Suriye, ülkemizin 911 km’lik kara sınırı ile diğer komşularımıza nazaran en uzun kara sınırımızın olduğu akrebin kıskacından bir türlü çıkamayan, tarihten günümüze bir “mezhepler ve dinler” coğrafyası.
Birçok din ve mezhebe yüzyıllardır ev sahipliği yapan bu kadim topraklarda yaşayan insanlar, maalesef son yıllarda söz konusu din ve mezhep unsurlarının odak noktası yapılmasıyla insan aklının ve hayalinin tasavvur edemeyeceği zulüm ve muamelelere maruz kalmaktalar.
Aleviler, Dürziler, İsmailîler, Ortadoks Hristiyanları da içerisine alarak, kahir ekseriyeti sunnî Müslümanlar, bu coğrafyanın kadim ahalisidirler. Bu insanları milliyetlerine göre sınıflandıracak olursak Araplar, Türkler ve Türkmenler, Kürtler ve Çerkezler olarak sınıflandırabiliriz.
Bunlarla birlikte, İslâm Dünyasında başka bir örneği bulunmayan ve Arapların “Arab-ı Mearibe” yani hastalıklı Arap, sağlıksız Arap olarak gördükleri “Nusayri” kesimi[1] de yine bu topraklarda kadim unsur olarak hayatlarını idame ettirmektedirler.
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V)’ın Hz. Hatice’nin kervanlarına refakat ederek ilk defa Arap Yarımadası dışına çıkması, Şam ve dolayısıyla Suriye’nin ticari ve sosyal hayatta yüzyıllar öncesinden ne kadar önemli bir yer tuttuğunun delili olabilir.
Bu gerçekle birlikte, Suriye topraklarında bugün var olan kavga, kargaşa ve buhranların yoğun olarak yaşandığı bir dönem İslâm Tarihinde “Hulafâ-i Raşidin” (Peygamberimizin vefatından sonra gelen dört büyük halife dönemi) ve “Emeviler” dönemlerinde yaşanmıştır ki, o dönemlerde de derin ve yıkıcı mezhep tartışmaları, cinayetler ve savaşlar tarihteki yerini almıştır.
Peygamber Efendimizin vefatından sonra özellikle Emeviler döneminde mevcut olan bölgedeki bu karışık durum, Abbasiler döneminde yerini huzur ve barışa bırakmıştır. Bu huzur ve sükunun tesis edilmesindeki en önemli unsur, hiç şüphesiz Orta Asya’nın bozkırlarından çıkıp yüzyıllardır batıya doğru göç etmekte olan Türklerdir.
Zira özellikle 751 yılında Araplar ile Çinliler arasında yapılan Talas Savaşı’nda Türkler tarihten gelen ezeli düşmanları olan Çinliler’e karşı Araplar’dan taraf olmuşlar ve savaşın sonucuna kesin olarak tesir etmişlerdir.
Abbasiler kendilerine bu büyük savaşta yardım eden, savaşçı, mert ve gözüpek Türkleri ordularında önemli mevkilere getirmişler, ayrıca devlet yönetiminde de etkin makamları kendilerine tevcih etmişlerdir.
Bu bağlamda Abbasi Ordusunda önemli bir komutan olan Türk asıllı Ahmed b. Tulun, Abbasi Halifesine bağlı olarak Suriye’yi kontrol altına almış ve Musul’da Tulunoğlu Devletini kurmuştur.[2] Bilahare Tulunoğulları, topraklarını Mısır’a kadar genişleten önemli bir devlet haline gelmiştir.
750’li yıllarda Anadolu’dan önce Suriye topraklarına ayak basan ve buraları kendilerine yurt yapan Türkler, o tarihlerden günümüze kadar bölgenin asli unsurları arasında ve hatta en önde gelenleri olmuşlardır.
İlerleyen dönemlerde Tunus’ta kurularak tüm Ortadoğu’yu hâkimiyeti altına alan Şiî Fatimî Devleti yönetimine giren Suriye toprakları, bu dönemde de önemini korumuştur. Tıpkı Abbasi Devletinde olduğu gibi Fatimî Devlet yönetiminde ve ordusunda Türkler etkili olmuşlar ve zamanla Fatimî Devleti de Türklerin fiili hâkimiyetine geçmiştir.[3]
Abbasiler döneminde bölgeye gelip, Şii Fatîmiler döneminde kökleşen Karluk-Kıpçak boyuna mensup Türkler, bilahare Büyük Selçuklu Devleti döneminde Oğuzlarla birlikte Anadolu ile Suriye ve Irak topraklarına da Türk mührünü vurmaya başlamışlar, şehir merkezlerinden dağ başlarındaki yaylalara, ticari hayattan sosyal yapıya kadar tüm alanlarda egemen olmuşlardır. Bununla birlikte tüm coğrafyanın imarına ve iskânına canları ve kanlarıyla unutulmaz katkılar yapmışlardır.
Asrısaadet döneminden sonra en huzurlu dönemini de Türklerin bölgeye gelmesinden ve tam olarak yerleşmesinden sonra, özellikle Selçuklular zamanında yaşayan bu toprakların insanlarının söz konusu huzurlu ve güvenli dönemleri, meşhur Haçlı Seferleri ile sekteye uğramıştır.
Gerek Suriye bölgesinde, gerekse Bizans İmparatorluğu’nun yıllardır ellerinde bulunan Anadolu topraklarının Müslüman Türkler tarafından hızla fethedilmesi, Avrupalıları korkutmuş ve Müslümanların ellerine geçen kutsal addettikleri şehirleri tekrar almak için Avrupalı Hristiyanlar tarafından başlatılan yine ve kutsal olarak addettikleri “Haçlı Seferleri” başlatılmıştır.
İlk haçlı seferlerinin hedefinde tüm dinler için derin mana ifade eden “Kudüs” şehri vardır ve Avrupa içlerinden toparlanan Haçlı Orduları, çığ gibi büyüyerek Kudüs’e doğru hareket etmiş, Anadolu’da Selçukluların karşılarına çıkmasına kadar büyük bir özgüven ve gururla yollarına devam etmişlerdir.
Haçlı orduları, büyük Anadolu’dan başlayıp Kudüs’e ulaşıncaya kadar önlerine çıkan her yerleşim merkezini yerle bir etmiş, hangi milletten ve dinden olursa olsun her insanı da canice katletmiştir. Bununla birlikte Haçlı Orduları da özellikle Anadolu içlerinde büyük bedeller ödemişler ve birçoğu eriyip gitmişlerdir.
1096 tarihinde başlayan ve 1099 yılında Kudüs’ün işgali ile son bulan 1. Haçlı Seferi sonunda, Suriye’de de yer yerinden oynamış, binlerce masum insan canından, namusundan ve vatanından olmuştur.
Kudüs’te bir krallık kurarak bölgenin yönetimini devralan Haçlıların bu saltanatı 88 yıl sürmüş, bilahare Mısır’da bulunan Fatîmilerin yönetimine son vererek Eyyübi Devleti’ni kuran Selahattin Eyyübi, 1187 yılında Kudüs’ü tekrar fethetmiş ve Haçlı Krallığına son vermiştir.
Ortadoğu ve Anadolu toprakları gibi Emir Timur’un kumandasında Moğol işgalini de gören Suriye toprakları, daha sonra idarecilerinin büyük bir kısmı Türk olan Memlüklülerin kontrolüne girmiş ve 1517 yılında Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim Han’ın Mısır Seferi sırasında yapılan Ridaniye Savaşı ile Osmanlı İmparatorluğu topraklarına katılıncaya kadar Memlüklülerin Suriye üzerindeki hakimiyetleri devam etmiştir.
Görüldüğü üzere, Osmanlılar bu bölgeye sahip oluncaya kadarki tarihin her döneminde bir işgal ve istilaya uğrayan Suriye, gerçek anlamda ve en uzun süreli huzura Osmanlılar döneminde kavuşmuşlardır.
Ayrıca yine görüldüğü üzere, Türkler Anadolu’dan önce bugünkü Irak ve Suriye topraklarına gelmişler ve söz konusu toprakları yurt edinerek canları ve kanları pahasına korumuşlar ve korumaya da devam etmektedirler.
Genel manada Osmanlı’nın 1.Dünya Savaşına girdiği 1914 yılına kadar yaklaşık 400 yıl süregelen huzur ve sükunet dönemi, söz konusu savaş sonunda son bir daha son bulmuş ve aradan geçen yüz yıllık süreçte de devam edegelmiştir.
Her ne kadar 1. Dünya Savaşı öncesinde de bölgedeki etnik ve dini gruplar Batılı güçler tarafından harekete geçirilmek istense de, Osmanlı’nın her millete uyguladığı eşit ve âdil uygulamalar, bölge insanın Osmanlı aleyhinde bir faaliyetin içine sokulmasına engel olmuştur.
1798’de dönemin meşhur askeri şahsiyeti Napolyon’un Mısır’a asker çıkartıp burayı işgal etmesi sonucu kuzeye de yöneleceği tahmin edildiğinden tedbir alınmış ve CezzarAhmed Paşa, Akka’da O’nu durdurmayı başarmıştır.
Suriye’yi ele geçirmek için bölgedeki Hristiyanlardan medet uman Napolyon, bunlardan yüz bulamayınca yine bölgedeki Müslüman Arap ve Dürzilere bağımsızlık vaat etmiş ve Araplarda ilk defa bağımsızlık duygularını uyandırmaya çalışmış, ancak bunu başaramamıştır.[4]
Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın Osmanlı’ya isyan ettiği dönemlerde ise Suriye’de yaşayan etnik ve dini gruplar, bizzat M.Ali Paşa tarafından harekete geçirilmiş ve isyan etmişlerdir. Kavalalı’nın topladığı ordu ile oğlu İbrahim’in elini kolunu sallayarak Suriye ve Anadolu topraklarını geçip Kütahya’ya kadar gelmesi üzerine Batılı devletler müdahale etmiş ve Kavalalı ancak bu müdahale ile durdurulabilmiştir.[5]
Bu tür müdahalelerin klasik bir sonucu olarak, Suriye’de yaşayan yabancı unsurlar üzerinde özellikle Fransa ve Rusya söz sahibi olmuş, burada yaşayan Hristiyan tebaa üzerinde ilişkiler tesis edilmiş ve o dönemde başlayan bu ilişkiler, günümüze kadar devam etmiştir.
Osmanlı’nın son dönemlerinde hız kazanan ayrılıkçı hareketlerde Fransızlar Marunîler’e açık destek verirken, İngilizler de Dürzîler’e ön ayak olmuşlar, devletin aslî unsurlarından sayılan ve “Kavm-i Necib” olarak görülen Araplar da işi gücü bırakarak milliyetçilik peşine düşmüşlerdir.[6]
Olacakları ve olabilecekleri önceden bilen Osmanlı’nın kudretli Padişahı Sultan Abdülhamit Han, tahta geçer geçmez 93 harbini bahane edip, meşrutiyeti kaldırarak Osmanlı Meclisini süresiz olarak kapatmıştı. Ancak 33 yıllık padişahlığının son senesinde baskılara daha fazla dayanamayan Sultan, 23 Temmuz 1908’de Meşrutiyeti tekrar ilan etmiş ve pusuda bekleyen milliyetçilik simsarları tekrar sahalara dönmüşlerdir.
Bu bağlamda özellikle Balkanlarda ve Arap coğrafyasında başlayan hareketlenmelerden Suriye topraklarında yaşayan milletler de etkilenmiş ve kazan kaynamaya başlamıştır. Hüseyin Cahit Yalçın’a göre; 2. Meşrutiyet’in ilanıyla bayrağı altında milyonlarca insanın yaşadığı İmparatorluk, evvela gayrimüslimlerden ziyade Müslüman unsurlar tarafından pazara çıkarılmıştır.[7]
Söz konusu milliyetçilik akımlarının körüklenmesi neticesinde Suriye’de Şam-Musul hattının kuzeyinde yoğun olarak Türk nüfusunun mukim olması sebebiyle bu tür ayrılıkçı hareketlenmeler az olmakla birlikte, tam bir kozmopolit yapıda olan güney kısımlarda, özellikle de Lübnan ve Filistin taraflarında din ve mezhep fark etmeksizin Hristiyanlar, Sünniler-Şiîler ve Araplar arasında Milliyetçilik hareketleri yoğun olarak baş göstermeye başlamıştır.
Bölge çok enteresan bir bölgedir ve İngiliz, Fransız ve Rusların uzun zamandır merceği altındadır. Ayrıca Kudüs gibi Yahudilerce çok önemli bir merkezi içermektedir. Daha Sultan II. Abdülhamit Han tahtta iken Kudüs’ün Yahudilere verilmesi karşılığında Osmanlı’nın tüm borçlarının ödenmesi taahhüt edilmiş, ancak Abdülhamit bu teklifi reddetmiştir.
Osmanlı, önce İtalya’nın bir oldu bitti ile Trablusgarp’ı işgal etmesi, hemen arkasından da Balkan Savaşlarından ağır bir hezimetle ayrılmasını müteakip başlayan I. Dünya Savaşında 6 cephede birden savaşmaya başlamıştır.
Gerek Trablusgarp’ın çok kolay bir şekilde kaybedilmesi, gerekse Balkan Savaşlarındaki ağır hezimet, tüm Arap coğrafyasında devlete olan bağlılığı zayıflatmış, bununla birlikte özellikle İngiliz ve Fransızların işlerini kolaylaştırmıştır.
Suriye’de Osmanlı’nın 4. Ordu olarak adlandırılan ordusu vardır ve başında da İttihat ve Terakki’nin üç önemli şahsiyetinden birisi olan Cemal Paşa vardır. Ancak düşman içeriden olunca, kapıyı kilitlemenin bir anlamı yoktur. Zira bölgede önde gelen aşiretlerin hemen hemen tamamı ya İngiliz, ya da Fransızların kontrolü altındadır ve özellikle Gazze’de yapılan ve Çanakkale ile Sarıkamış’ı aratmayacak kahramanlıklara rağmen bölge elimizden kayıp gitmiştir.
Anadolu’nun değişik yerlerinden gelip uçsuz bucaksız çöllerde canını ve kanını veren Mehmetçiklerin yanı sıra, (tarihçi Metin Hülagu’ya göre) Osmanlı savaş bütçesinin önemli bir bölümü, son ana kadar Arapları kazanmak için altın lira olarak harcanmıştır.[8]
Yürek burkan hadiseler ve destanlaşan kahramanlıklarla geçen savaşlar sonucunda tüm bölge elimizden çıkmış ve yaklaşık dört yüz yıllık huzur dönemi de tekrar son bulmuştur. Kendisinden kat kat üstün İngilizlere yenilerek geri çekilen askerlerimiz, Anadolu içlerine kadar büyük tehlikeler atlatarak gelebilmişlerdir. Yorgun olan Mehmetçikler, üstelik bir de yerli cahil halk tarafından yağmalanmışlardır.
1.Dünya Savaşı 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes antlaşması ile fiilen sona ermiştir ancak bu sefer Osmanlı’nın çekildiği toprakların paylaşımında soğuk savaşlar çıkmaya namzettir. Zira bölgede hem İngilizlerin, hem Fransızların hem de Rusların gözü vardır.
Ayrıca savaş sırasında İngilizlerle anlaşarak Osmanlıyı sırtından vuran Şerif Hüseyin’e de Arapların bağımsız bir devlet olacağı ve başına da kendisinin geçirileceği sözü verilerek kandırılmış ve bir taraftan da ona verilen sözlerin zamanı gelmiştir.
Ancak, daha savaşın en hızlı döneminde, 16 Mayıs 1916’da Fransa ve İngiltere arasında imzalanan Sykes-Picot Anlaşması ile bu iki ülke bölgeyi paylaşmışlar ve Fransa’ya Doğu Akdeniz bölgesi, Adana, Antep, Urfa, Mardin, Diyarbakır, Musul ile Suriye kıyıları, düşmüştür.[9]
Ancak Osmanlı, bölgeden fiili olarak çekilmesine rağmen, uzun yıllar ve nesiller boyu Osmanlı bayrağı altında barış ve huzur içinde yaşayan halk, Fransa’yı ve dolayısıyla Fransızları kabullenmemişlerdir. Bu hususa en güzel örneklerden birisi, savaşın hemen sonrasında yaşanan şu ilginç olay gösterilebilir;
Fahreddin Paşa’nın destanlaşan Medine Müdafaasında sağlık memuru olarak görev yapan Feridun Kandemir, Savaş bittikten yaklaşık 3 ay sonra Medine’den ayrılarak, Şam üzerinden İstanbul’a gidecektir. Şam’a geldiğinde Osmanlı Askeri önceden bölgeden çekilmiş ve çekilirken de yerli halk ile Mehmetçikler arasında yukarıda bahsettiğimiz tatsız hadiseler vuku bulmuştur. Dolayısıyla bir Türk’ün bu tatsız hadiselerden sonra Şam’da bulunmasının tehlikeli olabileceği varsayımıyla, Kandemir’e sokaklarda fazla dolaşmaması gibi telkinlerde bulunulmuştur. Bu itibarla Türk olduğunu gizleme ve Şam’da bulunan halktan uzak durma ihtiyacını hisseden Kandemir’in yaşadıkları çok farklı olmuştur.
Kandemir, korkarak ve çekinerek ayak bastığı Şam’da yaşadıklarını; “…anlaşıldı, Tıpkı Şerif Hüseyin gibi, İngilizlerin oyununa gelerek onlara kul köle olan Şamlılar da, birden bire fena halde aldatıldıklarını görünce Ah Türkler! diye bize sarılıyorlardı. Birkaç ay önce fatihler gibi Şam’a giren İngilizler, işte Türkleri kahrettik. Bundan sonra yeryüzündeki bütün Araplar hür ve müstakildir. Her Arap topluluğu, bu arada Suriyeliler de derhal hükümetlerini kurup bayraklarını çekerek egemenliklerini ilan edebilirler” diye ağızlarına bir parmak bal çaldıkları Şamlıları, aleyhimize tahrikle, o arkadan vurma kancıklığı ile canavarlığını yaptırdıktan sonra, bütün vaadlerini unutup da olanca kibir ve azametleriyle karşılarındakini adam yerine koymaz görününce, zavallı Suriyelinin de işte böyle aklı başına gelivermiş. Şimdi, İngilizlere lânetlerle küfürler ede ede “Ah Türk kardeşlerim ah! diye boynumuza sarılarak, onlardan hınç almak hevesiyle ne yapacağını bilemiyor.”[10]şeklinde anlatmıştır.
Bin yılı aşan bir süredir birlikte yaşayan ve etle tırnak kadar iç içe girmiş insan topluluklarının yaklaşık dört yüz yıllık devletlerinden koparılması sonucu işte böyle hazin görüntüler ve yürek burkan gerçekler yaşanmıştır. Başta o topraklarda yaşayan Türkler olmak üzere, tüm halkların daha ilk günlerde Osmanlı’ya ve Türklere özlem duymaları boşuna değildir. Zira ilerleyen zaman gösterecektir ki, dini, dili, mezhebi ve milliyeti ne olursa olsun yaşadıkları her gün, bir öncekini arayacaklar ve geçmişlerindeki huzur ve adaletli yönetimi derin bir özlemle anacaklardır. Zira koskoca bir bölgenin, coğrafyanın ve milyonlarca insanın kaderi, binlerce km uzaktaki insanların masa başında çizdikleri haritalar üzerinden bölünerek belirlenmeye başlanılmış ve petrol rezervlerinin zengin olduğu toprak parçalarını içine alan alanlara kurulan devletçiklerle ve atanan kukla devlet başkanları ile bölge de yenilen şekillendirilmeye kalkışılmıştır.
Bu süreçte, Hicaz’da ayartılarak ayaklandırılan Şerif Hüseyin’in küçük oğlu Faysal Suriye’ye kral yapılarak, Suriye Arap Krallığı kurulmuştur. Ancak bölge insanının huzursuzluğu ve Fransızların tatminsizliği sonucu bu krallık fazla uzun sürmemiş ve Fransa’nın müdahalesi ile 1920 yılında yıkılmıştır.
Devamında Fransa’ya bağlı olarak “Manda-Mandeterlik” sistemleri devam etmiş ise de, bu sistem de Suriye’de fazla uzun sürmemiştir. Zira dünya üzerinde hiç örneği bulunmayan “manda” sistemine de Suriye’de yaşayan halk alışamamış ve kazan kaynamaya devam etmiştir.
Ayrıca Suriye ile Türkiye arasında bir de İskenderun ve Hatay sorunları mevcuttur ve söz konusu sorunlar, 1. Dünya Savaşından beri çözülememiştir. Ancak Milletler Cemiyetinde alınan karar gereğince 5 Temmuz 1938’de İskenderun Türkiye’ye katılmış, yaklaşık 1 yıl sonra da Hatay Cumhuriyeti, aldığı bir kararla Türkiye’ye katılma kararı alarak Anavatan’a katılmıştır.
Burada ilginç ve dikkat çekici bir diğer husus da, Hatay Cumhuriyeti bağımsız bir devlet iken Kesep ve Bayır Bucak, bu devletin sınırları içinde var olmasına rağmen, Hatay Cumhuriyeti’nin Türkiye’ye katılmasından sonra bu iki yerleşim yerinin Suriye tarafında kalmış olmasıdır.
Bu bölünme ile Cebel-i Akra Türkmenleri de denilen bu insanlar, ikiye bölünmüş ve yarısı Bayır-Bucak’ta Suriye tarafında kalırken, diğer yarısı Hatay’ın Yayladağı İlçesine bağlı olarak kalmışlardır.[11]
Bu süreçlerde özellikle Suriye tarafında kalan binlerce Türk, özellikle Ermenilerin yoğun saldırılarına maruz kalmış ve başıbozukluktan ve otoritesizlikten dolayı katledilmişlerdir.
Osmanlı İmparatorluğu tarafından 1. Dünya Savaşı sırasında Ermenilere yönelik uygulanan “tehcirin” büyük çoğunluğu, bugünkü Suriye sınırları içine yapılmıştır. Dolayısıyla gerek tehcir sonucunda o bölgede kalmaya devam eden Ermeniler, gerekse Suriye’nin yerlisi olan Ermeniler, Türklere karşı intikam hırsıyla hareket etmişler, savunmasız ve çaresiz insanların büyük mağduriyetlerine sebep olmuşlardır.
Suriye’de iç karışıklıklar ve iktidar kavgaları devam etmekte iken, diğer taraftan dünyada da sular durulmamaktadır. 2. Dünya savaşı yaşanmış, 1. Dünya Savaşının esas aktörleri, bu sefer 2. Dünya savaşında karşı karşıya gelmiştir.
Sovyet Rusya destekli komünizmin tüm dünyayı etkilediği bu yıllarda, Suriye’deki Baas Partisi de güçlenmeye başlamış ve milliyetçi söylemleriyle epey de taraftar bulmuştur. Zira bağımsızlık umuduyla Osmanlı’ya ihanet edilmiş ama üzerinden yıllar geçmesine rağmen henüz tam olarak bağımsızlık kazanılmadığı gibi, ülkedeki iç karışıklıkların da ardı arkası kesilmemiştir.
Baas hareketi sosyalist değil, komünist bir harekettir ve bugüne kadar aynı yolun yolcularına Rus himayesinin devam etmesi ile, bugünkü Suriye aydınlarının hep Rus okullarında okumuş kişiler olması,[12] bu hususun en önemli göstergesidir.
Tarihler 1958’i gösterirken, Suriye’nin en güçlü iki siyasi partisi Baas ve Kominist partileri Sovyetler Birliği’nin de desteği ile koalisyon kurarak iktidara gelmişlerdir. Yüzyıllar boyunca İslami şartlara göre yönetilen bu topraklar, çok kısa bir sürede dünyanın egemen güçlerinin müdahaleleri ile İslam ile tamamen zıt olan partiler tarafından yönetilmeye başlanılmıştır.
Bilahare yine Sovyetlerin arabuluculuğu ile Mısır ile birleşerek “Birleşik Arap Cumhuriyeti”[13] ismini alan Suriye’de yönetimde istikrar bir türlü sağlanamamış, karışıklıklar ve kargaşalar devam ederken, ihtilaller de birbirini takip etmiştir.
Birleşik Arap Cumhuriyeti devleti de bir darbe ile kısa sürede son bulduktan sonra, Baas Partisi 1963 yılında yine bir darbe ile yönetimi ele geçirmiş ve yine ilerleyen dönemde Nusayri olan General Hafız Esad’ın 1970 yılında Baas Partisini ve yönetimi ele geçirmesi ile Suriye’de uzun bir “Esad” dönemi başlamıştır.
1970 yılında Suriye’de iktidara gelen Baas Partisi ve başındaki Hafız Esad, 2000 yılında ölünceye kadar Suriye’yi tam bir demir yumruk sistemi ile yönetmiş ve ölünce de yerine oğlu Beşer Esad geçmiştir.
2011 yılında tüm Ortadoğu’da başlayan ve “Arap Baharı” olarak adlandırılan olaylarla, uzun yıllardır ülkelerini yöneten diktatörler birer birer devrilirken, bu durumla yüzleşmeyen tek lider Beşer Esed olmuştur.
Sanılanın aksine, yaklaşık beş yıldır koltuğunu koruyan Esed, bu süreçte milyonlarca insanın yerinden yurdundan olmasının yanı sıra, yüzbinlerce de masum insanın ölümüne sebep olmuştur. Mesele elbette sadece Beşer Esed’in koltuğu ve konumu ile ilişkilendirilemez. Yüzyıllardır bölgede söz ve imtiyaz sahibi olan veya olmak isteyen tüm ülkeler, olaya müdahil olmuşlar, bu müdahilliğin sonucunda da yine bu topraklar üzerinde onlarca terör örgütü peyda olmuştur.
Dinler ve mezhepler coğrafyasında, din ve mezhep temalı terör örgütlerinin kıskacında kalan milyonlarca masum insan, heba olup gitmiştir. Türkiye ve Türk milleti, Suriye’de yaşanan bu elim hadiselerden direkt etkilenmiştir ve daha uzun süre bu etkinin süreceği de bellidir.
Bugün Suriye sınırları içerisinde yaşamak zorunda kalan yüzbinlerce Türkmen soydaşımız vardır. Halep, kadim bir Türk şehridir. Humus’ta yüzyıllarca türkülerimiz söylenmiştir. Şam sadece Türklerin değil, tüm insanlığın ortak bir değeridir.
Daha yüzlerce yerleşim yeri sayılabileceği gibi Bayır-Bucak ve Türkmendağı için ise ap ayrı bir parantez açmak gerekir. Zira bu yerleşim yerleri, sembolik bir sınır hattı ile Türkiye toprakları dışında bırakılmıştır ve içlerinde yaşayanların tamamı halen Türktür. Yaşadıkları onca baskı ve zulme rağmen Türk kültüründen zerre kadar taviz vermeden bugünlere kadar gelebilen bu kadersiz soydaşlarımız, maalesef Suriye’nin en mağdur kesimini oluşturmaktadır. Topraklarında kopan fırtınaya karşı, olmayan imkânları ile karşı koymaya çalışmışlar ve vatan belledikleri topraklarını nereden geldiği belli olmayan düşmanlarına karşı büyük bir özveri ile karşı koymuşlardır.
Bugün ülkemizde kısır ve sığ siyasi çekişmelere ve anlamsız iç hesaplara malzeme edilmekle birlikte Suriye Türkmenleri, soydaşlık ve kader birliği noktasında ve insanlık gereği tüm düşüncelerden âri olarak değerlendirilmelilerdir.
Zira Türk milleti, tarihin her döneminde düşenin yanında olmuş, tüm imkânlarını seferber ederek mazlumun koruyucusu ve kollayıcısı olmuştur. Bugün bölgeyi istila eden şer odakları ve onların maşaları, elbet gün gelecek ve çekip gideceklerdir. Biz ise, bu toprakların en eski sahipleri olarak kalacağız ve ecdadımızın kanı ile aldığı yerleri, bizden sonrakilere gönül rahatlığı ile teslim edeceğiz.
Bugünkü karmakarışık durum düzelse bile, ilerleyen dönemlerde bir başka düzmece ve kurmaca sebeplerle yeni karışıklıklar çıkması ve çıkarılması kuvvetle muhtemeldir. Zira bu toprakların hamuru, bu tür olaylarla ve kanla yoğrulmuştur. Kaç haçlı seferini sinesinde eriten bu aziz topraklar ve milletler, elbet bu kara günleri de atlatıp, yine ve yeniden aydınlık bir geleceğe, barış ve huzur dolu günlere yine bizimle kavuşacaklardır.
Bu itibarla, önce Devletimizin güçlü olması, sonra da soydaşlarımızın ve tüm insanların güvenliği için bir ve beraber olmamız gerekmekte.
.
Zafer TEKİN – zafertekin@sahipkiran.org
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.
__________________________
DİPNOTLAR
[1] Ali Bademci, Suriye’de Türkmenler,s.12- İstanbul 2014.
[2] Oğuz Çetinoğlu-Türkmenname, Bilgeoğuz Yayınları İstanbul-2013
[3] Bademci, age, s.110
[4]Dç.Dr.Ömer Osman Umar, Suriye (1908-1918), s.10-Ankara-2004.
[5] Bademci, a.g.e. S.111.
[6] Bademci, a.g.e.S.111.
[7]H.Cahit Yalçın, Siyasal Anılar, İş Bank. Yayınları-İstanbul 1973.
[8] Metin Hülagü, İngilizlerin Hicaz İsyanına Yardımları, s.125, Ankara
[9] https://tr.wikipedia.org/wiki/Sykes-Picot_Anlaşması
[10] Feridun Kandemir, Fahreddin Paşa’nın Medine Müdafaası. Yağmur Yayınları İstanbul 2006, s.258
[11] Bademci, a.g.e. s:150
[12] Hüsnü Mahalli, Diren Suriye s.116- İstanbul-2014
[13] Bademci, a.g.e. s.155