Merkezimizce düzenlenen okuyucularımıza açık etkinliklerin 59.su, Çölleşme ve Erozyonla Mücadele Genel Müdürü Sayın Hanifi AVCI’nın katılımı ile “Küresel Isınma ve Çölleşmeyle Mücadele” başlıklı bir söyleşi şeklinde gerçekleşti.
Vakit ayırdığı ve bilgilendirici sunumu için Sayın AVCI’ya teşekkür ediyor, söyleşiden bazı notları okuyucalarımızın istifadesi için aşağıda sunuyoruz.
SÖYLEŞİDEN NOTLAR:
Küresel ısınma, bilimsel bir gerçektir ama bu bir doğal süreç. 10-20 bin yıl önce Konya bölgesinde göller ve dağlarda buzullar vardı. Yine 20 bin yıl önce Avrupa’da buzul çağı yaşanıyordu.
Dünya tarihi boyunca, “S” şeklinde bir ısınma ve soğuma grafiği/eğrisi gözlemlenmektedir. Şu an bu eğrinin ısınma aşamasındayız. Ancak belli bir sıcaklık seviyesinden sonra soğuma dönemine geçileceğini bugüne kadarki yaşanan sıcaklık eğrisinden çıkarabiliriz. Bu bir doğal süreç.
Küresel ısınmanın doğal süreç dışında, insani faaliyetler sonucu gerçekleşmesi, sera gazı etkisi olarak adlandırılıyor. Güneşten yeryüzüne ulaşan ışınlar, normal şartlarda kırılıp geri yansıyarak dünyayı terk ediyor. Ancak atmosferde karbondioksit vb. partiküller arttıkça, yeryüzünden yansıyan ışınlar atmosferden çıkamayarak dünyada kalıyor ve dünyanın ısınmasına neden oluyor.
Küresel ısınma var ve bir gerçek ama bu konu biraz abartılıyor. Türkiye’de 1990, 2000 ve 2010 yıllarında çölleşmenin artacağı söylenmişti, şimdi de 2040’ta çölleşme olacak deniliyor. Bu tarz abartılı ifadeler, kamuoyunda duyarlılık oluşturmak ve konuya dikkat çekmek için kullanılıyor.
Son 50 yılda Türkiye’de ortalama sıcaklık artışı; 08 – 0,9 derece civarında. Meteorolojinin ölçtüğü sıcaklık değerleri, meteoroloji istasyonlarının şehir içlerinde kalması ve şehirlerde de sıcaklık adaları oluşması nedeniyle doğru rakamları vermeyebilir. Bu değerlerin geneli ne kadar yansıttığına ve ne kadar güvenli olduğuna dair bir araştırma yok.
“Her sene Kıbrıs adası büyüklüğünde toprağımız denizlere dökülüyor” tarzındaki ifadeler ve genellemeler aslında gerçek değil. Bu tarz ifadeler de farkındalık oluşturma amaçlı ifadeler.
Küresel ısınma trendinin nasıl seyredeceğine dair bilinmezlikler var. Bu duruma ilişkin 3 farklı senaryo var ve üçü de birbirinden çok farklı. Ayrıca dünya geneline ilişkin bu senaryoların Türkiye’ye ne derece uygulanabileceği de ayrı bir soru işareti. Çünkü Türkiye’de nadiren de olsa yaşanan kuraklıklar bile bölgesel gerçekleşiyor. 1939-40 ile 1972-74 yıllarında yaşanan kuraklıklar ülke genelinde değil, bölgesel düzeyde olmuştur. Genelde de bir bölgede kuraklık yaşandığında, diğer bazı bölgelerde bu kuraklığı dengeleyecek yağış yaşanmıştır. Küresel ısınmadan da her ülke farklı etkilenecek. Bu nedenle şu anda gündemde olan senaryolar ve formülasyonlar Türkiye’ye birebir uygulanamaz.
Isınmanın en büyük etkisi, buharlaşmanın artması ve su kaynaklarının tükenmesi oluyor.
Çölleşme deyince akla ilk önce kum tepeleri geliyor. Aslında çölleşme; arazi tahribatının son noktasıdır. Yani arazinin olması gereken optimum halinden, tahribatın son noktasına giden süreçtir. Buna; Arazi Bozulumu veya Arazi Tahribatı demek daha doğru olur. Çünkü örneğin Doğu Karadeniz’de ağaç kesimi nedeniyle arazi tahribatı yaşanıyor ve seller oluyor. Bu da bir arazi bozulumudur ancak “çölleşme” denildiğinde bu durum akla gelmemektedir.
Ankara’da Türkiye’nin ev sahipliğinde gerçekleşen COP-12’de, 2030’a kadar arazi tahribatının engellendiği bir dünya hedefi konuldu. Hedef; 2030’a kadar arazi tahribatı açısından bugünkü durumu koruyup, 2030 sonrasında ise arazi tahribatını azaltmak. Bunun için de kestiğimiz kadar, hatta kestiğimizin 2 katı kadar ağaç dikmemiz gerekiyor. Ancak bu şekilde 2030’a kadar mevcut durumu muhafaza edebiliriz.
Türkiye’de 1973 yılından itibaren 2,5 milyon hektar orman alanı artışı oldu. Ancak tarım arazisi alanı %35’ten %31’e düştü.
Yerleşim alanları için kullanılan tarım alanı ve meralar kadar, hatta fazlasıyla yeni alanlar açmak gerekiyor.
COP-12’de ayrıca çölleşme yerine arazi tahribatı tabirinin kullanılması üzerinde uzlaşıldı. Çünkü “çölleşme” denildiğinde kapsadığı ülkeler daha sınırlı kalırken, “arazi tahribatı” denildiğinde tüm dünya ülkelerini kapsıyor. Türkiye olarak biz 2030 hedeflerimizi ve stratejimizi detaylı bir rapor halinde Birleşmiş Milletlere sunduk. Böyle detaylı bir rapor sunan tek ülkeyiz şu ana kadar.
Arazi tahribatı; bitki örtüsündeki değişim, topraktaki verim azalması ve topraktaki karbon miktarındaki değişim olmak üzere üç parametreyi kapsıyor.
Biz genel müdürlük olarak 54 Afrika ülkesinden 46’sı ile direkt temas halindeyiz. Her sene karşılıklı heyetler gelip gidiyor. Hatta Afrika Ülkeleri Bakanlar Kurulu toplantılarına Türkiye olarak biz de katılıyoruz. Afrika ülkelerinin uyguladıkları 3 S (Security, Stability ve Sustainabiltiy) Girişimine Türkiye olarak biz de destek veriyoruz.
Gönül coğrafyamız olarak niteleyebileceğimiz ülkelerde maalesef kuraklık artıyor.
Üniversitelerimizden her sene 2000 orman mühendisi mezun ediyoruz. 11 fakültemiz var. Ama yabancı dil bilen mühendis konusunda sıkıntı yaşıyoruz. Geçtiğimiz yıllarda 30 kadro için ilana çıktığımızda şartları taşıyan (yabancı dil puanı olan) sadece 9 mühendis müracaat etti. Sonraki yıl Maliye Bakanlığı kadro sayımızı 9’a indirdi. Bu defa 9 kişilik ilana 5 kişi müracaat etti. Bu durum üzerine Milli Eğitim Bakanlığı ile anlaşarak yurtdışında yüksek lisans için 36 kadro aldık ve artık yabancı dili yurtdışında öğrenip orada yüksek lisan yaparak gelen mühendislerimiz var.
Dünyadaki konumuzla ilgili tüm projelere ortak oluyoruz. Birinci önceliğimiz; insan yetiştirmek. Sadece Türkiye’de değil, Afrika’da da.
İsrail, 1948’te kurulduğunda ilk iş olarak tercüme bürosu kurulmuş. Dünyadaki bütün bilimsel yayınları tercüme etmişler ve dünyanın geldiği bilimsel seviyeden yararlanarak gelişime devam etmişler. Genel Müdürlük olarak biz de bu şekilde yapmaya çalışıyoruz.
Çölleşmeyle mücadele konusunda dünyada ilk 3’teyiz. Türkiye’nin çölleşme sorunu genel değil. Tedbir alırsak büyük bir sorunla karşılaşma durumunda değiliz.
Türkiye’de çöl yok, çöle yaklaşan alanlar vardı geçmişte (Konya – Karapınar gibi).
Orman yangınlarıyla mücadele açısından Türkiye, dünyada 1’inci sırada. Çünkü Türkiye’de orman yangınlarıyla ormancılar mücadele eder, dünyada ise itfaiye teşkilatları. Bizim mücadelemiz öncelikle yangının çıkmaması, çıkarsa büyümeden kontrol altına alınması ve söndürülmesi, bunlar yapılamazsa en son geniş çaplı söndürme (itfaiyenin devreye girmesi) şeklinde.
Meralar, Tarım Bakanlığının sorumluluğunda. İç Anadolu Bölgesinde ağaçsız olan ve tarım yapılmayan arazilerin çoğunda ya toprak hiç yok, ya da 10 cm’yi geçmiyor, yani buğday toprağı. Her yerde ağaç yetişmez, ağaç yetişmesi için belli bir derinliğe ihtiyaç var. Her yerde ağaca da ihtiyaç yok. İç Anadolu toprağı buğday toprağı ve en lezzetli buğday burada yetişiyor.
Ankara’nın etrafı meşeliktir ve Ankara’nın doğal bitki örtüsü meşedir.
İç Anadolu’da ağaca karşı olumsuz bir algı da var. Ağacın gölge yaptığı için ürünlere zarar verdiği düşünülüyor. Diyarbakır’da bir işadamının büyük bir arazisinin çevresini örnek teşkil etmesi için ücretsiz ağaçlandıralım diye teklifte bulunduk. Önce kabul etti, sonra vaz geçti. Neden olarak da arazisinde halen bulunan tek bir ağacın üstünde kuşların toplandığını ve ekine zarar verdiğini, ağaç sayısı artarsa daha çok kuşun toplanıp zararın boyutunu artıracaklarını söyledi.
Bizim açımızdan fidan dikmek sorun değil. Sorun, dikilen fidanlara sahip çıkmak ve bakımını yapmakta. Kurmaktan ziyade, işletmek ve devam ettirmek zor. Fidanı koruma maliyeti, dikme maliyetinin 10 katına kadar çıkabiliyor.
İnsanlarımızı bilinçlendirmek ve sürdürülebilir insan yönetimine geçmek gerekiyor. Kırsal nüfus her geçen gün azalıyor. Oysa ki kırsal nüfus, stratejik nüfustur. Kırsalda yaşayan insanlarımız, stratejik insanlarımızdır. Araziyi işleyecek insana ihtiyacımız var. 500 bin hektar tarım alanı, göçten dolayı işlenmiyor şu anda.
Orman alanlarımız da stratejik alanlar ve şu an orman oranımız %33’ler civarında.
İstanbul, dünyanın yeşil alanı en çok olan şehridir. İl sınırları içinde kalan orman alanı, toplam alanın %44’ünü oluşturmaktadır. Ancak orman bir yerde, şehir bir yerde kalmakta ve yeşillik dengeli bir şekilde dağılmamaktadır. Aslında evler, orman alanları ve yeşillik içinde olmalıdır. Ama maalesef kentsel dönüşümler sonrası yeşil alanlar daha da azalabilmekte.
Bizde ormandan odun, kereste ve kömür üretmek serbest ama et üretmek yasaktı. Bunun için keçi, ormancılar açısından düşman görülüyor ve yok edilmesi gereken bir tür olarak addediliyordu. Oysa keçi, eko-sistemin bir parçası ve orman yangınları ile mücadelede çok önemli bir fonksiyonu var. Eşek Adasında çıkan bir yangında ormancılar yangını söndürmek için adada ilerleyemediler. Çünkü heryeri büyük dikenler kaplamıştı. Adada keçi olsaydı, patikalar olur ve yangına rahatlıkla müdahale edilebilirdi.
2004’te Fransa’ya yaptığım bir çalışma ziyaretinde Fransız yetkililer, en büyük hatayı keçiyi yok ederek yaptıklarını söylediler. Keçi, ormanda gezerken keçi yolu denilen patika yollar açıyor ve eğer rüzgar yoksa yangınlar, bu yollar sayesinde karşı taraflara geçmeden ve büyümeden söndürülebiliyor.
Orman camiasının keçiyi yok etme politikası, Sayın Cumhurbaşkanımızın talimatı ile sona erdi ve artık keçi ile barışılıyor.
Ormanlarımızı odun, kereste ve et üretimi için planlamamız lazım.
SÖYLEŞİDEN KARELER