmiştir. Bu kriterlere baktığımızda üç ana bölümden oluştuğunu görmekteyiz. Bunlar siyasi, ekonomik ve topluluk mevzuatıdır. Topluluk mevzuatı yerine kısaca toplumsal kültür de demek yanlış olmaz. Öte yandan bu üç bölümde de üye olacak devletler için bir takım şartlar koşulmuştur. Ancak siyasi ayağında koşulmuş olan şartlar olmazsa olmaz niteliği taşımaktadır. Bu kriterlerin siyasi ayağına baktığımızda Avrupa Birliği’ni üye devletlerden demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını ve azınlık haklarını güvence altına alan kurumların inşa edilmesini istemiştir. Bu cümleden de açıkça anlayacağımız üzere azınlık hakları meselesi Avrupa Birliği’nin artık insan hakları meselesi ile geçiştirebileceği bir mesele olmaktan çok ciddiye aldığı en azından Avrupa Birliği’ne katılma yolunda önemli bir şart olarak ortaya koyduğu maddelerden biri olmuştur. Bununla beraber artık azınlık hakları meselesinin insan hakları meselesi olmadığını Avrupa Birliği’nin tüm dünyaya duyurduğunu görmekteyiz. Ancak tüm bunların yanında yukarıda da bahsettiğimiz gibi Avrupa Birliği’nin bu şartı üyelerinden istemesine rağmen kendi bünyesinde yapmış olduğu kurucu antlaşmalardan hiçbirinde böyle bir şartın bulunmaması samimiyetsiz görülmesine sebep olmaktadır. Öyle ki Kopenhag Kriterleri’nden sonra atılmış birçok adım bu “samimiyetsiz” şeklinde yapılan eleştirileri haklı çıkarmış olacak ki halen azınlık hakları meselesi Avrupa’da ciddi sorunlar teşkil etmektedir. Kopenhag Kriterleri ile beraber azınlık hakları meselesinin üye olacak devletlere şart olarak koşulmasından sonra Avrupa Birliği’ne birçok yeni devlet üye olmuştur. Fakat bu yeni devletlere baktığımızda hemen hemen hiçbirisinin azınlık hakları meselesini çözemediğini 21.yüzyılda hala kendi bünyelerinde birçok azınlık hakları meselesiyle boğuştuklarını görmekteyiz. Bu devletlerden birisi de Macaristan’dır. Macaristan 1 Mayıs 2004 tarihinde Avrupa Birliği’ne üye olmuştur.[12] 2004 yılından önce ve sonra Macaristan’da özellikle konuyla bağlantılı olduğu için söyleyeceğim birçok Çingeneler dışlanmış ve ötekileştirilmiştir. Bu da Avrupa Birliği’nin ikircikli tutumunun en basit örneğidir. Öte yandan Kopenhag Kriterleri’nin bu derece eleştirilmesinin bir diğer noktası azınlık hakları meselesini şart koşmuş olmasıdır. Bununla beraber yukarıda da belirttiğimiz gibi Avrupa Birliği azınlık hakları meselesi ile 1990’lı yılların başında ilgilenmeye başlamışken 1993 yılında çıkarılan Kopenhag Kriterleri’nde bu şartlara yer vermesi ne kadar doğrudur? Birlik henüz kendi içerisinde bu meseleyi çözememişken üye olacak devletlere bu şartı dayatması samimiyetsizlik değil midir? Tüm bu sorular ışığında 1993 yılından sonra henüz hangi gerekçelerle Birliğe alınmış ya da alınmamış olduğunu bilmediğimiz birçok devlet olmuştur. Ancak şu bir gerçek ki Kopenhag Kriterleri içi boş ve uygulamada asla başarılı olamamış bir kriterler dizisi olmuştur.Öyle ki başarısız olması ilerleyen yıllarda Avrupa Birliği Anayasası’nın (2004) çıkarılmasıyla kanıtlanmış olacaktır.

Avrupa Birliği Anayasası

Avrupa Birliği Anayasası 29 Ekim 2004’te, 1957’de Avrupa Ekonomik Topluluğunu kuran Roma Antlaşması’nın imzalandığı salonda düzenlenen bir törenle, 25 üye devletin devlet ya da hükümet başkanlarınca imzalanırken, nihaî senet ise üye ülkelerin yanı sıra “aday ülke” statüsünde olan Türkiye, Bulgaristan ve Romanya tarafından da imzalanmıştır.[13] Bu anayasanın 1957 yılında Avrupa Birliği’nin temellerinin atıldığı salonda imzalanması da ayrıca bir mesajın verilmemesine neden olmuştur. Öyle ki Avrupa Birliği Anayasası bugüne dek Avrupa Birliği için yapılmış olan tüm yasa ve antlaşmaları içinde barındırmayı amaçlayan tüm zamanların en kapsamlı anayasası olma amacıyla yola çıkmıştır. Bununla beraber gerçekten de Avrupa Birliği Anayasası kapsayıcılık yönünden değerlendirmelerden tam not alabilmiştir. Kopenhag Kriterlerinden çok eleştiri alan Avrupa Birliği Anayasası’na da azınlık hakları meselesini eklemiştir. Tam ibareye yer verecek olursak Avrupa Birliği Anayasası’nda azınlık hakları için “Birlik; insan onuruna saygı, özgürlük, demokrasi, eşitlik, hukuk devleti ve azınlıklara mensup kişilerin haklarını da içeren insan haklarına saygı değerleri üzerine kurulmuştur.”[14] Bu tanımda bile azınlık hakları meselesinin tek başına somut bir mesele olarak algılanmadığını görmekteyiz. Öyle ki azınlık hakları meselesi demokrasi eşitlik gibi aslında azınlık hakları bünyesinde değerlendirilecek kavramlarla yan yana sayılmış olması Avrupa Birliği’nin halen azınlık hakları meselesini doğru bir şekilde algılayamadığını göstermektedir.

Öte yandan Anayasa’da azınlık hakları meselesini belirtmiş olmasına rağmen Avrupa Birliği’nin en çok eleştirilen yanlarından biri olan aktif olamama problemini de görmekteyiz. Öyle ki Anayasa’da azınlık hakları ihlallerine karşı bir yaptırım veya buna benzer hiçbir şeyin olmaması yine azınlık hakları meselesinin Avrupa Birliği’ne tam üye olana kadar karşılanması gereken şartlardan biri olduğu anlamına gelmektedir. Anayasa’ya üye olmamasına rağmen Türkiye, Bulgaristan ve Romanya’nın imza vermesi ise Avrupa Birliği’nin ilerleyen yıllarda içişlerine karışması için zemin hazırlayacağı ülkelerin listesidir diyebiliriz. Her ne kadar Romanya ve Bulgaristan sonuç itibariyle Avrupa Birliği’ne üye olmuşlarsa da Türkiye bu konuda içişlerine karışılması en azından azınlık hakları sebebiyle etki alanının arttırılabileceği bir coğrafya olarak kalmıştır. Bu sebebiyetledir ki Avrupa Birliği Anayasası’nın Kopenhag Kriterleri’nden aşağı kalır yanı yoktur. Özellikle azınlık hakları çerçevesinden bakacak olursak Avrupa Birliği Anayasası’ndan önce ve sonra Avrupa’da birçok azınlık problemleri çıkmış ve bunun için Anayasa’ya koyulmuş bir yaptırım olmadığından Avrupa Birliği bu konuda pasif ve yetersiz kalmış veyahut kalmak istemiştir. Öyle ki bu azınlıklar konusunda baskı ve ötekileştirmeyi yapan genellikle Avrupa Birliği üyesi ülkeler olmuştur. Çalışmanın ilerleyen bölümlerinde bu ülkelerden özellikle bahsedilecektir.

Avrupa Birliği Anayasası’nın da azınlık hakları meselesine merhem olamadığı gayet açıktır. Öyle ki tıpkı Kopenhag Kriterleri’nden sonra Avrupa Birliği Anayasası’nın çıkarılması gibi Avrupa Birliği Anayasası’ndan sonra da Lizbon Antlaşması imzalanmıştır. İşin ilginç yanı kendileri de başarılı olamadıklarını kabul edeceklerdir ki her antlaşmalarda azınlık hakları meselesini belirtme mecburiyetinde kendilerini hissetmişlerdir. Kopenhag Kriterleri başarılı olmuş olsaydı sadece o kriterde belirtilmiş ve uygulamada pek tabi ki başarılı olunabilecekti.

Son adım olarak nitelendirebileceğimiz Lizbon Antlaşması’na bakıp bu bölümü tamamlayacağız.

Lizbon Antlaşması

Lizbon Antlaşması için Avrupa Birliği’nin özellikle azınlık meselesi adına atmış olduğu günümüz için konuşacak olursak son adım diyebiliriz. Lizbon Antlaşmasına genel olarak baktığımızda Avrupa Birliği’nin kurumsal yapısını ve işleyişini yeniden düzenleyen bir antlaşma olma özelliği taşımaktadır.[15]1 Aralık 2009 tarihinde yürürlüğe giren bu antlaşma bazı kimselere göre Avrupa azınlıkları için hayati önem taşıyan bir antlaşmadır. Peki, Avrupa azınlıkları için Lizbon Antlaşması’nın önemi nedir? Avrupa Azınlıkları Federal Birliği (FUEN) Direktörü Jan Diedrichsen’ın yapmış olduğu açıklamalara göre Avrupa Birliği özellikle 1 Aralık 2009 Lizbon Antlaşması’ndan sonra azınlık meselesi için artık sorumluluk alacaktır. Ancak bununla beraber Avrupa Birliği Anayasası’na atıfta bulunan Jan Diedrichsen, Anayasa’nın 2. Maddesi, Avrupa Birliği’nin insan onuru, özgürlük, demokrasi, eşitlik, hukukun üstünlüğü ve azınlık üyesi kişilerin hakları dahil insan haklarına saygı temelinde kurulduğunu ifade ederken Avrupa Birliği’nin amacı ile ilgili Anayasa’nın 3. Maddesi Avrupa Birliği’nin zengin kültürel ve dilsel çeşitliliğe saygı duyacağını ve Avrupa’nın kültürel mirasının korunarak güçlendirileceğini garanti edeceğini not ediyor. Ancak Lizbon Antlaşması’nın Avrupa Birliği azınlıklarının durumunda nasıl bir hukuki ve gerçek etki yaratacağı henüz netlik kazanmış değil.[16] Kısacası Jan Diedrichsen’e göre Lizbon Antlaşması duyarlılık açısından bir şeyler ortaya koysa da uygulama için atılmış henüz bir adım mevcut değil.

Öte yandan Lizbon Antlaşması’nın içeriğine baktığımızda azınlık meselesinin Avrupa Birliği’nin genişleme süreci çerçevesinden bakıldığını görmekteyiz. Bunun anlamı Avrupa Birliği’nin halen üye devletlerinden ziyade üye olacak devletlerle ilgilendiğidir. Bunun bir benzerini Kopenhag Kriterleri’nde görmüştük. Avrupa Birliği kendi üye devletlerinden ziyade üye olacak devletlerde bir takım azınlık hakların güvenceye alınmasını istemesi kendi üye devletlerinde azınlık sorunlarının devam ettiğini görmemezlikten gelmesi durumu ciddi sorun teşkil etmektedir. Kopenhag Kriterleri ile başlayan bu “samimiyetsiz tutum” Lizbon Antlaşması ile devam etmiştir. Öyle ki Avrupa Birliği üye olacak devletlerden pek tabiki bu tarz isteklerde bulunabilir. Hatta bu istekleri olmazsa olmaz şartlara da çevirebilir. Ancak kendi bünyesinde bulunan devletlerde böyle bir sorun varken ve bu vakaların sayısı azımsanmayacak kadar fazlayken ve buna karşı bir yaptırım veyahut bir önlem alamazken Avrupa Birliği’nin bu konu ile ilgili üye olacak devletlere şart koşması trajikomik bir durumdur.

Makalemizin ana konusu Çingeneler olduğu için meseleyi Çingeneler üzerinden değerlendirmek doğru olacaktır. Avrupa’da yukarıda da belirttiğimiz gibi sayısı hiç de azımsanmayacak derecede Çingene nüfusu vardır. Bu nüfus belli bir coğrafyadan ziyade tüm Avrupa’ya yayıldığı için Çingenelerin problemi birkaç devletten ziyade tüm Avrupa’yı ilgilendiren doğal olarak Avrupa Birliği’ni ilgilendiren bir sorun haline gelmiştir. İster Avrupa Birliği üyesi olsun, isterse olmasın. Tam da burada şunu da belirtmek gerekir ki Çingenelerin en çok dışlanmaya ve ezilmeye mahruz kaldıkları bölgeler genellikle Avrupa Birliği üyesi ülkelerin coğrafyalarıdır. Bu durumun örneklerini ayrıntılı bir şekilde bir sonraki bölümde değerlendirilecektir.

Son olarak Lizbon Antlaşması’nın azınlık meselesi için çok önemli bir adım olduğunu düşünenlerin Lizbon Antlaşması’ndan sonra Avrupa’da Çingenelerin Fransızlar tarafından sınırdışı edilmesine ne dedikleri merak konusu. Şimdi Avrupa Birliği üyesi ülkelerin Çingenelere bakışı ve birtakım çarpıcı örnekler vereceğimiz bölümümüze geçelim.

AVRUPA BİRLİĞİ ÜLKELERİ’NDE ÇİNGENELER

Tarih boyunca Avrupa kıtasında birçok azınlık grubuna karşı dışlamalar ötekileştirmeler olmuştur. Bu ötekileştirme ve dışlamalar çeşit çeşit azınlık gruplarına karşı yaşanmışsa da Avrupa tarihine baktığımızda belki de en çok dışlamaya maruz kalan kesimin Çingeneler olduğunu söylesek çok büyük bir hata yapmış sayılmayız. Öyle ki Çingeneler nereye giderlerse gitsinler hangi yılda olursak olalım ya da bulundukları yer Avrupa Birliği üyesi olsun ya da olmasın her zaman toplumdan izole edilmeye, dışlanmaya çalışılmışlardır.

Bu duruma örnek olarak Nazi Almanyasını verebiliriz. İkinci Dünya Savaşı ile ilgili hepimiz Yahudi Soykırımı’nın daha popüler olduğunu bilmekteyiz. Fakat Yahudi Soykırımı’nın yanında Çingenelerinde çeşitli soykırımlara maruz kaldığını görmekteyiz. Öyle ki Nazilerin gözünde o dönemde Çingeneler de Yahudiler gibi “yok edilmesi gereken aşağı ırklar” grubuna dahil edilmişti. Bununla beraber Alman Sağlık Bakanlığı’nın Irk Araştırmaları Bölümü’nden Eva Justin tarafından 1936 yılında hazırlanan bir doktora tezinde, Çingeneler “Alman ırkının saflığı için çok büyük bir tehlike” olarak tanımlanıyordu. 14 Aralık 1937’de yayınlanan bir karar ise Çingeneleri “iflah olmaz suçlular” olarak tanımladı ve Alman toplumundan izole edilmesi yönünde karar alındı.[17]Bu örnekler de Çingenelerin en az Yahudiler kadar dışlanmış olduğunun göstergesidir. Aynı zamanda bu örneklerle beraber Çingenelerin Avrupa’da sadece 1990’lardan itibaren bir dışlanmaya maruz kalmadığını, aynı zamanda bu ötekileştirme politikalarının Avrupa’da her zaman yaşandığının, bir türlü çözülemediğinin de göstergesidir. Bu izole durumu da tarih boyunca Çingenelerin homojen bir toplum olma yolundaki ideallerine engel olmuştur.

Makalemizin bu bölümünde Çingenelerin Avrupa Birliği’ne üye olan ülkelerde yaşamış oldukları dışlamalardan, ötekileştirmelerden bahsedeceğiz. Sayısı 100’leri bulan dışlanma vakalarını saymak yerine ana örnek ve yan örnekler alıp birkaç olayda konuyu özetlemek daha doğru olacaktır. Ana olayımız pek tabi ki 2011 yılında başlayan Fransızların Çingeneleri sınırdışı etme vakası olacaktır. Yan örnekler ise diğer Avrupa ülkelerinin Çingeneler üzerinde uygulamış oldukları baskılar ve dışlamalar olacaktır.

Bulgaristan’da Yaşayan Çingeneler

Bulgaristan bildiğimiz üzere Avrupa Birliği’ne 1 Ocak 2007 yılında dahil olmuştur. Burada Bulgaristan örneğine yer vermem de birçok neden mevcuttur. Bu nedenlerin birkaç tanesini sayacak olursak Bulgaristan’da Çingene nüfusunun her yıl gittikçe daha çok artmasıdır. Bu artış Bulgaristan’da ciddi etnik problemlerin ortaya çıkmasına maalesef neden olmuştur. Bu problemlerin de Çingeneler özelinde gerçekleşmesi makalemiz için yerinde örnekler teşkil edeceğini düşündüğümden Bulgaristan örneğini yan örnek olarak tercih ettiğimi söyleyebilirim. Öyle ki Bulgaristan’da nüfusun yüzde 10’unu Çingeneler oluşturmaktadır. Öte yandan Bulgaristan yukarıda da belirttiğimiz gibi 1 Ocak 2007 yılında Avrupa Birliği’ne dahil olmuştur. Bünyesinde böyle ciddi bir azınlık problemi barındıran Bulgaristan’ın Avrupa Birliği’ne nasıl üye olduğunun tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Bu nedenlerden dolayı tam da bu noktada Bulgaristan örneğine yer vermeye karar verdim.

Pek tabiki Bulgaristan’da Çingene nüfusunun bu derece hızla artıyor olması başlı başına problem değil ancak Bulgar hükümetlerinin Çingeneleri daima yoksul ve cahil bırakmaya yönelik politikaları Çingeneleri birçok yasadışı işlere yöneltmeye teşvik etmiştir. Bu durum da ister istemez Çingenelerin Bulgar toplumuna entegre olmasını zorlaştırmıştır.

Bununla beraber Bulgaristan’da Türklere olduğu kadar Çingenelere de ciddi ayrımcılık politikalarının var olduğunu görmekteyiz. Öyle ki Bulgaristan’da Vidin şehrinde Çingenelerin yaşadığı bir bölgeye 1 km’e yakın bir duvar örülerek Vidin şehrinden Çingene bölgesi ayrılmış durumda. Bu durum ciddi anlamda bir ayrımcılık yaşam hakkını Çingenelerin elinden almaktır. Bunu gerçekleştiren ülke 2007 yılında Avrupa Birliği’ne üye olmuş Bulgaristan’dır. DW Muhabirinin olayla ilgili haberine göre yerel yönetimin duvarı “güvenlik gerekçesiyle” inşa ettiklerini Çingenelere karşı hiçbir ayrımcılıkta bulunulmadığını açıkladığını görmekteyiz. Bu durumda sürecin nasıl işlediğini gözler önüne sermektedir. Acı olan duvarın örülmesinden sonra birçok Çingenenin duvarın öteki tarafını görebilmek için duvarda birçok delik oluşturduğunu görmekteyiz. Bu 21.yüzyılın dünyası ve üzerinde yaşayan insanlık için utanılması gereken ciddi bir problemdir. Bu konuda Avrupa Birliği’ne hiç olmadığı kadar çok iş düşmektedir. Yaptığı her antlaşmada ya da buna benzer her toplantıda azınlık hakları meselesini ağzından düşürmeyen Avrupa Birliği’nin böyle problemlerle boğuşmuş veyahut halen daha boğuşan bir devleti nasıl olurda Avrupa Birliği’ne alabilmektedir? Ya da aldıktan sonra bu tarz problemlerle uğraşan bir devlete nasıl olur da bir yaptırım uygulanmaz? Tüm bunları yapamazken bu kadar pasif kalabilirken daha sonra Avrupa Birliği azınlık hakları meselesi için söz sahibi olma hakkını kimden alabilmektedir? Ya da tüm bunlara rağmen henüz üye olmamış ülkelere nasıl olur da hala azınlık hakları meselesini bir şart olarak koşabilmektedir? Tüm bu sorular aslında azınlık hakları meselesinin Avrupa Birliği için ne derece önemli olmadığının göstergesidir.

Öte yandan Vidin şehrinde örülmüş duvar Bulgaristan’da Çingeneler özelinde yaşanmış ne ilk dışlama ne de son. Öyle ki 2011 yılında Çingenelerin yaşadığı mahallelere ciddi saldırılar düzenlenmiş birçok Çingene bu ırkçı saldırılar yüzünden hayatını kaybetmiştir. Bu olayın 2011 yılında gerçekleşmiş olması 2007 yılında Avrupa Birliği üyesi olan Bulgaristan için ayrıca üzerinde düşünülmesi gereken bir başka noktayı daha ortaya çıkarmaktadır. Demek ki Avrupa Birliği üye olarak kabul ettiği ülkeleri söylendiği gibi azınlık hakları meselesini halletmiş şekilde değil daha çok coğrafi etki alanı yüzünden bünyesine dahil etmektedir. Öte yandan ırkçı saldırılara tekrar dönecek olursak bu saldırıların alt yapısı bir Çingene olan Kirilov Raşkov’un bir Bulgar olan Angel Petrov’a bir trafik kazasında çarparak Angel Petrov’un ölümüne sebep olmasıdır. Bunu fırsata çevirmek isteyen Bulgar faşistleri Çingenelerin yaşamış olduğu mahallelere girerek Çingenelerin ev ve iş yerlerini ateşe vermişlerdir. Daha sonra Kirilov Raşkov’un tutuklanması Bulgar faşistlerini tatmin etmemiş olacak ki ırkçı saldırılar ülke geneline yayıldı ve ciddi sorunlar ortaya çıktı. Bu ırkçı saldırılara baktığımızda atılan sloganın “Temiz Bulgaristan” olması aslında tüm bu kargaşanın ana nedeninin ne olduğunu gözler önüne sermektedir.

Burada asıl üzerinde durulması gereken nokta tüm bu saldırıların 2007 yani Bulgaristan’ın Avrupa Birliği’ne üye olmasından sonra gerçekleşmiş olmasıdır. Bununla beraber Avrupa Birliği’nin konu ile ilgili herhangi bir yaptırımda bulunamaması ve pasif kalması üzerinde düşünmek gerekir.

Fransa’nın Çingeneleri Sınırdışı Etmesi

Konunun başlığı bir önceki Bulgaristan’ın Vidin şehrindeki örülen duvar kadar kötü ve dışlayıcı gözükmektedir. Bununla beraber sınırdışı etme işini Fransa’nın yapıyor olması Avrupa Birliği’nin göz ardı edemeyeceği bir durum olmuştur. Azınlık meselesi için her fırsatta pasif ve etkisiz kalmayı tercih eden Avrupa Birliği söz konusu Fransa olunca pasif kalamayacağını anlamış olacak ki tepkisi belli eden bir takım açıklamalarda bulunmuştur. Buna rağmen Fransa Çingeneleri sınırdışı etmeye devam etmiştir. Sınırdışı etme olayının iç yüzüne inecek olursak birçok nedenin olduğunu söylemek mümkündür. En azından öyle tahmin edilmektedir. Bunlardan ilki Sarkozy’nin sağ seçmenin oylarını kazanmak için böyle bir politikaya soyunduğudur. Öyle ki dönem itibariyle seçime yaklaşan Fransa’nın böyle bir nedenden dolayı sınırdışı etme politikasına yönelmesi yine de anlaşılabilir bir durum değildir. Bununla beraber halkın da bu sınırdışı edilme olaylarına protesto etmek yerine destek vermesi ciddi anlamda şaşırtıcı bir durumdur. Her fırsatta azınlık haklarından insan hakları adalet ve eşitlikten bahseden Avrupa ve başta Fransız halkının bu olaya destek vermesi ciddi bir çelişkidir. Yine de bu desteğin sanıldığı üzere yüzde 70-80’lerde olmaması gelecek için umut verici olsa gerek. Tam verilere bakacak olursak Fransızların yüzde 48’i bu sınırdışı olayını desteklerden yüzde 42’si ise bu olayın yanlış olduğunu düşünmektedir.

Yukarıda olayın Fransa’da gerçekleşmesi üzerinde Avrupa Birliği’nin tamamen sessiz kalamadığını söylemiştik. Konuyla ilgili Avrupa Konseyi’nin Irkçılık, Yabancı Düşmanlığı ve Hoşgörüsüzlükle Mücadele organı (ECRI), Haziran ayında yayımladığı Fransa raporunda, Romanya ve Bulgaristan’dan gelen Çingeneleri sınır dışı etmemesi konusunda Fransız hükümetini uyarmıştı. Bu pek tabi ki cılız etkisiz bir tepki olacak ki Fransızlar Çingeneleri sınırdışı etmeye devam etmişlerdir. Öyle ki Fransız Göç Bakanlığı’na göre 8 ayda Fransızlar 8 bin 30 Çingeneyi sınırdışı etmişlerdir.[18]

Öte yandan Fransızlar sınırdışı etme meselesi için hiçbir masraftan kaçınmamaktadırlar. Örnek olarak Fransızlar Çingenelerin sınırdışı edilebilmesi için Paris’ten ve Lyon kentlerinden özel uçaklar kaldırarak bu sürecin daha hızlı ilerlemesini istedikleri açıkça belli etmişlerdir. Bununla beraber Fransızların sınırdışı etme meselesiyle ilgili her sınırdışına çıkan Çingeneleri belli miktarda paralar bile verildiği bilinmektedir. Bu verilen miktarın yaklaşık olarak 300’er Euro olduğunu söylemek mümkün. Bununla ilgili olarak BBC’de ülkelerine gönüllü olarak dönmeye razı olan 79 Çingene kendilerine 300’er euro ödenerek Romanya’ya gönderildi şeklinde haberler görmek mümkün.

Bununla beraber Çingenelerin Fransa’da sınırdışı edilmesi Avrupa Birliği için ciddi bir problemdir. Avrupa Birliği’nin temellerini atan ülkelerden biri olan Fransa’nın 2011 gibi bir yıla gelmişken böyle bir olay ile anılması hem kendi için hem de kurucusu olduğu Avrupa Birliği için ciddi soru işaretlerinin doğmasına ve meşruiyet sorunun ortaya çıkmasına neden oldu. Öte yandan Avrupa Birliği’nin bu zamana kadar azınlık meselesi ile ilgili atmış olduğu adımların fayda getirmediğini daha doğrusu hiçbir şey değiştirmediğinin de göstergesi olmuş oldu. Öyle ki bu sınırdışı edilme olaylarının 2011 yılında patlak vermesi de tarihsel olarak önemlidir. Çünkü azınlık meselesi adına son görüşme olan Lizbon Antlaşması 2009 tarihli bir antlaşmadır ve kendi içerisinde birçok önemli görüşlere imza atmıştır. Bu önemli görüşmeler özellikle azınlık meselesi için de önemlidir. Fakat Lizbon Antlaşması’ndan sonra hem de 2 yıl sonra böyle ciddi bir olayın patlak verebilmesi, Lizbon Antlaşması ve buna benzer antlaşmaların ülke nezdinde hiç de önemli olmadığını gözler önüne sermektedir. Sonuç olarak Lizbon Antlaşması’ndaki maddeler ve Avrupa Birliği’nin tüm uyarılarına rağmen Fransa hükümeti Çingeneleri sınırdışı etmeye devam etmiştir. Bununla beraber hiçbir yaptırımla karşı karşıya kalmamıştır. Bu da Avrupa Birliği’nin bir noksanıdır diyebiliriz.

SONUÇ

Makalemizin başından sonuna kadar azınlık hakları meselesini Avrupa Birliği özelinde ve Çingenelerin durumunu da göz önüne alarak incelemeye çalıştık. Bu noktada Avrupa Birliği’nin atmış olduğu adımların her ne kadar yerinde olduğu söylemek mümkün olsa da bu adımların uygulanabilirliğini takip ve yaptırım açısından Avrupa Birliği sınıfta kalmıştır diyebiliriz. Öte yandan makalemize baktığımızda Avrupa Birliği’nin özellikle üye devletler ile üye olacak devletler arasında azınlık meselesi için ayrım gözettiğini söyleyebiliriz. Bununla beraber Avrupa Birliği’nin bu davranışının samimiyetsiz olarak algılandığı sonucunu da çıkarmak mümkündür. Öte yandan çıkarılabilecek sonuçlar arasında Çingenelerin tarih boyunca hangi coğrafya da olurlarsa olsunlar her zaman bulundukları toplumlardan dışlandıklarını, entegre olmak istemelerine rağmen buna izin verilmediği sonucunu da çıkarmaktayız. Sonuç olarak Çingenelerin Avrupa özelinde özellikle azınlık hakları meselesinde Avrupa’nın kanayan yarası olduğunu söyleyebiliriz.

ÇÖZÜM

Azınlık hakları meselesi için bir çözüm yolu arayacak olursak bu meselesin sorunlarını ön plana çıkarmak gerekir. Azınlık hakları daha doğrusu Çingeneler özelinde azınlık haklarına baktığımızda bu durumun yerel olarak kalması bir türlü evrensel bir konsensus olamaması ciddi bir sorundur. Bunun için çözüm önerimiz azınlık hakları meselesinin yerelden ziyade evrensel olması gerektiğidir. Bunun için de Avrupa Birliği gibi diğer bölgesel örgütlerinde elini taşın altına koyması gerekmektedir. Öte yandan bir diğer sorun Avrupa Birliği’nin yaptırım problemidir. Avrupa Birliği yukarıda da örnek verdiğimiz gibi birçok azınlık meselesi için yaptırım konularında pasif ve etkisiz kalmıştır. Bu durum birçok diğer azınlık meselesinin oluşmasına ya da zemin hazırlanmasına neden olmuştur. Bu yüzden bu sorunun çözümü için Avrupa Birliği’nin daha aktif ve yaptırım uygulayabilecek bir örgüt olması gerekir. Bunun için Avrupa Birliği’nin samimi davranıp her üyesine daha doğrusu üyesi olan ve üyesi olmak isteyen devletlere eşit ve adaletli davranması gerekir. En azından bu güveni tekrardan kazanması gerekir.

 

İlker YILMAZ
SASAM Stajyeri – Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğrencisi
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.
Sahipkıran AKADEMİ kategorisinde yayınlanan diğer yazılar için tıklayınız.

_____________________

DİPNOTLAR

[1] Hasan DURAN ve Hakan ARIDEMİR: ‘Rum Azınlık Özelinde Türkiye’de Uygulanan Azınlıklar Rejimi’, Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi, C.1, S.4, (2005), s.1.

[2] Baskın ORAN: Türkiye’de Azınlıklar-Kavramlar, Teori, Lozan, İç Mevzuat, İçtihat, Uygulama, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2005), s. 25–26.

[3] Capotorti, a.g.k., par. 568.

[4] “Avrupa’nın Vatansızları Çingeneler” http://www.haksozhaber.net/avrupanin-vatansizlari-cingeneler-33269h.htm 30.12.2017 18:48

[5] “Avrupa’nın Vatansızları Çingeneler” http://www.haksozhaber.net/avrupanin-vatansizlari-cingeneler-33269h.htm 30.12.2017 18:57

[6] “Avrupa’nın Vatansızları Çingeneler” http://www.haksozhaber.net/avrupanin-vatansizlari-cingeneler-33269h.htm  30.12.2017 18:38

[7] “Avrupa’nın Vatansızları Çingeneler” http://www.haksozhaber.net/avrupanin-vatansizlari-cingeneler-33269h.htm  07.01.2018  13:55

[8] Erol KURUBAŞ: a.g.e., s.124-126.

[9] J.Jackson PREECE: ‘National Minority Rights vs. State Sovereignty in Europe: Changing Norms in International Relations?’, Nations and Nationalism, C. 3, S. 3, (1997), s. 349.

[10] J.Jackson PREECE: ‘National…’, s. 351-353.

[11] Kamer KASIM: ‘Avrupa Birliği Üyelik Sürecinde Kıbrıs, Ermeni Sorunu ve Azınlıklar’, Avrasya Dosyası, C. 11, s. 1, (2006), s.106.

[12]“Macaristan” https://www.avrupa.info.tr/tr/macaristan-81  7.01.2018 14:47

[13] “Avrupa Anayasası imzalandı“ http://arsiv.sabah.com.tr/2004/10/29/dun98.html 7.01.2018 15:11

[14] “Avrupa Birliği Anayasası” http://www.cu.edu.tr/insanlar/mceker/avrupa%20birli%C4%9Fi%20hukuku%20dersi.htm 7.01.2018 15:20

[15] “Avrupa Birliği’nde Lizbon Antlaşması dönemi bugün başlıyor” https://www.abttf.org/html/index.php?link=detay&id=2408&grup=4&arsiv=1 08.01.2018 14:25

[16] “Avrupa Birliği’nde Lizbon Antlaşması dönemi bugün başlıyor” https://www.abttf.org/html/index.php?link=detay&id=2408&grup=4&arsiv=1 08.01.2018 14:25

[17] “Unutturulan Tarih:Çingene Soykırımı” https://bilimvegelecek.com.tr/unutturulan-tarih-cingene-soykirimi/ 12.01.2018 14:44

[18] “Fransız hükümeti, Romanları sınırdışı etmeye devam ediyor.” https://www.ntv.com.tr/dunya/sarkozy-romanlari-sinirdisi-etmeyi-surduruyor,Cx1yvuM3002Fn2EGaWUZjQ 12.01.2018 16:10

 

sahipkiran Hakkında

Sahipkıran; 1 Aralık 2012 tarihinde kurulmuş, Ankara merkezli bir Stratejik Araştırmalar Merkezidir. Merkezimiz; a) Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü savunan; ülkemizin her alanda daha ileri gitmesi ve milletimizin daha müreffeh bir hayata kavuşması için elinden geldiği ölçüde katkı sağlamak isteyen her görüş ve inanıştan insanı bir araya getirmek, b) Ülke sorunları, yerel sorunlar ve yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın sorunlarına yönelik araştırma ve incelemeler yaparak, bu sorunlara çözüm önerileri üretmek, bu önerileri yayınlamak, c) Tespit edilen sorunların çözümüne yönelik ulusal veya uluslararası projeler yürütmek veya yürütülen projelere katılmak, ç) Tespit edilen sorunlar ve çözüm önerilerimize ilişkin seminer ve konferanslar düzenleyerek, vatandaşlarımızı bilinçlendirmek, amacıyla kurulmuştur.

Yorum Ekleyebilirsiniz


%d blogcu bunu beğendi: