Twitter Facebook Linkedin Youtube

DEMOKRASİ ŞİRK MİDİR VE İSLAM’A AYKIRI MIDIR?

Süleyman ERDEM

İçlerinde El Kaide’nin ideolojisi Cihadi Selefilik, IŞİD’in ideolojisi Tekfirci Selefilik ve Hizb-ut Tahrir’in de bulunduğu bazı radikal İslami akımlar, demokrasiyi insan icadı ayrı bir din ve şirk (Allah’a ortak koşma) olarak nitelendirmekte ve seçimlerde oy kullanmayı, bu dinin bir ibadeti olarak görmekteler. Dolayısıyla da demokratik rejimi savunmanın ve bu rejimin gereklerini yerine getirmenin (örneğin oy vermenin) insanı şirke (Allah’a ortak koşmaya) götüreceğini ve dinden çıkaracağını iddia etmekteler.

Sadece bir siyasi yönetim biçimi olan demokrasiyi niçin başka bir din ve Allah’a ortak koşma (şirk) olarak gördükleri sorulduğunda; demokratik rejimlerde halkın seçtiği vekillerden oluşan meclislerin kanun yapma yetkilerinin olduğunu ve bu meclislerin kanun yaparken Allah’ın hükümlerini dikkate almadan ve hatta Allah’ın hükümleriyle çelişen kanunlar yaptıklarını (örneğin Allah’ın emrettiği başörtüsünü yasaklayıp, Allah’ın yasakladığı zinayı serbest bırakabildiklerini) belirtmekte ve Allah’ın hükümlerine alternatif hükümlerin oluşturulabildiği demokrasi rejiminin, Allah’a ortak koşmakla eşdeğer olduğunu iddia etmekteler. (Tüm bu iddialara aşağıda maddeler halinde cevap verilmektedir)

Demokrasinin ayrı bir din ve şirk olduğu yönündeki bu savlar, El Kaide ve IŞİD gibi terör örgütlerinin yeni sempatizan ve üye kazanma çalışmalarında önemli bir araç olarak kullanılmaktadır. Aslında Diyanet İşleri Başkanlığı başta olmak üzere, İlahiyat Fakülteleri ve Ehl-i Sünnet çizgisindeki dini cemaatlerin, bu iddialar gündeme geldiği dönemlerde (yani çok önceleri) İslami delillerle cevap vermeleri gerekirken, bugüne kadar bu yönde bir çalışma veya açıklama yapıldığına dair bir işarete rastlayamadım. (Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “DAİŞ’in Temel Felsefesi ve Dini Referansları” başlıklı bir raporu bulunmakta ancak rapor, bu konulara değinmemektedir.)

Demokrasiyi ayrı bir din olarak niteleyen ve şirk olduğunu iddia edenlere cevabımız, maddeler halinde şu şekildedir:

1- Demokrasi; “insanoğlunun uzun ve kanlı bir tarihi süreç sonunda baskıcı ve otoriter yönetimlere karşı elde ettiği haklar bütünü” olarak nitelendirilebilir ve bir siyasal sistem değil, bir yönetim biçimidir. Demokrasinin tanımı; “siyasal denetimin doğrudan doğruya halkın ya da düzenli aralıklarla halkın özgürce seçtiği temsilcilerin elinde bulunduğu, toplumsal ve ekonomik durumu ne olursa olsun tüm yurttaşların eşit sayıldığı yönetim biçimi” şeklindedir.

Günümüz siyasi arenasında varlık gösteren devletlerin isimlerinde “krallık”, “sultanlık”, “federasyon”, “konfederasyon”, “cumhuriyet” gibi yönetim sistemleri yer alırken (Birleşik Krallık, Umman Sultanlığı, Rusya Federasyonu, İsviçre Konfederasyonu, İran İslam Cumhuriyeti, Çin Halk Cumhuriyeti gibi), isminde “demokrasi” kavramı kullanılan tek bir devlet yoktur (Örneğin “Fransa Demokrasisi” gibi bir devlet ismi yoktur).

2- Siyasal sistemlerin her biri; 1-) Demokratik, 2-) Otoriter (anti-demokratik) veya 3-) “Yarı Demokratik-Yarı Otoriter” (Osmanlı’nın son dönemindeki Meşruti Yönetim gibi) bir sistem olabilir

Örneğin;

  • Birleşik Krallık (İngiltere), demokratik bir yönetim sistemi benimserken; Suudi Arabistan Krallığı otoriter bir yönetim sistemini benimsemiştir.
  • Türkiye Cumhuriyeti demokratik bir yönetim benimserken, Suriye Arap Cumhuriyeti ile Çin Halk Cumhuriyeti otoriter birer yönetim benimsemişlerdir.
  • Şeriatla yönetildiğini (Anayasasının Şeriat hükümlerine uygun olduğunu) iddia eden İran, demokratik bir yönetim benimserken; yine Şeriatla yönetildiğini iddia eden Suudi Arabistan, otoriter bir yönetim benimsemiştir.

(Not: Demokrasi; Parlamenter Demokrasi, Başkanlık ve Yarı Başkanlık yönetim sistemleri ile uygulanabilir).

3- Başta Kuran-ı Kerim olmak üzere İslam dininin diğer kaynaklarında emredilen bir yönetim sistemi ve biçimi yoktur. Yüce Allah, Kuran-ı Kerim’de; “Ey iman edenler; Allah’a itaat edin. Peygambere ve sizden olan ülü’l emre (idarecilere) de itaat edin. Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından daha güzeldir.” (Nisa: 59) buyurmaktadır.

Ayette “sizden olan idarecilere de itaat edin” ifadesi yer almakta, ancak idarecilerin nasıl seçileceğine ve idarecilerin nasıl bir yönetim tarzı uygulayacağına dair herhangi bir hüküm, ne bu ayette, ne de başka ayetlerde bulunmamaktadır.

Nitekim Hizb-üt Tahrir’in yayınladığı “Hilafet” başlıklı kitabının aşağıdaki bölümlerinde, Hilafetin farz olduğuna dair Kuran-ı Kerim’den ve Hadis-i Şeriflerden deliller getirilmeye çalışılmıştır ancak delil olarak gösterilen ayet ve hadislerin hiçbiri, hilafet de dahil olmak üzere herhangi bir yönetim biçimini tarif etmemektedir. (Fotoğrafı büyütmek için ilk tıklamadan sonra açılan sayfada ikinci kez tıklayınız)

Netice olarak, İslami bir yönetim biçimi konusunda İslam alimlerinin büyük bir kısmınca kabul edilen husus şudur: “Kur’an tarafından adı açıkça belirtilen ve insanlara emredilen herhangi bir yönetim biçimi mevcut değildir. Ancak hem Kur’an’da, hem de Hz. Peygamber’in uygulamalarında, yöneten ve yönetilenlerin sorumluluklarını öğreten evrensel prensipler vardır. Dünyanın herhangi bir bölgesinde, dönemin ihtiyaçlarına, insanlarının kültürel yapısına, oluşan siyasi şartlara, zamanın ve coğrafyanın getirdiği imkan ve zorunluluklara göre, yönetim modeli geliştirilebilir.”[1]

Nitekim Peygamberimizin vefatından sonraki Dört Halife döneminde, Halifelerin göreve gelmeleri ve onların uyguladıkları yönetim biçimleri, farklı farklı usullerde olmuştur.

Hilafetin Emevilere geçmesinden sonra ise hem halife seçimi (halifelik saltanat gibi babadan oğula geçmeye başlamıştır) hem de yönetim biçimi değişmiş, sonrasında Abbasi ve Osmanlı dönemlerinde de farklı uygulamalar görülmüştür.

Abbasi Devleti 1458’de Hülagu’nun yönetimindeki İlhanlılar tarafından yıkıldıktan sonra, Hilafet (1461 yılından 1517 yılında Hilafet Osmanlıya geçene kadar) Memlük Devleti himayesinde, saltanattan farklı bir usulde ama yine babadan oğula geçme şeklinde Abbasi Hanedanlığında devam etmiştir.

Osmanlı’da ise Hilafet, hem mutlakıyet döneminde, hem de meşrutiyet döneminde devam etmiş; saltanat kaldırılıp Cumhuriyet kurulduğunda ise hilafet hemen kaldırılmamış, 3 Mart 1924’e kadar Cumhuriyet rejimi ve demokrasi yönetimi altında varlığını korumuştur (3 Mart 1924’te kaldırılmasa idi, bugün de demokrasi rejimiyle Hilafet yan yana varlığını sürdürüyor olabilirdi).

Dolayısıyla Hilafet, Memluk Devleti himayesinde varlığını sürdüren Abbasi Halifeleri ve Cumhuriyetin ilk yıllarında varlığını sürdüren kısa süreli hilafet örneklerinde görüldüğü gibi, bir yönetim biçimi olmak zorunda değildir ve Saltanat, Meşrutiyet ve Demokrasi rejimleri bünyesinde var olabilmiştir. Zaten Dört Halife dönemi sonrasında Halife unvanı, saltanat yönetiminin gereği olan “Sultan” unvanına ek bir unvan olarak kullanılmış ve asıl unvan yerine ikincil konumda kalmıştır. Kısacası; “hilafet” adında bir yönetim biçimi yoktur. Hilafet; hem saltanat, hem meşrutiyet, hem de Cumhuriyet (dolayısıyla demokrasi) rejimlerinde var olabilecek bir uygulamadır.

4- Peygamberimizden sonra görülen farklı Hilafet uygulamaları da dâhil olmak üzere tüm yönetim sistemleri ve biçimleri, insanlar tarafından oluşturulmuştur. Zaten insan icadı olmayan, yani Allah’ın emrettiği ve kutsal kitaplarda tarif ettiği bir yönetim biçimi de yoktur. Dolayısıyla insan icadı olması, demokrasinin veya herhangi bir yönetim biçiminin (İslam dinine alternatif) bir din hükmünde olduğu anlamına kesinlikle gelmez. Bu iddia, insan icadı olan her şeyin (veya en azından her yönetim biçiminin) ayrı bir din olması gibi çok saçma bir genellemeye götürür ki böyle bir iddia, bırakın ilmî olmayı, komik bile olamaz.

5- Geçmişte ve günümüzde görüldüğü gibi; bir devlet yönetimi olarak Şeriata uygun otoriter yönetimler benimsenebileceği gibi, yine Şeriata uygun olmak kaydıyla demokratik veya yarı demokratik yönetimler benimsenebilir. (Dört Halife Dönemini ve Osmanlı’nın Meşrutiyet dönemini “yarı demokratik”, Emevi, Abbasi ve Osmanlı’nın mutlakıyet dönemlerini “otoriter” (otokratik) ve Şii İslam anlayışı temelinde kurulan İran İslam Cumhuriyeti örneğini “demokratik” yönetim biçimleri olarak niteleyebiliriz)

Kaldı ki yöneticileri belirleme metodu konusunda Peygamberimiz ve Dört Halife dönemlerinde oluşan anlayışın, bugünkü demokratik seçim uygulamaları ile çok önemli bir paralellik gösterdiği anlaşılmaktadır. Zira “demokrasinin en belirleyici ve vazgeçilmez unsurlarından biri, halkın yönetime katılması ve kendi hür iradesiyle yöneticileri seçmesidir. Dikkatle incelendiği zaman, Hz. Peygamber (sav)’in, İslam’ın en iyi uygulayıcısı sıfatıyla, (kelime olarak; “kabul etmek, razı olmak” anlamına gelen) “BEY’AT” (bîat) müessesesini çalıştırdığı görülür. Bey’at, günümüz seçim uygulamalarındaki oy kullanma karşılığı olarak kısaca; ‘Halkın yöneticiye bağlılığını belirtmek için reyini ortaya koyması’ şeklinde tanımlanabilir. Demokrasi ile İslam’ın ilk dönem yönetim uygulamaları arasındaki bu benzerlik, her ferdin kendi oyunu (reyini) hür iradesiyle belirtmesi konusunda da mevcuttur.[2]

6- İran İslam Cumhuriyeti örneğinde görüldüğü gibi; hem anayasanın dini esaslara uygun olması, hem de yönetim biçiminin demokratik olması mümkündür. Böyle bir durum, yani Anayasa ve yasalar İslamî hükümlere uygun olmak kaydıyla demokratik bir yönetim benimsenmesi, kesinlikle Allah’ın emirlerine aykırı ve haram değildir.

7- Allah’ın haram kılmadığı bir şeyi haram kabul etmek, aşağıdaki ayetlerden anlaşılacağı üzere Allah’a karşı yalan söylemek ve O’na iftira atmak gibidir. Dolayısıyla sadece bir yönetim biçimi olan ve Allah’ın açık bir şekilde haram kılmadığı demokrasiyi “haram” kabul etmek, Allah’a karşı yalan uydurmaktır:

“Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak “Bu helâldir, şu da haramdır” demeyin, çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz. Kuşkusuz Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.” (Nahl, 116)

De ki: Allah’ın size indirdiği; sizin de, bir kısmını helâl, bir kısmını haram kıldığınız rızıklar hakkında ne dersiniz?” De ki: “Bunun için Allah mı size izin verdi, yoksa Allah’a iftira mı ediyorsunuz?” (Yunus, 59)

“De ki: Allah’ın, kulları için yarattığı ziyneti ve temiz rızkı kim haram kılmış?” De ki: “Bunlar, dünya hayatında(kâfirlerle birlikte) müminler içindir. Kıyamet gününde ise yalnız müminlerindir. İşte bilen bir topluluk için ayetleri, ayrı ayrı açıklıyoruz” (Araf, 32)

“Ey müminler, Allah’ın helal kıldığı temiz şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın, Allah haddi aşanları sevmez “ (Maide, 87)

“Onlar Allah’ın kulları için yarattığı güzellikleri ve temiz rızıkları nasıl haram kılarlar?” (Araf, 32)

“Ey Peygamber, sen eşlerinin gönlü olsun diye Allah’ın helal kıldığı şeyi neden haram kılıyorsun!”(Tahrim, 1)

Helâl Allah’ın kitabında helâl kıldığı ve haram Allah’ın kitabında haram kıldığıdır, sükût ettiği şeyler ise sizin için affedip serbest bıraktıklarıdır” (H.Ş., İbn Mâce, “Etime”, 60; Tirmizî, “Libâs”, 6)

8- Müslümanlar, otoriter yönetimler olan ülkelerde Allah’ın emirlerini daha zor yaşarken, demokratik yönetimlerin olduğu ülkelerde (bu ülkelerde farklı dinler hâkim olsa da) çok daha rahat yaşayabilmektedir. Birey olarak Müslümanların öncelikli vazifesi, yönetimi bahane ederek ve onu değiştirmek bahanesi ile Allah’ın emirlerini yerine getirmekten imtina etmek değil, bilakis öncelikle başta kendimiz olmak üzere sorumlu olduğumuz aile fertlerimizin Allah’ın emirlerine uygun yaşamalarını temin etmektir.

Gerçek anlamda demokrasinin uygulandığı ülkelerde kimsenin namazına, orucuna, zekâtına, haccına, tesettürüne vs. karışılmamakta, dolayısıyla Müslümanların Allah’ın emirlerini hakkıyla yerine getirmelerinin önünde hiçbir engel bulunmamaktadır. O halde Müslümanların dinlerini rahatlıkla yaşabildikleri böyle bir yönetim biçiminin “başka bir din” ve “Allah’a ortak koşmak” gibi yansıtılması, kime ve neye hizmet etmektedir? Birileri, Müslümanların baskıcı ve otoriter yönetimler altında yaşamasını mı arzu etmektedir? Birileri, Müslümanların özgürce dinlerini yaşamalarını ve idarecilerini belirleme haklarını çok mu görmektedir? Yine birileri Müslümanların bugün içinde bulunduğu zelil durumdan kurtulabilmesi amacıyla; “Müslümanların ilim ve fende ileri gitmesi için her Müslümanın gayret etmesi gerekir. Önümüzdeki döneme damga vuracak icatları Müslümanlar olarak bizim bulmamız ve insanlığın faydasına sunmamız gerekir. Bu yönde gayret etmek her Müslümana vaciptir.” vs. demek yerine, Müslümanları boş, gereksiz ve kendilerine zarar verecek işlerle mi uğraştırmaya çalışıyor? Eğer öyleyse, kimdir bu birileri?

9- Osmanlı’dan miras kalan büyük din âlimleri, Cumhuriyet döneminde partilerin demokratik yarışında taraf olmuşlar ve oy kullanmışlardır. Demokrat Parti kurulduğunda, başta genel başkanı olmak üzere partinin önde gelenlerinin İslami bir hayat tarzı olmamasına rağmen, o devirde yaşayan tüm İslam âlimlerinin Demokrat Partiye oy verdikleri ve camialarına Demokrat Partiye oy vermeyi telkin ettikleri bilinmektedir.

Ayrıca Cumhuriyet kurulup Türk halkı demokrasi ile tanıştığından beri de hiçbir Ehl-i Sünnet âlimi, demokrasinin İslam dinine aykırı bir yönetim biçimi olduğuna dair bir hükümde bulunmamıştır. Hatta Necmettin Erbakan’ın da hocası olan büyük İslam âlimi Mehmet Zahit Kotku, Milli Görüş’ün ve bu görüşü savunan siyasi partilerin doğmasını teşvik etmiştir.

10- Demokratik rejimlerde halkın seçtiği vekillerden oluşan meclislerin kanun yapma yetkilerinin olması ve bu meclislerin kanun yaparken Allah’ın hükümleriyle çelişen kanunlar yapabilmelerinden yola çıkılarak; Allah’ın hükümlerine alternatif kanunlar yapıldığı için demokrasi rejiminin Allah’a ortak koşmakla eşdeğer olduğu yönündeki iddia da hiçbir ilmî temele dayanmaktadır. Zira sadece demokratik yönetimlerde değil, diğer tüm yönetimlerde Allah’ın hükümlerine alternatif hükümler konulabilir. Otoriter bir yönetimde de devlet başkanı, Allah’ın hükümlerine aykırı bir kanun çıkarabilir, bir ferman yayınlayabilir veya bir hüküm verebilir. Hatta bu durum, hilafeti bünyesinde barındıran otoriter devletlerde de zaman zaman yaşanmıştır ve hem günümüzde, hem de bundan sonra İslam devleti olduğunu iddia eden otoriter devletlerde yaşanabilir. Bu durumda; “otoriterlik (otokrasi) de ayrı bir dindir ve Allah’a ortak koşmakla eşdeğerdir” denilebilir mi? Tabi ki denilemez. O halde demokrasi için de bu kadar komik ve ilmi temelden yoksun bir iddia, kötü niyetler dışında hangi gerekçelerle savunulabilir?

Ayrıca neyin Allah’ın emirlerine uygun, neyin uygun olmadığı hususu, her zaman çok net olmayabilir. Bu konuda Hz. Osman’ın ölümünden sonra Hz. Ali ve Hz. Ayşe arasında anlaşmazlık ve savaş yaşandığını, sonrasında Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasında savaş yaşandığını ve bu savaş esnasında Harici denilen bir grubun Hz. Ali ve Hz. Muaviye’yi Allah’ın hükmüyle hükmetmemekle suçlayarak her ikisini de kâfir olarak itham ettikleri (tekfir ettikleri) hatırlanırsa, bir hükmün Allah’ın hükümlerine uygun ve aykırı olduğu meselesinin farklı perspektiflerden farklı nitelenebileceği de görülecektir. Bu konularda aşırıya gidip, birilerini kafir olarak itham etmek için fırsat kollamak, bir Müslümanın yapacağı iş değildir ve İslam düşmanlarının ustalıkla besleyip büyüttükleri fitne ateşinin ve tuzakların bir sonucudur. (Bu konuda bknz. “İslam Dünyasına Yeni Tehdit: Tekfirciler”)

Demokrasinin bir din ve Allah’a ortak koşmak olduğuna dair “Demokrasi Bir Dindir” isimli bir kitap yazan ve bu konudaki aşırılığı başlatan El Makdisi, başlattığı bu aşırılığın vardığı boyutlardan sonraları pişman olmuş olsa gerek ki, (kendisine gelen aşağıdaki sorular bağlamında) başta Türk halkı olmak üzere demokrasiyle yönetilen Müslüman halkları kâfir olarak kabul eden aşırılara bir cevap verme gereği hissetmiş. Kendisine sorulan sorulardan, bu konuda ne kadar aşırıya gidildiği ve Müslümanların ne kadar lüzumsuz işlerle meşgul edildiği görülebilir. Soruların bazıları şu şekildedir;[3]

– Halk nasıl kâfir olur? Türk halkının kâfir olduğu görüşünde misiniz?

– Bizim yanımızda muteber olan âlim biri tarafından hüccet ikamesi yapıldıktan sonra seçimlere katılmakta ısrar eden kimse mazur olur mu? Eğer tekfir edilmez ise arkasında namaz kılmak caiz olur mu?

– Seçimlere katılan kimse mazur sayılıyor ise biz bu kimseye nasıl muamele edeceğiz?

– Tağutları tekfir etmek imanın sıhhat şartlarından mıdır? Yoksa bu konuda tafsilat var mıdır?

– Türkiye’deki kardeşler şu an Başbakan olup kendisini Cumhurbaşkanlığına aday gösteren Recep Tayyip Erdoğan’ın tekfirinde ihtilaf etmektedirler. Bu şahsın hükmü nedir?

– Millet meclisindeki parlamenterlerin hükmü nedir? Her biri muayyen olarak tekfir edilir mi?

Makdisi’nin bu sorulara verdiği cevapların bir kısmı ise şu şekildedir:[4]

Kardeşler üç kısma ayrılıyorlar:

Birinci kısım; seçimlerde oy kullanan herkesi, Tayyip Erdoğan’ı ve meclise giren herkesi tekfir etmeyenleri tekfir edenler. Bunlar seçimlerde oy kullanan herkesi tekfir etmeyen şeyhlerin vakıayı bilmediklerini, Türk halkının haktan yüz çevirdiğini ve ihmalkâr olduğunu iddia etmekte, bu halkta asıl olanın küfür olduğunu söylemektedirler. Bu halkın cehalet ve te’vîl ile mazur olamayacağını ve demokratik seçimlerin açık meselelerden olduğuna inanmaktalar.

İkinci kısım; Bunlar da birinci kısımdakiler gibi düşünmekte fakat Türk halkında asıl olanın küfür olduğuna inanmak ile birlikte muayyen şahsın hükmünde tevakkuf etmekteler. Akidesini bilmedikleri kimselere namaz kılarken görseler dahi müslüman hükmü vermemekteler.

Üçüncü kısım; bunlar Minberü’t-Tevhid ve-l Cihad şeyhlerinin kitap ve fetvalarını takip etmekteler. Mesela Şeyh Ebu Muhammed El Makdisi’nin “Tekfirde Aşırlıktan Sakındırma Hususunda Otuz Risale”sini, Şeyhin Türkiye ile alakalı 1635. ve 1651. Sorulara verdiği cevabını ”Seçimlere Katılma Hakkında Faydalı Cevap” kitabını, Şeyh Ebu Katade’nin “Müslüman Halkları Kâfir Gören Kimseye Reddiye” risalesini ve minberin diğer kitaplarını okuyup takip etmekteler.

Günümüzde ümmete bulaşan musibetlerden biri de; dinde aşırı gitmek, Müslüman muhalifleri mazur görmemek ve Müslümanların avamına merhamet etmemektir. Cüretkâr bazı kimselerin de bu musibetlerin üzerine kanları ve malları helal görüp bunlarla uğraşmalarıdır. Bunun neticeleri günümüzde islam beldelerinde açıkça görülmektedir. Örnek vermemize ihtiyaç dahi yoktur. Allah’u Teâlâ’dan Müslümanları bu musibetlerden kurtarmasını ve Müslümanların gençlerini en güzel şekilde hak dine döndürmesini istiyoruz.

Bütün bunların sebebi; cehalet, şer’i ilimleri öğrenmekten uzak kalıp; tehlikeli, büyük meselelerde ilimsizce konuşup, Allah’ın dini hakkında fetvalar vermektir. Bu meselelere dalan kimselere iman ve küfür meselelerinde ne okuduğunu sorsan, onun; yüzeysel, kısıtlı ve sığ bir düzeyde olduğunu görürsün.

Türk olsun veya başka milletten olsun İslam’a müntesip olan halkların tekfirinde tevakkuf eden kimseyi tekfir etmek veya hükmünde tevakkuf etmek, namazı İslam ehlinin alametlerinden saymamak, kuru hamaset sahibi gençlerden bir grup arasında yayılmış aşırılık kirinin bir neticesi ve muhakkik âlimlerin sözlerinden ve tekfir için tespit ettikleri kurallardan uzaklaşmaları ve cehaletleri sebebiyledir.

Namaz kılan kimsede asıl olan; imanı bozan bir durumu sabit olana kadar Müslüman olmasıdır. İmanı bozan bir durum sabit olmadıkça bu kimseyi tekfir etmek, namaz kılan kimseleri tekfir etmektir. Sorumsuz, aceleci kimseler tarafından öldürülüp, mallarını helal kılacak şerrin kapısıdır. Tıpkı, aşırı giden kimselerin durumunda olduğu gibi. Bir hadis-i şerifte (Nebî a.s.)“Muhakkak ben namaz kılanları öldürmekten nehyolundum” demiştir.

Buhari ve Müslim’de İbn Ömer’den şu lafızla gelen bir rivayet vardır:”Her kim kardeşine kafir derse bu söz ikisinden birine döner.” Müslim’in rivayetinde şu ziyade vardır: “Eğer öyleyse tamam, değil ise kendisine döner.” Yine Müslim’in başka bir rivayetinde:”Bir kimse kardeşini tekfir ederse bu (tekfir) ikisinden birine döner.”

Türk halkı ile diğer Müslüman halklar arasında bir fark yoktur. Gerek Türkiye’de gerekse başka bir ülkede İslam’a müntesip bir halkı umumen -genelleyerek- tekfir etmiyoruz. Ve bunun (umumen tekfir etmenin) aşırılık, cehalet ve dinde sapkınlık olduğu görüşündeyiz. Asıl olan onlardan bir kimsenin apaçık bir küfür işleyip, tekfirin şart ve manilerine bakılıncaya kadar tekfir edilmemesidir.

11- Buraya kadar demokrasinin İslam dini ile çelişen bir yönetim biçimi olmadığını, bilakis Peygamberimiz ve Dört Halife dönemine en yakın yönetim biçimi olduğunu izah ettik ve demokrasinin haram olduğunu iddia etmenin “Allah’ın haram kılmadığını haram kılmak” gibi büyük bir günah olduğunu ve Allah’a iftira atmaya eşdeğer kötü bir fiil olduğunu aktardık.

Dolayısıyla demokratik bir sistemde seçimlere katılmak ve (partizanca değil) milli çıkarlar doğrultusunda  oy kullanmak, bir sorumluluk ve gerekliliktir. İçinde yaşadığımız ülke veya yerel yönetim için en doğrusu olduğunu düşünerek mevcut siyasi partiler ve adaylar arasında tercih yapmak, bırakın caiz olmayı, bir Müslümanın yerine getirmesi gereken önemli sorumluluklardan biridir. Zira meşhur sözdür; “devleti olmayanın dini de olmaz”. Yani devlet otoritesi kalmayan veya devletleri kaosa sürüklenen halklar ve bireyler, dinlerini yaşayacak ortam ve takat (güç) bulamayabilirler. Nitekim bugün ülkemize sığınan Suriyelilerin durumunu hep birlikte görmekteyiz.

Bu hususta Hayrettin Karaman şöyle demektedir;[5]

Bugün anlaşılan ve uygulanan biçimiyle hem demokrasi hem de laiklik hakkında bazı çekincelerim olmasına rağmen ben, oy kullanmanın yalnızca caiz değil, aynı zamanda gerekli olduğunu düşünüyorum. Ayrıca “oy kullanmak caiz değildir” diyenleri de tutarsızlık ve çelişki içinde görüyorum.

Önce tutarsızlık ve çelişkiden başlayalım:

Demokrasilerde bir partinin takdim ettiği programa bakarak ona oy vermek, rejime oy vermek manasına gelmez. Takdim edilen program halkın ve ülkenin menfaatine uygun ise, dinimize göre de korunması gereken maddi ve manevi değerlerimizi koruma hususunda mevcudun en iyisi ve en uygunu ise oy verilir; bunu manası da “verili ve değiştirilemez bir rejim çerçevesinde” olabildiğince, “faydalı olanı elde etmek ve zararlı olandan kurtulmaktır” ve bu da İslam’a aykırı değildir.

Laik demokratik rejimi benimsemiş ve uygulamakta olan bir ülkede yaşamayı, bu rejimi uygulayan devletin verdiği hizmetleri ve yükümlülükleri kabul etmek, böyle bir ülkede mülk edinmek, ticaret yapmak, iş yapmak, aile kurup çoluk çocuk sahibi olmak… bu rejimi benimsemek manasına gelmiyorsa, yukarıda açıklanan niyet ve maksatla bir partiye oy vermek de rejimi benimsemek manasına gelmez. Mevcut şartlarda emaneti (milletin maddi ve manevi değerlerini) güvenilir ellere teslim etmek manasına gelir.

Böyle bir niyet ve maksatla belli bir partiye oy veren kimse, değerleri koruma niyeti ve bu niyetle bir faaliyette bulunması sebebiyle ecir de alır; ama hem iktidarların faydalı ve zararlı icraatına maruz kalan, hem de zararı azaltma, faydayı arttırma yönünde en küçük bir katkıyı esirgeyen kimseler sorumlu olabilirler.

İçinde yaşadığımız ülke veya yerel yönetim için en doğrusu olduğunu düşünerek mevcut siyasi partiler ve adaylar arasında tercih yapmak, bir Müslümanın yerine getirmesi gereken önemli sorumluluk olmakla birlikte, oy kullanırken yine bir Müslüman olarak dikkat etmemiz gereken husus; adayların ne kadar dindar veya parti programının ne kadar İslami olduğu değil, oy verilen konjonktürde millî menfaatlerin gerektirdiği parti ve adayların tercih edilmesidir. Çünkü kişilerin dindarlıkları, kendileri ile Allah (C.C.) arasındaki bir husustur. Karşımızdaki kişiler, samimi olarak ibadetlerini yerine getiriyor olabilirler ama devlet işlerinin gerektirdiği liyakate sahip olmayabilirler. Ya da aslında dindar olmadıkları halde, siyasi menfaatleri icabı dindar görünüyor olabilirler. Dolayısıyla liyakat ve milli çıkarlar açısından konjonktürel dengeleri gözeterek oy vermek, bir Müslümanın üzerine düşen önemli sorumluluklardan biridir. Bu konuda iki örnek vererek konuyu tamamlayalım;

Örnek 1- Türkiye 2010 yılında bir anayasa referandumuna gitti. Bu referandumda kabul edilen değişiklikler, 15 Temmuz’da gerçek yüzü tamamen ortaya çıkan FETÖ’nün başta HSYK ve diğer yüksek yargı organları olmak üzere, tüm yargıyı ele geçirmesinin önünü açtı. Ancak bu durumun farkında olarak 2010 referandumunda değişiklik karşıtı oy kullanacaklarını söyleyenler, ölülerin mezarlarından kaldırılıp oy kullandırılmasının talep edildiği o günün şartlarında “hain” ilan edildiler. Ancak o günlerde oynanan oyunların farkında olan bir Müslüman, tüm tezviratlara rağmen sandıkta inandığı doğrultuda oy vermeli ve gücü yettiğince oynanan oyunu bozmaya çalışmalıydı.

Örnek 2- 2010 referandumun ardından 2011 yılında yapılan genel seçimler öncesi, MHP’ye bir operasyon yapıldı. Seçim öncesinde aralarında üst düzey parti yöneticileri de bulunan toplam 10 MHP’li milletvekili adayı, evlilik dışı cinsel ilişkilerini ifşa eden görüntülerin internette yayımlanması veya yayımlanacağı tehdidi üzerine adaylıktan istifa ettiler.[6] Gerçekleştirilen operasyonun amacı ise açıktı; MHP’yi baraj altı bırakıp, AK Partinin vekil sayısını arttırmak ve AK Parti ile HDP’nin oylarıyla federasyon getirecek yeni bir anayasa yapmak… FETÖ’nün 2010 referandumu ile iyice güç kazandığı ve AK Parti üzerindeki etkisiyle siyaseten çok güçlü olduğu bu dönemde, (MHP’nin baraj altı kalmasıyla) referanduma gidilmesine gerek kalmadan Meclisten geçirilebilecek bir anayasanın ne kadar tehlikeli olacağı, bugün daha iyi anlaşılmakta. Bu durumda 2011 konjonktüründe bu oynanan oyunu gören her Müslüman’ın yapması gereken; MHP’yi sevmese bile oynanan oyunu bozmak için o seçime mahsus olarak MHP’ye oy vermekti.

Özetle, Müslümanların yaşadıkları ülkelerde siyasi hayata katılarak; ecnebi bir devlette yaşıyorlarsa Müslümanların çıkarına en uygun siyasi parti veya adaya, Müslüman bir devlette yaşıyorlarsa ülkenin menfaatlerine en uygun siyasi parti veya adaya oy vermeleri, önemli bir sorumluluktur. Müslümanlar, bırakın demokrasi ile uğraşmayı, dinlerini en güzel şekilde yaşama fırsatı sunan demokratik sistemlerin daha da gelişmesi ve en mükemmel şekilde uygulanması için çaba sarf etmeli ve kötü niyetli kişilerin kendilerini lüzumsuz işlerle meşgul etme çabalarına aldanmamalıdırlar.

.

Süleyman ERDEMsuleyman@sahipkiran.org

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.

_______________________________

DİPNOTLAR:

[1] “Peygamber Efendimiz’in (sav) yönetim şekli demokrasimiydi?”, http://www.nurdergi.com/hz-muhammed/770-peygamber-efendimizin-yonetim-sekli-demokrasimiydi.html

[2] “Peygamber Efendimiz’in (sav) yönetim şekli demokrasimiydi?”, http://www.nurdergi.com/hz-muhammed/770-peygamber-efendimizin-yonetim-sekli-demokrasimiydi.html

[3] Ebu Muhammed el Makdisi: “Türkiye halkı, tekfir, IŞİD, akide ve güncel konular”, http://www.incanews.net/dosya/12293/ebu-muhammed-el-makdisi-turkiye-halki-tekfir-isid-akide-ve-guncel-konular-1-bolum

[4] Ebu Muhammed el Makdisi: “Türkiye halkı, tekfir, IŞİD, akide ve güncel konular”, http://www.incanews.net/dosya/12293/ebu-muhammed-el-makdisi-turkiye-halki-tekfir-isid-akide-ve-guncel-konular-1-bolum

[5] “Oy Kullanmak”, http://www.hayrettinkaraman.net/makale/0144.htm

[6] “2011 Genel Seçimleri”, https://tr.wikipedia.org/wiki/2011_T%C3%BCrkiye_genel_se%C3%A7imleri



Süleyman Erdem Hakkında

Balıkesir doğumludur. Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümünden 2001 yılında lisans, Harvard Üniversitesi Kamu Politikaları Bölümünden 2009 yılında yüksek lisans derecesi almıştır. 2002 yılında Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü’nde memur olarak kamuda göreve başlayan Erdem, 2003-2004 yılları arasında Maliye Bakanlığında Vergi Denetmen Yardımcısı olarak görev yapmış, 2004 yılından itibaren de Başbakanlıkta Uzman Yardımcısı, Uzman ve Tanıtma Fonu Genel Sekreteri görevlerinde bulunmuştur. 2009-2011 yılları arasında Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu (DDK)’da Geçici Uzman sıfatıyla YÖK ve ÖSYM’deki denetimlerde görev almıştır. 2012 Aralık ayında kurulan Sahipkıran Stratejik Araştırmalar Merkezi (SASAM)'ın kurulduğu tarihten 08/10/2019 tarihine kadar başkanlığını yürütmüştür. Halen SASAM Uluslararası Güvenlik Masası Direktörü olarak görev yapmaktadır. Akademik çalışmalarını “radikalleşme ve terör” üzerine yürüten Erdem’in; “Cihatçılar; El Kaide ve IŞİD’e Katılanların Hikayesi” isimli yayınlanmış bir kitabı bulunmaktadır.

Yorumlar (1)

  1. […] Islam ve Demokrasi (Süleyman Erdem – 17.02.2017) […]

Yorum Ekleyebilirsiniz


%d blogcu bunu beğendi: