Merkezimizce düzenlenen okuyucularımıza açık etkinliklerin 48.si, SASAM Başkanı Süleyman ERDEM’in sunumuyla “İslam Dinini İstismar Eden Terör Örgütleri Bağlamında Radikalleşme ve Radikalleşme ile Mücadele” başlıklı bir söyleşi şeklinde gerçekleşti.
Söyleşiye ilişkin bazı notları, okuyucularımızın istifadesi için aşağıda sunuyoruz;
SÖYLEŞİ NOTLARI:
Terör sorunuyla profesyonel olarak ilgilenenler, özellikle de devlet yetkilileri, terör eylemlerine başvuranların neler düşünerek bu eylemleri gerçekleştirdiklerini ve nasıl bu düşünceleri benimsediklerini, yani nasıl radikalleştiklerini bilerek sorunun çözümüne yönelik politikalar geliştirmek zorundadırlar. “İnsanlar nasıl radikalleşirler ve niçin terör örgütlerine katılırlar?”, “Gerçekleştirdikleri terör eylemlerini nasıl kendi vicdanlarında meşrulaştırabilmektedirler?”, “Terör örgütlerine katılımların önüne geçmek için neler yapılmalıdır?” ve benzeri soruların cevapları, yani terör örgütü üyelerinin radikalleşme süreçleri bilinerek terörizmle mücadele stratejilerinin belirlenmesi gerekmektedir.
SASAM bünyesinde kurulan Radikalleşme Çalışmaları Merkezi (RAMER), bu konularda çalışmalar yapmayı ve farkındalık oluşturmayı hedeflemektedir.
Terör, tek nedene dayanan basit bir şiddet hareketi olmayıp siyasal, sosyal, kültürel, tarihsel, psikolojik, ekonomik ve dinî nedenlerin bir veya birkaçına bağlı olarak ortaya çıkan bir olgudur.Teröre neden olan bu faktörler arasında yer alan din, kitleler üzerindeki etkisi dolayısıyla pek çok zaman manipüle edilerek terör hareketlerini meşrulaştırmak için kullanılmış ve günümüzde halen kullanılmaya devam edilmektedir.
Dinin terör örgütlerince istismar edilmesi, diğer alternatiflere nazaran çok kolay olmaktadır. Zira dini konulardaki vaatler, “şehitlik” ve “Cennet” gibi daha çok öldükten sonraki hayata dair hususlardır ve hayatta iken karşılanmaları beklenememektedir. İnsanlara yapacakları eylemler karşılığında Cennet vaat edildiğinde, hiç kimsenin vaatte bulunanlardan bu dünyada bir Cennet talebi olamaz. Bu yüzden de din istismarı, terör örgütlerinin istismar edebileceği diğer alternatiflere nazaran daha kolay ve etkili bir metottur.
Bu bağlamda “dini referanslı (motifli) terör”; “bir din sistemi içerisinde uç noktalarda yer alan marjinal düşünceler veya inançlar çerçevesinde, saldırganlık başta olmak üzere bazı davranış biçimlerinin kutsanarak yüceltilmesi neticesinde meydana gelen şiddet ve terör eylemleri”şeklinde tanımlanmaktadır.
Masum insanların öldürülmesi, tabiatıyla toplumda bu örgütlere karşı bir nefret duygusu uyandırmakta, ancak dini yanlış yorumlayarak şiddet eylemlerinde bulunan bu örgütler, toplumun bu tepkilerini önemsememektedirler. Zira onların amacı toplumun değil, Allah’ın sevgi ve takdirini kazanmaktır ve dini, kendilerini Allah’ın sevgisine ve takdirine ulaştıracak en sert şiddet eylemlerini gerçekleştirmeye cevaz verecek şekilde yanlış yorumlarlar.
Günümüzde din kaynaklı terör hareketlerine verilebilecek en iyi örnekler; El-Kaide ve yakın zamanda ortaya çıkan ve El Kaide’den daha radikal eylemlerde bulunan Irak Şam İslam Devleti (IŞİD)’dir. Çünkü El-Kaide ve IŞİD, dünya kamuoyuna yaptıkları açıklamalarda ve yayınladıkları bildirilerde, gerçekleştirdikleri eylemleri İslam adına ve İslam düşmanlarını etkisiz hale getirmek amacıyla yaptıklarını ileri sürmektedirler.
Ancak terör eylemlerine ve şiddete başvuranlar, sadece İslam Dinini referans alanlar arasından çıkmamakta; diğer dinleri referans alıp terör eylemlerinde bulunan hareket ve örgütler de hem tarih boyunca, hem de günümüzde görülmektedir. Zira her inanç sisteminde ki bunun içinde Hristiyanlık, Musevilik, Müslümanlık, Hinduizm, Sihlik, Budizm ve Konfüçyüsçülük de yer alır, köktendinci gruplar vardır.
Terör evrensel bir olgudur ve dini, ırkı ve mezhebi yoktur. Zira her din, ırk ve mezhepten terörist mevcuttur. Bu nedenle de Batı literatüründe bolca yer alan İslami terörizm (Islamic terror) ifadesi, tutarlı bir ifade değildir. Zira İslam’a nispet edilen terör, İslam dininin temel kaynaklarıyla taban tabana zıtlık oluşturmaktadır.
Bugün FETÖ dışında, İslam’ı referans aldıklarını ileri süren El Kaide ve IŞİD gibi örgütlerin güçleri, esas olarak beslendikleri ideoloji olan (Cihadî ve Tekfirci) Selefilik anlayışından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle de bu örgütlerin insan kaynaklarının temelini oluşturan Selefilik inancını ve niçin ortaya çıktığını iyi anlamak gerekmektedir.
Selefilik, günümüzde öne çıkan üç farklı anlayışa sahiptir. Bunlar: Suudi Selefiliği (Vahhabilik), CihadiSelefilik ve TekfirciSelefilik olarak özetlenebilir. Vahhabilik ile Selefilik, son yıllarda özellikle Batı literatüründe birbirlerinin yerine kullanılabilen ve aynı anlam yüklenilen kelimelerdir.
Selefi anlayışta, Kuran ve Sünnette yer alan hususların yoruma başvurulmadan ve bu kaynakların metinlerinde geçen kelimelerin lafız anlamları ile olduğu gibi kabul edilmesi esastır. Yine Selefi anlayışta akıl ve bilimle ilgili yorumlara şiddetle karşı çıkılmakta ve her türlü modernleşme ile zamanın şartlarına ve koşullarına göre Kuran ve Sünnetin yorumlanması ve bu yorumlar doğrultusunda fetva verilmesi, dinden uzaklaşma olarak algılanmaktadır.
Temelinde Hanbeli anlayış bulunan Selefilik akımının tarihi seyrine bakıldığında; Selefiliğin, İslam dünyasında bir takım olumsuzluklarla veya çözülemeyen sorunlarla karşılaşıldığı durumlarda, bu olumsuzluklara ve sorunlara tepki olarak doğduğu ve yine böyle olumsuzluklar ve sorunlarla karşılaşılan ilerleyen dönemlerde daha fazla radikalleşerek ve taraftar toplayarak zemin kazandığı görülmektedir.
Selefi hareket için İmam Hanbel’den sonraki en önemli isim; 1263-1328 yılları arasında yaşayan İbn-i Teymiye’dir. İbn-i Teymiye’ye kadar bir akım olarak varlığını sürdüren ama kurumsallaşamayan Selefilik, İbn-i Teymiye ile birlikte kurumsallaşma anlamında önemli mesafe kat etmiştir. İbn-i Teymiye, Abbasi İmparatorluğu’na Moğollar tarafından son verildiği, Bağdat’ın düştüğü ve İslam dünyasında bölünmelerin ve fikri ekoller arasında çekişmelerin yaşandığı, İslam tarihinin en bunalımlı döneminde yaşamıştır.
Yüzyıllardır süren askeri zaferler ile siyasi ve kültürel üstünlüğün ardından Müslümanların çoğu, halifeliğin ve İslam ülkelerinin kâfirler tarafından ele geçirilmesini imkânsız olarak görmekteydiler. 1258’de Bağdat’ın Moğollar tarafından işgal edilmesi, Müslümanlar açısından şok edici bir gelişme olmuştu. İbn-i Teymiye, Moğollar karşında alınan büyük yenilginin sebebini, Müslümanların Kuran ve Sünnet ile bildirilen emirleri yeterince yerine getirmemesine bağlamaktaydı. Ona göre; toplum ile din arasında son derece yakın bir ilişki vardı ve bu nedenle de Kuran ve sahih hadislerin harfiyen benimsenmesi gerekmekteydi. İbn-i Teymiye, Hz. Muhammed dönemindeki Medine toplumunun İslami bir devlet için mükemmel bir örnek olduğunu ve İslam’ın yeniden ihtişam kazanması için Hz. Muhammed ve Dört Halife dönemine dönülerek İslam’ın arındırılması gerektiğini savunmaktaydı.
İbn-i Teymiye’nin günümüze yansıyan görüşlerinden biri; sonradan Müslüman olsalar dahi, Şeriat yerine kendi kanunlarını uygulayan Moğolları kâfir ilan etmesi (tekfir etmesi) ve onları cihadın meşru hedefi olarak göstermesidir. Moğollara karşı ayaklanmanın ve ölünceye kadar onlara karşı cihat etmenin farz olduğu yönünde fetva veren İbn-i Teymiye’nin günümüz takipçileri, hem Müslüman yöneticilere ve seçkinlere, hem de Batı’ya karşı cihada çağıran fetvalar yayınlayarak İbn-i Teymiye’yi izlemişlerdir. İbn-i Teymiye’nin düşünceleri, 17. yüzyılda Osmanlı Devleti’nde ortaya çıkan Kadızadeliler Hareketini, 18. yüzyılda ortaya çıkan Vahhabi hareketini, 20. yüzyıl düşünürlerinden SeyyidKutub’u ve El Kaide’nin kurucusu Usame Bin Ladin ile hocası Abdullah Azzam’ı etkilemiş ve eserleri ile fetvaları, bu hareketler ve kişiler tarafından referans olarak kullanılmıştır.
Selefiliğinİbn-i Teymiye ve Muhammed Bin Abdulvahhab’dan (Vahhabilik hareketinden) sonra üçüncü kez ve daha da radikalleşerek İslam Dünyasında taban bulup yaygınlaşmaya başlaması, 20. yüzyılın ilk yarısında başlamıştır ve bu süreç günümüzde halen devam etmektedir. Osmanlı Devletinin çökmeye başlamasıyla birlikte 19. yüzyılın sonlarından itibaren İslâm dünyasının büyük bir kısmı işgal edilip sömürgeleştirilince, bu durumun sebepleri ve çıkış yolları hakkında İslam dünyasında sorgulamalar başlamıştır. Yaşanan yenilgilerin ve olumsuzlukların nedeni olarak, Moğollar karşısında alınan yenilgi sonucu İbn-i Teymiye tarafından ileri sürülen gerekçeler, yine ön plana çıkmıştır. Bu yenilgilerin ve olumsuzlukların nedenini izah etmeye çalışan bir kısım din adamları; ilk asırlardan sonra dine çeşitli bidat ve hurafeler girdiğini, ulema arasında taklidin yaygınlaştığını, ayetlerin ve diğer ilk kaynakların yerine âlimlerin şahsî görüşlerinin esas alındığını, tarikatların halkı atalete sevk ettiğini, bunun için de Müslümanların yenilgiye uğradığını savunarak; yeniden İslâm’ın özüne dönülmesi gerektiğini savunmuşlardır.
Öze dönüş çabalarında ön plana çıkan ve El-Kaide ve IŞİD gibi İslam adına savaştığını söyleyen pek çok örgütün kullandığı ancak geleneksel İslam anlayışından sapan unsur ise cihat anlayışıdır. Geleneksel İslam anlayışından sapan bu cihat anlayışı, El Kaide’nin ideoloğu olarak nitelendirilen ve SeyyitKutub’dan etkilendiği anlaşılan Abdullah Azzam’ın söylemleri ve eserleriyle yaygınlık kazanmıştır.
Ehl-i Sünnet (geleneksel Sünni İslam) âlimlerine göre; savaş ve cihat ilan etme yetkisi, devlet başkanına aittir. Onlara göre; devlet otoritesi altında olmaksızın hiçbir gruba silahlanıp kendi başlarına savaş ve cihat ilan etme yetkisi verilmemiştir. Mekke’de Müslümanların henüz bir devletleri yok iken inen Kur’an ayetlerinin cihat emri içermemesi, cihat emri içeren ayetlerin Medine’de bir İslam Devleti kurulduktan sonra nazil olması, bunun kanıtı olarak gösterilmektedir.
Azzam ise geleneksel Sünni İslam’ın bu cihat anlayışından ayrılmakta; Cihadın farz-ı kifaye olduğu zamanlarda belirli şartlarda cihat ilanı için devlet otoritesinin onayına ihtiyaç duyulabileceğini, ancak cihadın farz-ı ayın olduğu zamanlarda buna kesinlikle ihtiyaç olmadığını savunmaktadır. Yaşadığı dönemde cihadın farz-ı ayın olduğunu ilan eden Azzam; “Filistin’de cihat edecek güce sahip Arapların, cihada orada başlaması gerekir. Bu gücü kendinde bulamayanların ise Afganistan’a gitmesi gerekir” demektedir. Azzam, “Halkı ilgisiz otururken bir insan tek başına cihat edebilir mi?” sorusuna da şöyle cevap vermektedir;
“Evet, bal gibi savaş eder; Allah TeâlaNebisi’ne (s.a.v.) şöyle sesleniyor: ‘Sen sadece tek başına Allah yolunda savaş ver. Sen kendinden sorumlusun. Böylece (tek başına savaş vererek) diğer Müslümanları bilemiş olursun, zira Allah küfredenlerin gücünü böyle kırabilir. Allah en güçlü ve cezası en çetin olandır.’ (Nisa/84)”.
Cihadı her şeyin ve diğer tüm ibadetlerin önüne alan bir anlayışa sahip olan Azzam, bu anlayışını İbn-i Teymiye’nin şu fetvasına dayandırmaktadır: “İmandan sonra, dini hayatı ve dünya düzenini dejenere eden saldırgan düşmanı geri itmekten daha zorunlu hiçbir iş yoktur” (el-Feteva el-Kübra, 4/208). Abdullah Azzam ve öğrencisi Usame Bin Ladin, bu fetvaya pek çok eserlerinde ve konuşmalarında atıf yapmışlardır.
Selefilik hakkında şu gözlemlerimi paylaşmak istiyorum; Selefiler, her ne kadar dinin yorumlanmasında aklı bir kenara bırakarak, dini metinlerin lafızları üzerinden dini anlamak ve öğrenmek gerektiğini savunsalar da; nihai kertede kaçınılmaz olarak akla ve dolayısıyla yoruma başvurmaktadırlar. Akla müracaat ettiklerinde ise, aynı konuda pek çok yorum ortaya çıkmakta ve bu yorumlar, Selefiler arasında çok sayıda farklı grupların doğmasını ve kaosu beraberinde getirmektedir. Bu özelliğinden dolayı Selefilik içinde özellikle 1990 sonrasında derin ayrılıklar oluşmuştur ve dolayısıyla tek vücut bir Selefi itikat, düşünce ve tavırdan bahsetmek mümkün değildir.
Tüm dini meselelere, özellikle de farklı dönemlerde ortaya çıkan ve daha önce görülmemiş meselelere ilişkin açık hükümlere, Kuran ve Sünnet’ten ulaşmak mümkün değildir. Geleneksel Sünni anlayışa göre, Kuran ve Sünnet ana kaynak olmak üzere, bu kaynaklarda haklarında (açık) hüküm bulunmayan meselelerde İcma-ı Ümmet ve Kıyası Fukaha gibi kaynaklar da delil olarak kabul edilmektedir. Ümmetin üzerinde ittifak ettiği konuları ve fıkıh alimlerinin fetvalarını kabul etmeyen Selefiler, yeterli dini ilimleri bulunmadan kendileri Kuran ve Sünneti yorumlamaya kalkışmakta, böylece özellikle bazı önemli hususlarda her Selefi’ye göre farklı bir dini yorum ortaya çıkabilmektedir.
Radikalleşme; kişilerin aşırı politik, sosyal veya dini fikirler ve emeller edinmeye başladığı kişisel, grupsal veya kitlesel bir süreçtir.
Radikalleşme, şiddet ve terör kelimeleri aynı şeyleri ifade etmezler ve zorunlu olarak birbirlerini içermezler. Bu durumu aşağıda yer alan şekildeki gibi izah etmek mümkündür. Radikalleşen bireylerin büyük bir kısmı, farklı gerekçelerle terör örgütlerine katılmaz iken, terör örgütlerine katılan bireylerin bir kısmı da aslında hiç radikalleşmemiş bireylerden oluşmaktadır.
“Cihatçılar: El Kaide ve IŞİD’e Katılanların Hikayesi” adlı kitabımda yer verdiğim ve şahsıma ait Radikalleşme Teorisine göre; radikalleşmeye neden olan faktörler şunlardır; 1- Siyasal Ortam, 2- Sosyal Ortam, 3- Çevre, 4- İdeoloji, 5- Bireysel Etkenler.
Radikalleşmeye neden olan bu faktörlerin en tepesinde, ‘siyasal ortam’ bulunmaktadır. Çünkü ‘siyasal ortam’, ‘bireysel etkenler’ dışındaki diğer faktörleri de etkileyen ve hatta oluşturabilen ve aynı zamanda bireylerin radikalleşme nedenleri arasında göreceli olarak en yüksek yer tutan faktördür.
Örneğin bugünkü Söyleşinin konusu olan El Kaide ve IŞİD gibi örgütlerin ideolojileri olan CihadiSelefilik ve Tekfirci Selefilik, İslam dünyasının yaşadığı siyasi kaos dönemlerinde oluşmuş ve sonraki kaos dönemlerinde daha da radikalleşerek tekrar ortaya çıkmış, birbirinin devamı niteliğindeki ideolojilerdir. Normal zamanlarda kendine taban bulamayan bu ideolojiler, siyasi kaos dönemlerinde hızla zemin kazanabilmektedirler. Dolayısıyla bir ideolojinin ortaya çıkması ve zemin kazanması, siyasal ortama ve konjonktüre sıkı sıkıya bağlıdır. Siyasal ortamın yeşerttiği bir ideolojinin yaygınlaşmasında ise; sosyal ortam, çevre ve hatta bireysel faktörler, etkili olabilmektedir. Bireyler, içinde yaşadıkları sosyal ortamın sıkıntıları veya bireysel etkenler nedeniyle bir arayışa girebilmekte ve arayışlarına uygun mevcut bir radikal ideolojiyi benimseyebilmektedirler. Ancak bazen bu arayış soncunda ideoloji benimsenmeden de terör örgütlerine katılma olabilmektedir. Bu durumda çoğu kere birey, örgüt içinde ideolojiyi sonradan benimsemekte, bazen de örgütün ideolojisini hiç benimsemeksizin kendi hedefleri doğrultusunda örgütün saflarında yer almaya devam edebilmektedir. Bireylerin radikal bir ideolojiyi benimsemelerini etkileyen diğer bir faktör ise ‘çevre’dir. Bireyler, herhangi bir arayış içinde olmaksızın yakın veya uzak çevreleri kanalıyla bir ideoloji ile tanışıp radikalleşebilmektedir.
Radikalleşmeye neden olan bu faktörler arasında bir hiyerarşi veya birbiriyle zorunlu bir etkileşim yoktur. Bireylerin ve grupların radikalleşme süreçlerinde, bu faktörlerden sadece biri veya birkaç tanesi birden etkili olabilmektedir. Örneğin bir birey, diğer faktörlerden hiç etkilenmeden ve radikal bir ideoloji benimsemeden, sadece siyasal ortamın etkisi ile radikalleşebilir ve bir terör örgütüne katılabilir. Örneğin takma adı Ebu Hureyre el-Amriki olan ve bir intihar eyleminde ölen Amerikalı savaşçının, sadece Esad’ın masum Müslümanları öldürmesi ve bundan ötürü hesap vermemesinden etkilenerek radikalleştiği, yine Charlie Hebdo saldırısının baş şüphelisi Şerif Kouachi’nin uyuşturucu kullanan ve evlilik dışı ilişkisi bulunan biri iken, Ebu Garip’te Amerikalı askerlerin işkence yaptığı sahneleri izledikten sonra değiştiği iddia edilmektedir. Yine bu çalışma kapsamında mülakat yaptığım El Kaide üyeliğinden hükümlü 1980 Urfa Akçakale doğumlu Mehmet Reşat ÖZLÜ, her açıdan normal bir hayat yaşarken 11 Eylül saldırılarından çok etkilendiğini ve El Kaide’ye sempati beslemeye başladığını ve hidayetinin El Kaide sebebiyle olduğunu ifade etmektedir. Anılarını Cihadın Mahrem Hikâyesi isimli bir kitapla paylaşan Yahya KONUK ise, sadece bir dergide okuduğu Selami Yurdan’ın şehadetiyle ilgili haberden etkilenerek Bosna’ya cihad için gittiğini belirtmektedir.
SÖYLEŞİDEN KARELER