Twitter Facebook Linkedin Youtube

BARIŞ İÇİN SAVAŞ; KIBRIS HAREKATI

Zafer TEKİN

Kıbrıs, Akdeniz’in 9.251 km²’lik yüz ölçümü ile Sicilya ve Sardunya adalarından sonra en büyük kara parçası olmasının yanı sıra, Anadolu, Ortadoğu ve Mısır’a olan yakınlığı nedeniyle jeopolitik yönden en önemli adasıdır. Ancak bu jeopolitik önem, tarih boyunca Kıbrıs Adası sakinlerinin ve sahiplerinin aleyhlerine olmuş, uçsuz bucaksız portakal bahçeleri, yeşilin her tonuyla bezenmiş ağaçlarla kaplı dağları, Akdeniz’in ılık sularıyla günün her saatinde yıkanan kumsallara sahip bu güzel topraklarda yaşayan insanların savaşlar, tehditler, kavgalar ve ölümler sürekli yüzleştikleri acı gerçekleri olmuştur.

Ortadoğu ve Anadolu’ya hâkim olan kavimlerin hemen tamamı, tarihsel süreçleri boyunca Kıbrıs’a da hâkim olmuşlardır. Bu topraklardan geçen Hititler, Mısırlılar, Fenikeliler, Akalar, Asurlar, Persler, Romalılar ve Bizanslılar sırasıyla gelip geçmiştir bu küçük ama önemli Ada’dan. İslamiyet’in gelişmeye ve genişlemeye başladığı zaman dilimlerinde, Emeviler ve Abbasiler döneminde Ada’ya Müslümanlar ayak bassa da Haçlı Seferleri sırasında İngiltere Kralı Aslan Yürekli Rişard, Kıbrıs’ı o dönemdeki sahipleri olan Bizanslılardan alarak Kıbrıs Krallığını kurar ve Lusignan’ı da Kral ilan eder. İlerleyen yıllarda Kıbrıs son olarak Venediklilerin hâkimiyetine girer ve bir müddette Venediklilerin kontrolünde kalır. Bu dönem Osmanlı İmparatorluğu’nun güneş gibi yükseldiği dönemdir ve karada ve denizde önünde kimse duramamaktadır. Kanuni Sultan Süleyman’ın padişahlığı döneminde, üç kıtada göz kamaştırıcı bir yükseliş devri yaşayan Türkler, Akdeniz’i bir Türk gölüne çevirmiştir, ancak Kıbrıs’ın fethi Kanuni’nin oğlu 2. Selim devrinde gerçekleşecektir.

Tarihler 1571 yılının ağustos ayını gösterdiğinde, 13 aylık uzun bir muhasara döneminden sonra Kıbrıs Türkler tarafından fethedilir. Aynı senenin ekim ayında, Kıbrıs’ın intikamını almak isteyen Haçlılar, İnebahtı Deniz Savaşında Osmanlı Donanmasının büyük kısmını yok ederek önemli bir zafer kazandıklarını düşünürler. Bu durum karşısında Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa, Venedik büyükelçisine şu tarihi cevabı verir; “Biz Kıbrıs’ı almakla sizin kolunuzu kestik, siz İnebahtı’da bizi yenmekle, sakalımızı tıraş ettiniz. Kesilen kolun yerine yenisi gelmez, fakat kesilen sakalın gür çıkar.”  Gerçekten de, Osmanlı altı ay gibi kısa bir sürede İnebahtı’da haçlılar tarafından yok edilen donanmadan çok daha kuvvetlisini yaprak denizlere açılacaktır.

Kıbrıs fethedildikten sonra, bir Osmanlı geleneği olarak, Kayseri, Konya, Niğde, Manavgat gibi Anadolu’nun çeşitli yerlerinden yaklaşık 30 bin Müslüman Türk zorunlu olarak Ada’da iskana tabi tutulur. O günlerden bu günlere dek adadaki Türk varlığının temelini oluşturan bu insanlara, yine o dönemde 30 bin de Osmanlı askeri eşlik etmiştir. Kıbrıs’ın Osmanlıların eline geçmesinden sonra, yine bir Osmanlı geleneği olarak adaya huzur ve barış gelmiş, kimsenin dinine, diline ve kültürüne müdahale edilmemiş ve yüzyıllar boyunca sürecek güven ve istikrarın temeli atılmıştır. Diğer taraftan, Türkler Kıbrıs’ı fethettikten sonra toplu olarak göçle Ada’ya gelip yerleşmiş ve yüzyıllar boyu burada var olmalarına karşın, Yunanlıların ada ile ilişkileri son derece kısıtlı olmakla birlikte, tarihin hiçbir döneminde Kıbrıs’ta egemenlikleri de olmamıştır.

Tarihte Yunanlılar hiçbir zaman Kıbrıs’ta bir egemenlik kuramamışlardır. Ayrıca Yunanistan’dan Ada’ya hiçbir devirde toplu bir göç de olmamıştır. Yunanlıların Kıbrıs’la ilgileri eski devirlerde gemicilik yapan ve ticaretle uğraşan bazı Yunanlıların Ada’nın bazı limanlarına koloniler halinde yerleşmelerinden öteye geçmemiştir. Tarihteki istilalardan anlaşılacağı üzere, eski Ada halkı melez bir halktır. Fakat bunlar Yunan uygarlığının etkisi altında kalmış, Bizans döneminde de Ortodoks dininin ve Rumca’nın resmi dil olarak kabulü ile de Rumlaşma tamamlanmıştır.”[1]

Ancak değişen güç dengeleri ve kendini sürekli geliştiren milliyetçilik düşünceleri karşısında, Osmanlı’nın zamanla eski ihtişamlı gücünü kaybetmesi, İmparatorluğun tüm sınırlarında olduğu gibi Kıbrıs üzerinde de kendini göstermeye başlayacaktır. Özellikle, 1814 yılında, Rusya sınırları içinde daha sonra ismini “Etniki Eterya” olarak değiştirecek olan Filiki Eterya (Büyük Yunanistan) adlı örgütün kurulması ve dünya üzerindeki tüm Rumlar’ı İstanbul’un Türkler’den alınmasına yönelik “Megola İdea” yani “büyük ideal” düşüncesi her geçen gün daha fazla taraftar bulmakta ve söz konusu taraftarlarına büyük bir heyecan vermektedir. Bu heyecan verici düşünce ilk ateşini Mora Yarımadasında yakar ve 1821 yılında büyük bir ayaklanma çıkar. İsyana Kıbrıs Rum Başpiskopos’u Kiprianos’ta, gönüllü, silah ve para yardımında bulunmuş, bilahare de bu yüzden Kıbrıs Valisi Mehmed Bey tarafından kendisine yardım ve yataklık eden on dört papazla birlikte idam edilmiştir. Mora İsyanı Osmanlı tarafından bastırılır ancak, 1829 yılında Yunanistan Osmanlı’dan ayrılarak bağımsızlığını kazanır. Bu bağımsızlık Megola İdea’nın gerçekleşeceğine yönelik umutların ve heyecanların artmasına sebep olur ve her geçen gün bu uğurda yapılan çalışmaların güç bulmasına neden olur.

Tarihte 93 harbi olarak bilinen, Osmanlı-Rus Savaşı sonucu Kıbrıs için yeni dönemin de başlangıcı olacaktır. Söz konusu savaş sonunda, Yunanlıların payına Taselya ve Epir bölgesinde bir kısım toprak düşerken, Kıbrıs Adası’da İngiltere’ye arabuluculuk yapması dolayısıyla Sultan Abdülhamit Han tarafından bırakılmıştır. Zira 93 Harbi sonunda Ruslarla imzalanan Ayastafanos Antlaşması ile Rumeli’nin tamamı Osmanlı’nın elinden çıkarken, İngilizlerin olaya müdahale etmesi ile bu antlaşma uygulanmamış ve bilahare yapılan Berlin Antlaşması ile Osmanlı’nın büyük toprak kayıpları bir nebze telafi edilmiştir.

Kıbrıs’ın İngilizlere bırakılması, bu topraklarda süregelen yaklaşık 300 yıllık Türk devrinin bitmesi demektir. Ada her ne kadar hukuken Osmanlı’ya bağlı görünse de, gerçekte artık İngilizler oradadır ve her yerde İngiliz bayrakları dalgalanmaktır.  Zaten İngilizler 1. Dünya Savaşı başında da fiili olarak bulundukları Kıbrıs’ı resmen ilhak ettiklerini ilan edeceklerdir. Bu durum Kıbrıs’ta ve Yunanistan’da yaşayan Rumlar için büyük bir imkân ve fırsatın da doğmasına sebep olmuş ve “Megola İdea” yolunda taşların daha kolay döşenmesini sağlamıştır. Ayrıca yine bu durum Kıbrıs Adasının Yunanistan’la birleşmesi, yani “Enosis” hayalinin de gerçekleşmesi yolunda her şeyin mubah görüleceği sürecinde başlangıcı olacaktır.

Ada yaklaşık 300 yıl Türk hâkimiyetinde kalmıştır ve Türk toprağıdır, diğer taraftan Yunanlıların hiçbir hukuki ve etnik hakları olmamasına rağmen hayallerini ve rüyalarını süslemektedir.  Diğer taraftan şu veya bu şekilde İngilizler de olaya müdahil olmuşlardır ve artık oradalardır. 1. Dünya savaşı sonunda, İngilizler’in yol verdiği Yunanlılar, hem Trakya’dan hem de İzmir’den Anadolu’ya girerken, şüphesiz Kıbrıs’ı da kendilerine ait hissetmektedirler. Ancak evdeki hesap çarşıya uymamış ve Türk İstiklal Savaşı sonunda, Yunan Ordusu geldiği gibi gitmek zorunda kalmış, Rumların hem “megola idea”sı, hem de “enosis”i başka baharlara kalmıştır. Öte yandan söz konuşu İstiklal Savaşı sonunda imzalanan “Lozan Barış Antlaşması” ile de Kıbrıs resmen İngiltere’ye bırakılmıştır.

İngilizlerin Kıbrıs’a resmen sahip olmalarıda Rumların asırlık hülyalarını bir kenara bırakmalarına yetmemiş ve içlerindeki kor ısısını hiç kaybetmeden devam etmiştir. Özellikle 1948 yılında ABD’de din eğitimini tamamlayarak Kıbrıs’a, yani memleketine gelen “Makarios” adında 35 yaşında genç bir papaz, ilerleyen yıllarda Kıbrıs’ta yaşayan hem Rumlar, hem Türkler için apayrı şeyler ifade edecektir. Türk toplumu için, ölüm, sürgün, yağma gibi akla hayale gelebilecek her türlü olumsuzluğu ifade eden Makarios, Ada’da yaşayan Rumlar için ise, “Enosis” yani Yunanistan’la birleşmeye yönelik amansız bir mücadelenin sembol ismi olacaktır.

Makarios, Kıbrıs’a ayak basmasından yaklaşık iki yıl sonra 15 Ocak 1950’de bir halk oylaması yapılmasına öncülük eder. Söz konusu halk oylaması sonuçlarına göre Ada’da yaşayan Rumların % 96’sı Yunanistan’la birleşme taraftarıdır ve bu durum Makarios’un bundan sonraki mücadelesi için önemli bir zemin teşkil edecektir. Her ne kadar Kıbrıs’ın gerçek sahibi görünümündeki İngiliz’ler bu halk oylamasını tanımadıklarını ileri sürselerse de, Makarios amacına ulaşmıştır ve gerek Yunanistan, gerekse dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşayan Rumlar için iyi bir propaganda malzemesi elde edilmiştir. Kıbrıs’ta yaşayan diğer büyük millet olan Türkler, bu oylamaya katılmamışlardır ve Türkiye’de söz konusu halk oylamasını tanımadığını deklare etmiştir. Halk oylamasından dokuz ay sonra 20 Ekim 1950’de Kıbrıs Rum Başpiskoposluğuna seçilen Makarios, hemen sonra da Rum Toplum Liderliğine getirilmiştir. Genç yaşında, böylesine önemli görevlere gelen ve getirilen Makarios, Yunanistan ile birlikte hareket ederek daha önce yapılmış olan halkoylaması sonuçlarını Birleşmiş Milletlere taşıyarak oradan sonuç alma yoluna gidecektir, ancak İngiltere gibi dünya devi ülke böylesine bir kısa yoldan sonuca ulaşmasına engel olacaktır.

Enosis hayaline bu yolla ulaşamayan Makarios’un B planı vardır ve hedefe silahla ulaşmak için B planını devreye sokacaktır. Bu yolda kendisine en büyük yoldaş olarak, daha önce Türk İstiklal Savaşında, Anadolu içlerine kadar gelen Yunan Ordusunda subay olarak görev almış olan azılı Türk düşmanı Albay Grivas’ı seçen Makarios, kendisi ile aynı düşüncede bir grup arkadaşıyla kısa süre içinde silahlı mücadele için EOKA örgütünü kuracaktır. Kanlı örgütün asıl hedefi Ada’da yönetimde bulunan İngilizler olmakla birlikte diğer bir ana hedefide kuruluşundan itibaren Türklerle Rumlar arasında nifak tohumları ekmektir ve bu hedef doğrultusunda Ada’yı Türklerden de arındırmak için, orada yaşayan Türklerin canlarına, mallarına ve namuslarına halel getirmeye başlamıştır.

Bu süreçte, kuşkusuz Kıbrıs’ta bulunan İngiliz idaresinin de önemli rolü olmuştur. Zira İngilizler Türklere karşı Rumların tarafında yer almışlar, yapılan haksız ve hukuksuz eylemleri görmezden gelmişlerdir.  EOKA’cılar, Yunanistan’dan gizli yollardan temin ettikleri silah ve mühimmatları Türkler aleyhinde kullanırlarken, Türk tarafı sahipsiz ve savunmasız bir şekilde kaderlerini yaşamaya başlamıştır. Diğer taraftan, Rumlar Yunanistan’a bağlanmak istiyorlarsa, Türklerin de Türkiye’ye bağlanmak gibi doğal bir hakkı olduğu Türk toplumu tarafından cılız seslerle dillendirilmeye başlanmıştır. Bu şartlarda, Ada’da süregelen anlaşmazlığı görüşmek ve çözüm üretmek amacıyla İngiltere’ni başkenti Londra’da, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan arasında bir toplantı tertip edilir, ancak toplantıdan hiçbir sonuç alınamaz. Toplantının Türkiye ve Türk tarafı için en önemli artısı, Türkiye’nin Kıbrıs’ta yaşayan Türklerle birlikte olduklarının uluslararası mecralarda tanınması olmuştur. Yani Kıbrıs hakkında verilecek herhangi bir kararda, Türkiye’nin masada bulunacağı kabul edilmiştir ve bundan sonraki süreçlerde bu açıkça görülecektir. Zaten Kıbrıs Meselesi, aslında bir Türkiye ve Yunanistan meselesidir ve yüzyıllardır iki millet arasında süregelen husumet, Kıbrıs üzerinden devam etmektedir. 1950’li yıllarda Kıbrıs’ta yaşanan her hadise sonunda, hem Atina’da, hem İstanbul’da halkı sokağa dökmekte, karşılıklı mitingler düzenlenmektedir.

Kıbrıs’ta Rum tarafının içinden çıkan EOKA’ya karşılık, Türk tarafından da TMT (Türk Mukavemet Teşkilatı) kurulmuş başkanlığına Fazıl Küçük, yardımcılığına da Rauf Denktaş gelmiştir. Buna karşılık Türkiye, İngiltere ve Yunanistan arasında süregelen görüşmeler sonucunda 19 Şubat 1959’da Londra Antlaşması imzalanarak çatışmaların önüne geçilmek istenmiştir. Antlaşmaya Türk, İngiliz ve Yunan Başbakanlarının yanı sıra, Ada’daki Türk toplumunu temsilen Türk Toplum Lideri Fazıl Küçük ile Rum Toplum Lideri Makarios’da imza atmışlardır. Antlaşma gereğince hazırlanan anayasa, 6 Nisan 1960 yılında taraflarca imzalanarak Kıbrıs Cumhuriyeti resmen ilan edilmiştir. Birlikte hazırlanan anayasaya göre Devlet Başkanı Rum, yardımcısı Türk, göreve gelecek 10 kişilik Bakanlar Kurulu’nun 7 si Rum, 3’ü Türk, oluşturulacak güvenlik kuvvetlerinin % 60 Rum, % 40 Türk,  50 kişilik meclisin 35 üyesi Rum, 15 üyesi Türklerden oluşacaktır. Ancak bunlarla birlikte bu antlaşma ile Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’ye “garantörlük” hakkı tanınmıştır.  Bu “Garantörlük” maddesine göre; “Topluca ve uyum içinde davranmanın imkânsız olacağı durumlarda, ancak bu antlaşma ile belirtilen esasları yerine getirmek koşuluyla, herhangi bir garantör devlet yalnız başına harekete geçebilecektir.”

Yeni kurulan “Kıbrıs Cumhuriyeti”’nin Cumhurbaşkanı Rum Lider Makarios, Cumhurbaşkanı yardımcısı da Türk Lider Fazıl Küçük olmuştur.

Söz konusu gelişmeler ve antlaşmalar Türk tarafı için kazanım olarak sayılmakta iken, Enosis yani Yunanistan’la birleşme hayaliyle yaşayan Makarios başta olmak üzere, Rum tarafı için kayıp olarak değerlendirilmektedir. Ancak gizli emeller peşindeki Rumlar için, Ada’daki İngiliz hâkimiyetinin sonlandırılması Enosis’e giden yolda önemli bir adım olarak görülmekte ve bu hayal için önemli bir dönemecin daha geçildiği düşünülmektedir.

1960-1963 dönemi Kıbrıs’ta özellikle 1950-1960 arasında geçen kanlı mücadelelere nazaran, son derece sakin geçmiş, kan ve gözyaşının yanı sıra, korku belirsizlikten uzak huzurlu bir dönem geçirilmiştir. Ancak bu dönemde Rum Gizli Ordusu adı altında örgütlenen Rumları, Ada’ya gizlice gelen Yunan subaylar eğitmiş, yine gizli yollardan soktukları silahlarla hazırlıklarını tamamlamışlardır. Türkiye’de ise siyasi istikrarsızlık vardır ve Kıbrıs’ı hem diplomatik yollardan, hem de Ada’daki mücahitlerin kendilerini savunma amaçlı gizliden gizliye silahlanmaları için elinden geleni yapmaya çalışan Adnan Menderes ilk önce darbe ile iktidardan indirilmiş, sonra da idam edilmiştir. Milli Birlik Komitesi iktidarı İsmet İnönü’ye bırakarak görevden çekilmiştir ve ülke her yönden sıkıntılı bir süreçten geçmektedir.

Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Makarios, 1960 yılında kendisinin de imzası bulunan Londra Antlaşmasının bazı maddelerinin değiştirilmesi için garantör ülkelere 13 maddeden oluşan bir öneri sunar. Tamamen kendi konumunu sağlamlaştırıcı ve Türk tarafının aleyhine olan bu önerileri, Türk tarafı ve Türkiye Cumhuriyeti derhal reddeder. 1963 yılının Aralık ayında meydana gelen bu durumu, kısa süre sonra tarihe “kanlı noel” olarak geçecek tüğler ürpertici acıların yaşanması takip edecektir. Ada’nın hiçbir yerinde Türklerin can ve mal güvenliği kalmamakla, ölü ve yaralılara, yağmalara ve Türk’ün namusuna uzanan ellere yenileri eklenmektedir. Özellikle Kıbrıs Türk Alayı’nda görevli Türk Alayı doktoru Binbaşı Nihat İlhan’ın eşi ve en büyüğü altı yaşında üç çocuğunun Rumlar tarafından evlerinin banyosunda hunharca katledilmesi olayların vahametini ortaya koymaktadır.

Ada’da yaşayan hiçbir Türk’ün can güvenliği kalmamış, bu durum Türklerin birbirlerine yakınlaşmasını zorunlu hale getirmiştir. Göç kafileleri yollara düşmüş, Türkler yüzyıllardır yaşadıkları köylerinden kasabalarından akın akın daha güvenli taraflara gitmeye başlamışlardır. Kıbrıs’ta meydana gelen bu durumlar, “Garantör Ülke” pozisyonundaki Türkiye’yi rahatsız etmekle, olayların biran önce durdurulması, bunun sağlanmadığı takdirde askeri müdahale hakkını kullanılacağı sık sık ifade edilmesine üzerine, gerek NATO’nun, gerekse olayın tarafı diğer ülkelerin girişimleri sonucu değiştirmemiştir.

Bu zor günlerde Türkiye’den kalkan savaş uçakları, Kıbrıs semalarında uyarı uçuşu yapmış ve Türklerin yanında olduğu gösterilmek istenmiştir. Ancak bu davranış, Türklerin çaresizliğine merhem olmadığı gibi, Rumların şımarıklığına da son vermemiştir. Bu durum karşısında da Türkiye, Kıbrıs’ta yaşayan soydaşlarının can ve mal güvenliğinin korunması için 1960 yılında imzalanan “Londra Antlaşması”’nın da kendisine verdiği yetkiye dayanarak Kıbrıs’a askeri müdahaleye karar verir ve bunun için hummalı bir çalışma ile kısa sürede hazırlanan askeri birlikler, 1964 yılının Haziran ayında Mersin Limanından gemilere bindirilmeye başlar. Türkiye kesin kararlıdır ve Kıbrıs’a askeri harekât yapacaktır. Hatta asker ve mühimmat yüklü bir kısım gemiler Kıbrıs’a doğru hareket dahi etmişlerdir. Ancak bu gelişmeleri an be an takip eden ABD, Başbakan İsmet İnönü’ye Başkan Johnson imzalı sert bir mektup gönderir ve Kıbrıs’a olası bir müdahale de, Sovyetler Birliğinin Türkiye’ye savaş açabileceğini, bu durumda da NATO müttefiklerinin Türkiye’nin yanında olup olmayacağının belli olmadığını ifade eder. Yaklaşık 10 yıl önce Kore’de Türk askeri, sorgusuz sualsiz ABD’nin yanında olmuş ve binlerce Mehmetçiğini o meçhul topraklarda bırakmıştır ancak, şimdi Türkiye haklı olduğu bir davada yalnız bırakılmayla tehdit edilmektedir.

ABD’den gelen bu tehditkâr mektuptan sonra, Türk Hükümeti Kıbrıs’a doğru yola çıkan gemilerini geri çevirmiş, harekât için yapılan hazırlıkları da durdurmak zorunda kalmıştır. Başbakan İsmet İnönü, ABD Başkanına yazdığı karşı mektupta da aynı sertlikte cevap vermiş ise de, sonuçta ABD’nin istediği olmuş onca hazırlık ve masraf yapılarak çıkılan yoldan geri dönülmüştür. Akabinde Kıbrıs Sorununa çözüm bulmak amacıyla taraflar defalarca bir araya gelmişler, ancak görüşmelerden bir sonuç çıkmamıştır. Yine bu görüşme trafiğinin sürdüğü dönemde, Yunanistan’dan Kıbrıs’a gizli şekilde çok sayıda silah ve asker takviyesi sürdürülmüş ve Türkler üzerindeki Rum baskısı da artarak devam etmiştir. Ada’da Birleşmiş Milletlere ait Barış Gücü Askerleri de vardır ancak, söz konusu askerler, Rumların Türklere karşı yaptığı her türlü barbarlığı engellemekten aciz kalmışlardır. 1964 yılının ağustos ayında, Türk Hava Kuvvetleri Ada üzerine bir hava harekâtı daha gerçekleştirmişler ve Türklere saldıran silahlı Rumlara taarruzda bulunarak büyük kayıp verdirmişlerdir. Söz konusu hava harekâtı sırasında Hava Pilot Yüzbaşı Cengiz Topel’in kullandığı uçak düşmüş ve paraşütle atlayan Cengiz Topel’i de esir alan Rumlar daha sonra şehit etmişlerdir. Türk Hava Kuvvetlerinin yapmış olduğu taarruz, Rumlara ağır kayıplar verdirmiş, ilerleyen Rum güçlerini durdurmakla kalmamış, dünyanın tüm dikkatinin tekrar Kıbrıs Adası üzerine yoğunlaşmasına sebep olmuştur.

Başta ABD ve Birleşmiş Milletlerin araya girmesi üzerine 1964 yılında meydana gelen ve Müslüman-Türklerin büyük felaket ve sıkıntılara maruz kaldığı, bunun üzerine de Türk Hava Kuvvetlerinin taarruzu ile devam eden olaylar durmuş, ancak sorunlar çözülmemiştir. Başta Rum Lider Makarios olmak üzere, Enosis hayaliyle yanıp tutuşan ve Yunanistan’ın gizli ve açık desteğiyle bu uğurda faaliyetlerine devam eden Rumlar, şimdilik saldırılarını durdurmuştur ancak yarın ne olacağını hiç kimse bilmemektedir.

Olayların tekrar başladığı ve son bulduğu 1964 yılından, 1967 yılına kadar, Kıbrıs’ta bulunan iki tarafta, ha bugün, ha yarın çıkacağı belli olan silahlı mücadele için kendilerini hazırlamaya çalışmakla birlikte, bu şartlarda denge Rum tarafından yana daha ağır basmaktadır. Zira Ada üzerinde kurulu Devlet sisteminin başında Rumlar vardır ve her türlü hukuksuzluğu ve gayrimeşru işleri yapabilecek imkânlara sahiptirler. Türk tarafı ise Türkiye’nin kıt olanakları ile gizli saklı yapmaya çalıştığı para ve silah yardımları ile ayakta durmaya ve olası Rum saldırılarında kendilerini savunmak üzere hazırlık yapmaya çalışmıştır.

Tarihler 15 Kasım 1967’yi gösterirken, Rumlar sudan sebeplerle Türklere karşı yoğun bir askeri harekat başlatmışlar ve Ada’nın her yerinde dağınık bir şekilde yaşamakta olan savunmasız insanlara karşı yine hunharca katliamlara başlamışlardır. Türkiye’de iktidarda Adalet Partisi vardır ve Başbakan Süleyman Demirel’dir. Türkiye Cumhuriyeti tarafından Kıbrıs’ta baş gösteren bu durum üzerine, Rumların Türklere karşı giriştiği harekâtın durdurulmaması halinde Türk Ordusunun olaya müdahale edeceği açıklanır ve hemen ertesi gün, 16 Kasım 1968’de TBMM’den bunun için yetki de alınır. Aynı zamanda yine Mersin Limanında hazır edilen gemilere bindirilen askerler, tıpkı 1964 yılında olduğu gibi Kıbrıs’a doğru denize açılırlar. 1964’te Türkiye’yi tehditvari olarak harekâttan vazgeçiren ABD yine devreye girerek, Rumların başlatmış olduğu askeri harekatı durdurmuşlar ve Türkiye’ye de, artık askeri müdahaleye gerek olmadığını, zira Rumların vazgeçirildiğini bildirirler. Ve maalesef tıpkı 1964’teki gibi denize açılan Türk gemileri tekrar Mersin Limanına dönerek başlanılan iş bir kez daha yarım bırakılmıştır. Koskoca Türkiye Cumhuriyeti, Kıbrıs’ta yaşayan soydaşlarına ne zaman yardım elini uzatsa, kendisinden daha güçlü bir el gelip O’nu durdurmuştur ve kesin sonuca ulaşmasına mâni olmuştur.

Rumların bu son saldırılarında şüphesiz Yunanistan’da Albaylar Cuntası denilen ekibin darbe ile yönetimi ele geçirmesi ve Ada’daki Rum lider Makarios’a rağmen hareket etmeleri de önemli bir etken oluşturmuştur. Makarios, uzun zamandır hayalini kurduğu “Enosis”in bir oldubitti veya silah zoruyla yakın zamanda gerçekleşmeyeceğini anlamış, buna alternatif olarak “bekle ve uygun zamanda, uygun manevralarla” sonuca ulaşma yolunu seçmesine rağmen, Yunanistan’da yönetime gelen cuntacılar, Makarios’un yıllar önce Kıbrıs için geçtiği yolları tekrar yürüyerek sonuca ulaşmak istemişlerdir. Ancak buna ne Türkiye, ne de ABD müsaade etmeyecektir. Türkiye’nin Kıbrıs’a olası bir müdahalesi, Türk-Yunan Savaşını da beraberinde getirecektir ve her iki ülke de NATO üyesidir. Diğer taraftan özellikle Makarios, sıkı bir Sovyetler Birliği dostudur ve yine olası bir savaşta, Sovyetler kuvvetle muhtemel Kıbrıs Rum kesiminden yana tavır alacaktır. Zaten 1964 yılında ABD Başkanı da harekete geçen Türk askerini bu tehditle geri çevirmiştir. Bu gerçeklere rağmen, Kıbrıs’ta kalıcı bir çözüme ulaşılamamış, Avrupa’nın çeşitli yerlerinde defalarca yapılan görüşmeler hep sonuçsuz kalmıştır.

Tarihler 1974 yılına geldiğinde Kıbrıs’ta beklenen bir gelişme daha meydana gelir. Yunanistan’daki cuntacılar, Kıbrıs’ta Makarios’a karşı bir darbe yaparak yönetimden uzaklaştırırlar. 15 Temmuz 1974’te başlayan darbe teşebbüsü, birkaç gün süren kanlı çatışmalardan sonra sonuca ulaşacak ve sonuçta Makarios kaçarak kurtulacaktır. Ancak bu durum olayları yakından izleyen Türkiye ve Kıbrıs’ta yaşayan Türkler için kabul edilemez bir durumdur. Türkiye’de iktidarda CHP-MSP Koalisyonu vardır ve Başbakan Bülent Ecevit, yardımcısı da Necmettin Erbakan’dır. Darbe ile birlikte Türkiye’de yeniden hummalı bir askeri hareketlilik başlamıştır. Bu defa sonu nereye varırsa varsın kesin çözüme odaklanılmıştır. Türkiye ile ABD’nin arası “haşhaş krizi” nedeniyle zaten limonidir ve Bülent Ecevit, birkaç yıl önce ABD’nin ikazlarına rağmen Türkiye’de haşhaş ekimini serbest bırakmıştır. Kıbrıs’ta askeri darbe olup, Türk Askeri yeniden Güney Limanlarına doğru harekete geçince, ABD derhal durumdan vazife çıkarmış ve sorunu yine diplomatik yollarla çözmek ve Türkiye ile Yunanistan’ı olası bir savaştan vazgeçirmek için Mr. Sisko adında diplomatını göndermiştir. Adı geçen diplomat, Atina ile Ankara arasında defalarca gidip gelecektir ancak Türk Ordusu bu defa kimseyi dinlemeyecek ve kesin çözüm ve barışa doğru harekete geçecektir.

Türkiye 1964 ve 1967 yıllarında iki defa dönmek zorunda bırakıldığı Kıbrıs yolundan, bu defa dönmemeye kararlıdır ve tüm baskılara rağmen, denizden ve havadan Kıbrıs’a, can ve mal güvenliği kalmayan soydaşlarına doğru geri dönememek üzere yola çıkar. 1959 yılında imzalanan Londra Antlaşmasına göre Ada’da bulunan Türk Alayı’nın daha önce hazırlığını yaptığı alana sabahın erken saatlerinde kar tanelerini andıran bir görüntü ile inmeye başlayan Türk askerlerini, kısa süre sonra kıyıya yanaşan gemilerden inen askerler takip edecektir. Bu kadar kısa sürede, bu kadar koordineli bir şekilde çıkarmayı o günün şartlarında yapabilmek ancak Türk askerinin karakterinde olan özellikleri ile açıklanabilecektir. Ada’da derme çatma kuvvetleri ile kendilerini bekleyen Mücahitler’le kendilerinden çok üstün olan ve sanıldığından çok daha fazla ve donanımlı oldukları görülen Rumlar ile kanlı çarpışmalar olmuş, ancak hedefine ve amacına ulaşan Türk askeri olmuştur. İlk etapta Havadan paraşütle inenlerle, denizden çıkan askerlerin birleşmesi hedeflenerek devam eden asker sevkiyatı için daha güvenli bölge oluşturulmasına çalışılmıştır. Bu güvenli bölgenin oluşturulması sırasında özellikle Beşparmak Dağlarında mevzilenen Rum askerleri ile çetin çarpışmalar olmuş, kısıtlı silah ve mühimmata rağmen, ayrıca ikmal durumları da yok denecek kadar az olmasına rağmen, Türk Askeri kahramanlık destanlarına bir yenisini daha ekleyerek hedefine ulaşmıştır.

20 Temmuz 1974 Cumartesi günü başlayan ve adına “Kıbrıs Barış Harekâtı” denilen askeri müdahale ile Ada’da yaşayan Türkler’in sahipsiz olmadığı tüm dünyaya gösterilirken, verilen şehitler arasında 50. Piyade Alay Komutanı Albay İbrahim Karaoğlanoğlu ve Hava İrtibat Subayı Pilot Binbaşı Fehmi Ercan[2]’ında aralarında bulunduğu yüzlerce şehit ve yaralı verilmiştir. Ayrıca Türk savaş gemisi Kocatepe’de Kıbrıs açıklarında Yunan savaş gemisi zannedilerek hava kuvvetlerimizce yanlışlıkla vurularak batırılmış ve toplam 54 askerimiz şehit olmuştur. Türk askeri Kıbrıs’a çıktıktan sonra önüne çıkan ve güvenliğini tehdit eden Rum güçlerini bertaraf ettikten sonra, 23 Temmuz 1974’te harekâtı dış güçlerin baskısı ile durdurmuştur. Tüm dünya alarma geçmiş, başta Sovyetler ve ABD’nin müdahil olacağı savaşın ayak sesleri duyulmaya başlamıştır. İngiltere ve ABD Türk hükümetine baskı yaparak aba altından sopa gösterirken, aynı günlerde Libya lideri Muammer Kaddafi’de Türkiye’nin Libya Maslahatgüzarını çağırarak şunları söylemiştir; “Olayları yakından takip ediyorum, bu durumda büyük devletler hemen yedek parçayı falan keserler. Hangarlarım açıktır, neye ihtiyacınız varsa alabilirsiniz. Bizde olmayan bir şeyi de gerekli görürseniz söyleyin derhal sizin için alalım[3]

Türk askeri, üç gün gibi kısa bir sürede Ada’ya çıkmış ve her türlü olumsuzluğa rağmen güvenli bir tertibatta almıştır. Ayrıca arkadan gelebilecek yeni takviye kuvvetler için gerekli zemini de hazırlamıştır. 1. Harekâtın en önemli artısı bu olmuştur ve Türkiye’nin iki defa uzatmak isteyip engellendiği eli artık Kıbrıs’ta soydaşlarının yanındadır. Ayrıca elinde silah yönünden Rumları esas duruşa geçirecek gerekli mühimmatta vardır. İktidarda bulunan Ecevit-Erbakan koalisyonunda, Başbakan yardımcısı Necmettin Erbakan en azından Ada’nın yarısına hâkim olununcaya kadar ve kesin sonuç alınıncaya kadar harekâtın devam etmesini ısrarla isterken, Başbakan Bülent Ecevit ise, başta Birleşmiş Milletler ve ABD’nin sert uyarıları karşısında tekrar müzakereden yanadır. Harekâtın devamı hem İngiltere’yi hem de ABD’yi fiilen karşımıza almak, hem de Yunanistan ile savaşı göze almak demektir. Bu itibarla, hem Trakya’da, hem Ege kıyılarında savaş hazırlıklarına başlanılmıştır.

Sonuç itibariyle hemen 25 Temmuz 1974 tarihinde İsviçre’nin Cenevre şehrinde garantör üç Devlet olan Türkiye, İngiltere ve Yunanistan’ın Dışişleri Bakanlarının katılacağı Kıbrıs görüşmeleri başlayacaktır. Kıbrıs’a çıkan Türk Ordusunun daha teri kurumadan alel acele başlatılan bu görüşmelerde Rum tarafının ana talepleri, Ada’daki Türk Askerinin derhal çekilerek Türkiye’ye dönmesi olurken, Türk tarafının talebi ise, Yunanistan destekli gerçekleşen darbe yönetiminin çekilmesi ve Ada’nın birçok yerinde sayıları binleri bulan ve hâlâ Rumların tecridinde bulunan Türklerin güvenliği olacaktır. Görüşmeler sırasında dahi yer yer çatışmalar devam ederken, Türkiye’nin de Ada’ya asker sevkiyatı devam etmiştir.

Yaklaşık 20 gün süren müzakerelerde bir sonuç alınamamış, her üç tarafın istekleri bir diğeri tarafından kabul görmemiştir. Nüfus yoğunluklarına göre Ada’nın kantonlara ayrılması fikri de dâhil olmak üzere üzerinde çalışılan ve görüşülen hususlarda mutabık kalınamamış ve gerilim her geçen gün artmıştır. Cenevre’de süren bu görüşmeler sırasında, Türkiye Kıbrıs’a asker ve mühimmat çıkarmaya devam etmiş, her gün biraz daha yaklaşan “harekâta devam” kararına hazırlanmıştır. Tarihler 13 Ağustos 1974’ü gösterirken, Başbakan Bülent Ecevit heyette bulunan bir diplomata telefon ederek, “Turan Güneş Bey’e söyleyin, Ayşe tatile çıkmak istiyor, eğer işi uzayacaksa haber versin, hazırlıkları tamam, Ayşe’ye tatile çıkmasını söyleyeceğim” diyecektir. Ayşe, Dışişleri Bakanı Turan Güneş’in kızıdır ve görüşmeler başlamadan Başbakan Ecevit, Dışişleri Bakanı ile böyle bir parola üzerinde anlaşmışlardır.

Ve Ecevit’in bu telefonuna aynı günün gecesi cevap gelir. Hazırlıklar tamam ise, vakit kaybetmenin anlamı yoktur ve “Ayşe tatile çıkabilir.” 14 Ağustos 1974 tarihinde şafak vakti Kıbrıs Adası’nın üstü, Türk Jetlerinin dosta güven, düşmana dehşet veren sesleriyle dolup taşmaktadır. Aşağıda hazır da bekleyen komandolar da yıldırım hızıyla belirlenen hedeflere doğru harekete geçmişlerdir artık. Sayıları yaklaşık kırk bini bulan Türk Askeri, Cenevre görüşmeleri sırasında Ada’ya çıkartılan 150 tank ve ağır silahla Rum kuşatması altındaki soydaşlarını kurtarmak üzere sel gibi akmaya başlamıştır. Ada’da bu amansız mücadele devam ederken, Türkiye’nin doğusundan batısına, köylüsünden kentlisine halk askerlik şubelerine akın etmiş, gönüllü olarak orduya katılmak için uzun kuyruklar oluşturmuştur. Tüm dünya “son dakika” haberi ile Türk Askerinin durdurulamaz taarruzunu duyururken, Birleşmiş Milletler, NATO ve ABD gibi egemen güçlerde (!) seslerini yükseltmeye ve “artık çok oluyorsunuz” demeye başlamışlardır.

İkinci Harekât sırasında göze görünen en önemli hususlardan birisi de, başkent Lefkoşa’nın kuzeyindeki Rumların güneye, güneyindeki Türklerin ise kafileler halinde kuzeye göç etmeleri olmuştur. Üç gün süren 2. Harekâtta Ada üzerinde yaşayan Türklerin tamamı artık güvence altına alınmıştır ve Türkiye’nin tüm dünyayı karşısına alarak başlattığı harekât asıl amacına ulaşmıştır. Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda, Kıbrıs Adasında bulunan ve dışardan getirilen tüm askerlerin Ada’yı terk etmesi gerektiği yönünde karar alınmasına rağmen, Türkiye bu konuda işi sürüncemede bırakmış ve kararı uygulamamıştır. Yabancı basında da yer alan haber ve fotoğraflar Türklere yapılan mezalimi gözler önüne sermiş, kurtarılan bölgelerde katledilen Müslüman Türkler, yağmalanan, yakılan, yıkılan yerleşim yerleri harekâtın zorunluluğunu gözler önüne sermiştir.

Türkiye bu harekâtlar sırasında toplamda 415’i Kara, 65’i Deniz, 5’i Hava ve 13’ü Jandarma olmak üzere 498 askerini şehit vermiş, 1200’de gazisi olmuştur. Ayrıca 70 Kıbrıslı Mücahit ve 270 Kıbrıs Türk’ü şehit olmuş, 1000 Kıbrıslı Türk de yaralanmıştır.[4]

Gerçekleştirilen bu harekât ile Ada’da yaşayan binlerce Türk’ün hayatları garanti altına alınmış, öz yurtlarında vatansız ve ikinci sınıf insan muamelesi görmelerinin önüne geçilmiştir. ABD Yunanistan ve kendi ülkesinde yaşayan Rumların baskısı ile Türkiye’ye askeri ambargo uygulamış ve bu ambargo neticesinde ülkemiz her yönden büyük sıkıntılar yaşamıştır ancak, Ada’daki soydaşlarımızın can ve mal güvenliği garantiye alınmış olması, her türlü sıkıntının üzerinde bir kazanım olarak tarihteki yerini almıştır. Ayrıca ülkemizin “Milli Savunma Sanayii’ne” geçilmesinde önemli rol oynamıştır. Diğer taraftan, ABD’nin bu ambargosuna misilleme olarak 13 Şubat 1975’te Rauf Denktaş’ın başında olduğu “Kıbrıs Türk Federe Devleti” kurulmuş, Türkiye’den isteyen vatandaşlar başta orman köylüleri ve toprakları yapımı devam eden baraj suları altında kalacak olanların Kıbrıs’a göçünü kolaylaştırması ile yaklaşık kırk bin Türk’ün de bu sebeple Ada’ya yerleşmesini sağlamıştır.

Defalarca birleşen heyetlerin yaptığı görüşmelerden bir sonuç çıkmaması üzerine de 15 Kasım 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kurularak Kıbrıs Türkü’nün vatansız ve bayraksızlığına kesin olarak son verilmiştir. Her ne kadar, Türkiye’den başka hiçbir dost (!) ülke bu yeni Türk Cumhuriyeti’ni tanıma cesaretini gösteremese de, Kıbrıs Adası üzerinde ve dünyanın diğer yerlerinde yaşayan Türklerin Akdeniz’in bu önemli noktasında bir devleti daha olmuştur.

 

Zafer TEKİNzafertekin@sahipkiran.org

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.

______________________________________

Dipnotlar:

[1] İbrahim Artuç, Kıbrıs’ta Savaş ve Barış, Kastaş Yayınları İstanbul 1989, s.18-19

[2] Söz konusu şehitlerin İsimleri, bugün Kıbrıs’ta bir Koy ile Hava Alanına verilerek yaşatılmaya devam etmektedir.

[3] İ.Artuç, age s.249-250

[4] http://muharipgaziler.org.tr/kibris-baris-harekati/

sahipkiran Hakkında

Sahipkıran; 1 Aralık 2012 tarihinde kurulmuş, Ankara merkezli bir Stratejik Araştırmalar Merkezidir. Merkezimiz; a) Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü savunan; ülkemizin her alanda daha ileri gitmesi ve milletimizin daha müreffeh bir hayata kavuşması için elinden geldiği ölçüde katkı sağlamak isteyen her görüş ve inanıştan insanı bir araya getirmek, b) Ülke sorunları, yerel sorunlar ve yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın sorunlarına yönelik araştırma ve incelemeler yaparak, bu sorunlara çözüm önerileri üretmek, bu önerileri yayınlamak, c) Tespit edilen sorunların çözümüne yönelik ulusal veya uluslararası projeler yürütmek veya yürütülen projelere katılmak, ç) Tespit edilen sorunlar ve çözüm önerilerimize ilişkin seminer ve konferanslar düzenleyerek, vatandaşlarımızı bilinçlendirmek, amacıyla kurulmuştur.

Yorum Ekleyebilirsiniz


%d blogcu bunu beğendi: