Twitter Facebook Linkedin Youtube

ÖLÜMCÜL KİMLİKLER (KİTAP ÖZETİ)

Ayşenur ÇETİN

”Bana içimin derinliğinde ne olduğum sorulduğunda, bunda herkesin içinin derinliğinde ağır basan tek bir aidiyetin, bir bakıma kişinin derin gerçekliğinin, doğarken ebediyen belirlenen ve artık değişmeyecek olan ‘öz’ünün var olduğu inanışı yatıyor; sanki geri kalanın, bütün geri kalanın -özgür insan olarak kat ettiği yolun, benimsediği inanışların, tercihleri, kendine özel duygusallığının, yakınlıklarının, sonuçta yaşamının- hiçbir önemi yokmuş gibi..”

Toplumbilimci gazeteci Amin Maalouf tarafından kaleme alınmış olan Ölümcül Kimlikler, detaylı sorgulamalar eşliğinde yazılmış, kimlikler ve bu kimliklerin bireylere ve toplumlara yansımalarını temel almış bir denemedir. Yazarın denemeyi yazma amacı, kendi deyimi ile önemi kimilerince sık vurgulanan kimlik arzusu ve bunun beraberindeki ölümcül sapmalar hakkında detaylı bilgi vermek, ortaya bir fikir koymak; okuyucu tarafından buna tanıklık edilmesini ve bu konu üzerine düşünülmesini sağlamaktır. Daha özelde ise kitabın amacı, neden bugün bunca insanın dinsel, etnik, ulusal ya da başka kimlikleri altında cinayetler işlediğini anlamaya çalışmaktır. Kitap dört kısımdan oluşmaktadır.

İlk kısım olan Kimliğim, aidiyetlerim başlığı altında yazar, kendisi üzerinden kimlik sorununu tespit etme odaklıdır. Bir Lübnanlı, bir Arap, bir Hıristiyan ve aynı zamanda bir Fransız Vatandaşı olan Maalouf, farklı medeniyetler ve dinler arasında yaşama fırsatı bulmuş, sahip olduğu karışık kimliklerin her birini kendisiyle özleştirmiş bir dünya insanı olma amacından söz etmektedir. Yazara göre, pek çok şey onu her Hıristiyan’dan ayırıyor, tıpkı her Arap ve her Müslüman’dan ayırdığı gibi, ama her biriyle arasında, biri dinsel ve entelektüel, öteki dilbilimsel ve kültürel bağlamda, yadsınamayacak bir akrabalığı olduğunu da ilave ediyor. Buna ek olarak, inançlarının tehdit altında olduğunu hisseden insanlar arasında, bütün kimliklerini özetler gibi görünen şeyin dinsel aidiyet olduğu, fakat eğer tehdit altında olan anadilleri ve etnik gruplarıysa, o zaman bu kişilerin dindaşlarıyla dahi kıyasıya savaşabileceği tespiti ile yazar, kimliğin kimi zaman dinsel aidiyetlerin önüne geçebileceğini vurguluyor. Öte yandan, bir kimlik adı altında binlerce hatta milyonlarca insanı genelleştirmenin haksız yargılaması üzerine de bu bölümde oldukça değiniliyor. Yazara göre kuşkusuz bir Sırp bir Hırvat’tan farklıdır, ama her Sırp da bütün öteki Sırplardan farklıdır ve her Hırvat da bütün öteki Hırvatlardan farklıdır. Gene Lübnanlı bir Hıristiyan Lübnanlı bir Müslüman’dan farklıysa, birbirinin aynısı iki Lübnanlı Hıristiyan da yoktur, ne de iki Müslüman. Dünyada birbirinin eşi iki Fransız, iki Afrikalı, iki Arap ya da iki Yahudi de yoktur. İnsanlar birbirinin yerini tutamazken, kolayına kaçıp farklı insanların aynı kefeye konulmasını, gene kolaylık olsun diye onlara cinayetler, toplu eylemler, ortak görüşler yüklenmesini eleştiriyor Maalouf. ‘Sırplar katliam yaptı..’, ‘İngilizler yağmaladı..’, ‘Yahudiler el koydu..’, ‘Siyahlar ateşe verdi..’, ‘Araplar reddediyor..’  Maalof’a göre, bizlerin bu duygusuzca yargıları kimi zaman kanla sona eriyor çünkü başkalarını çoğu zaman en dar aidiyetleri içine sıkıştıran bizim bakışımız ve onları özgür kılacak da gene bizim bakışımız. O halde çağdaşlarımız, bizlerin önyargıları olmaksızın, çoğul kimliklerini benimsemeye yüreklendirilmeli, kimlik ihtiyaçlarını farklı kültürlere samimi ve komplekslerden arınmış bir açılmayla uzlaştırabilmeliler.

Kitabın ikinci kısmı olan Modernlik Öteki’nden gelince’ de yazar, dini aidiyetler etrafında, kendini bir inanç sistemi içerisine oturtmuş olan bireylerin, diğer inanç sistemindeki bireylere ve toplumlara olan bakış açısını ele alıyor. Yazarın mücadele ettiği ve daima edeceğini söylediği şey, bir yanda, her zaman için modernizmi, özgürlüğü, hoşgörü ve demokrasiyi taşımaya yazgılı bir din -Hıristiyanlık-, öbür yanda ise, en başından beri despotizme ve karanlıkçılığa adanmış başka bir din -Müslümanlık- olduğunu ileri süren düşüncedir. Yazara göre bu yanlıştır, tehlikelidir ve insanlığın büyük bir kesimi için tüm gelecek ufuklarını karartmaktadır. Maalouf bu fikrini şöyle açıklıyor: ” Hiçbir din hoşgörüsüzlükten soyutlanmış değildir ama bu iki ‘rakip’ dinin bir bilançosu yapılacak olsa, İslam hiç de fena görünmez.. Eğer atalarım, Müslüman orduları tarafından fethedilen bir ülkede Hıristiyan olmak yerine, Hıristiyanlar tarafından fethedilen bir ülkede Müslüman olsalardı, onların inançlarını koruyarak on dört yüzyıl köy ve kentlerinde yaşamaya devam edebileceklerini sanmıyorum. Gerçekten de, İspanya’daki Müslümanlara ne oldu? Ya Sicilya’daki Müslümanlara? Yok oldular, tek kişi kalmamacasına katledildiler, sürgüne zorlandılar ya da cebren Hıristiyan edildiler.” Öte yandan yazar şu iki düşüncenin de çürütülmeyi hak ettiğini ileri sürüyor; Müslüman dünyasının hoşgörü konusundaki ‘toplam olarak olumlu’ tarihi bilançosuna bakarak, günümüzdeki aşırılıkları gelip geçici durumlar olarak gören düşünce, ve tersine, bugünkü hoşgörüsüzlüğü temel alıp, geçmişteki tavrı içi boş bir anıya dönüştüren düşünce. Peki uzun bir hoşgörüsüzlük geleneği olan, ötekiyle yan yana yaşamaktan her zaman rahatsızlık duymuş olan Hıristiyan Batı ifade özgürlüğüne saygılı toplumlar ortaya çıkarabilmişken, uzun zaman yan yana birlikteliği uygulamış olan Müslüman dünyası neden artık fanatizmin kalesi olarak görülüyor? Maalouf’a göre bunun nedeni, dinlerin halklar üzerindeki etkisi fazlaca abartılırken, halkların dinler üzerine olan etkisi dikkate alınmıyor. Yani günümüzde İslam coğrafyalarında yaşanan ve bir kesim Müslümanlar tarafından desteklenen aşırılıklar, Müslümanlık tarihinin saf bir ürünü değil, çağımızın gerginliklerinin, çarpıklıklarının, uygulamalarının, umutsuzluklarının bir ürünüdür diyebiliriz. Engizisyoncuların odun ateşinin ya da ilahi hakka sahip monarşinin Hıristiyanlığın ayrılmaz parçası olmadığı nasıl ortaya çıktıysa, Cezayir’de, Afganistan’da, az çok her yerde karşımıza çıkan şiddet, gericilik, zorbalık, zulümle dolu bu manzaranın da İslam’ın özüne has olmadığı ortaya çıkarılmalıdır.

Aynı zamanda kimilerince çok bariz bir gerçek olan, İslam’ın yeniliklere ve modernleşmeye uygun olmayan bir din olduğu, Batı hızla ilerlerken Arap dünyası ve Müslümanların yerinde saydığı kanısına karşılık yazar, dinin modernleşme ve gelişme üzerinde bir parça etkisinin olabileceği ama daha çok bunun kurbanı olabileceğini dile getiriyor. Yazara göre Avrupa’yı modernleştiren Hıristiyanlık değil, Hıristiyanlık dinini modernleştiren Batı toplumudur. Bu sebepten, Müslümanlık modernleştirilemez olduğu için değil, toplumun kendisi modernleşemediği için geride kalmış gözükmektedir.

Gezegensel Kabileler Zamanı isimli üçüncü kısımda yazar, tarihin bazı anlarında ortaya çıkan, çok sayıda insanın, kimlik ve aidiyetlerinden bir öğeyi ötekilerin zararına olarak yüceltmeye başlamasını sorgulamaktadır. İçinde bulunduğumuz küresel dönemden söz edecek olursak, insanlar hiçbir zaman bu kadar ortak şeye sahip olmamışlardı, bu kadar ortak bilgiye, bu kadar ortak referansa, bu kadar imaja, bu kadar söyleme, bu kadar paylaşılan araca, ama bu, birilerini ve ötekilerini farklılıklarını daha da vurgulamaya itiyor. Yani denilebilir ki, hızlı küreselleşme kimlik ihtiyacının güçlenmesi gibi bir tepkiye yol açıyor. İnsan kimi zaman, bu kadar gazete, radyo, televizyonla binlerce farklı görüş duyacağı hayaline kapılıyor. Sonra bakıyor ki, durum bunun tam tersi; bu megafonların gücü o anın hâkim görüşünü genişletip yaymaktan başka işe yaramıyor. Görüntü ve sözcük bombardımanı eleştirel düşünceyi her zaman besleyemiyor. Oysa insanların bu denli ortak paydada toplanmasının, evrenselliğin yaygınlaşmasına sebebiyet vermesi umulurdu. Evrenselliğin temel ön gerçeği, insanlık onuruna ilişkin haklar olduğu, hiç kimsenin dini, rengi, milliyeti, cinsiyeti ya da daha başka nedenler yüzünden hemcinslerini bu haklardan yoksun bırakamayacağıdır. Eğer evrensellik hiç ayrım yapmadan bütün insanları ilgilendiren değerler olduğunu peşinen kabul etmiyorsa, bu kavram anlamından boşalır. Zira bu değerler her şeyden önce gelir.

Yazara göre kimlik kavramına bu nedensiz haykırmaların dışında farklı bir bakış açısı getirildiğinde insanca bir özgürlük yolunun çizilmesine katkıda bulunulabilir.

Kitabın son kısmı olan Panteri Evcilleştirmek adlı bölümde Maalouf, dünyalılaşmanın kimliğe ilişkin davranışları nasıl azdırdığını ve günün birinde bunları nasıl daha az ölümcül hale getirebileceğini anlamayı deniyor. Peki neden panter? Çünkü eziyet edildiğinde öldürür, çünkü serbest bırakılırsa öldürür, en kötüsü de yaralandıktan sonra onu doğaya bırakmaktır. Ama gene de panter, çünkü panter evcilleştirilebilir de ondan. Bu nitelikler çerçevesinde kitapta panter-kimlik benzetmesi yapılıyor, kimlik kavramına ne işkenceyle ne de merhametle davranılmaması, ama serinkanlılıkla gözlemlenmesi, incelenmesi, anlaşılması sonra dizginlenmesi ve evcilleştirilmesi gerektiği belirtiliyor. Yazar bu bölümde, dünyalılaşmanın tek yönlü işlemesinin felakete sebep olacağını saptıyor; bir yanda ‘evrensel vericiler’, öte yanda ‘alıcılar’; bir yanda ‘norm’, öte yanda ‘istisnalar’; bir yanda dünyanın geri kalanının onlara bir şey öğretemeyeceğini sananlar, öte yanda dünyanın asla kendilerini dinlemek istemeyeceğine inananlar. Buna karşılık herkes modernliği hep başkalarından ödünç alma izlenimine kapılmak yerine, kendi içine sindirip özümseyebilmelidir, şeklinde devam ediyor satırlar.

Buna ek olarak, son kısımda kimliklerin bir arada ve özgürce yaşayabilmesine yönelik bir çözüm olarak ileri sürülen ‘demokrasi’ kavramı ele alınıyor. Yazara göre, demokrasi var, demokrasi var.; ve bu alandaki ölümcül çarpıklıklar, diktatörlüğünkilerden aşağı kalmıyor. Çok kültürlülüğün korunması ve demokrasinin temel ilkelerine saygı konusunda iki yol özellikle tehlikeli görünüyor; kuşkusuz, saçmalığa vardırılan bir kota sistemi, ama bir o kadar da, bunun tam tersi bir seçim olan, hiçbir sınır çizmeden sadece çoğunluk yasasını dikkate alan sistem. Çoğunluk yasası her zaman demokrasiyle, özgürlükle ve eşitlikle eşanlamlı olmuyor; kimi zaman zorbalıkla, köleleştirmeyle ve ayrımcılıkla eşanlamlı olabiliyor. Demokratların rolü artık çoğunluğun tercihlerini en ön plana çıkartmak değil, gerekirse çoğunluk kuralına karşı, ezilenlerin haklarına saygı duyulmasını sağlamak olmalıdır. Demokraside kutsal olan, mekanizmalar değil, değerlerdir. Mutlaka ve en küçük bir ödün vermeden saygı gösterilmesi gereken şey, insanların, inançları ve renkleri ne olursa olsun, sayısal önemleri ne olursa olsun, kadın, erkek ve çocuk, bütün insanların onurudur; oylama biçimi bu zorunluluğa uygun hale getirilmelidir.

Amin Maalouf kitabını bitirirken, denemede altı çizilmiş olan kimlik ve ötekileştirme sorunlarının gelecek nesillere taşınmaması yönündeki umudunu şu sözlerle dile getiriyor; ”Umarım ki torunum yetişkin biri olup da, günün birinde rastlantıyla aile kitaplığında bu eseri keşfettiğinde biraz sayfalarını karıştırsın, biraz göz atsın, sonra omuz silkerek ve büyükbabasının zamanında hala böyle şeylerin konuşulmasına ihtiyaç duyuluşuna hayret ederek hemen aldığı tozlu yere geri koysun.”

 

Ayşenur ÇETİN – SASAM Stajyeri
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler 3. Sınf Öğrencisi
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

sahipkiran Hakkında

Sahipkıran; 1 Aralık 2012 tarihinde kurulmuş, Ankara merkezli bir Stratejik Araştırmalar Merkezidir. Merkezimiz; a) Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü savunan; ülkemizin her alanda daha ileri gitmesi ve milletimizin daha müreffeh bir hayata kavuşması için elinden geldiği ölçüde katkı sağlamak isteyen her görüş ve inanıştan insanı bir araya getirmek, b) Ülke sorunları, yerel sorunlar ve yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın sorunlarına yönelik araştırma ve incelemeler yaparak, bu sorunlara çözüm önerileri üretmek, bu önerileri yayınlamak, c) Tespit edilen sorunların çözümüne yönelik ulusal veya uluslararası projeler yürütmek veya yürütülen projelere katılmak, ç) Tespit edilen sorunlar ve çözüm önerilerimize ilişkin seminer ve konferanslar düzenleyerek, vatandaşlarımızı bilinçlendirmek, amacıyla kurulmuştur.

Yorum Ekleyebilirsiniz


%d blogcu bunu beğendi: