Twitter Facebook Linkedin Youtube

AVRUPA KRİZİ (KİTAP ÖZETİ)

Melisa YILMAZ

Melisa YILMAZ

George Friedman, dünyanın önde gelen özel istihbarat şirketi Stratfor’un kurucusu ve CEO’sudur. Medya uzmanı olarak da tanınır ve aralarında “Gelecek 100 Yıl” ve “Gelecek 10 Yıl”ın da olduğu altı kitabın ve ulusal güvenlik, jeopolitik ve istihbarat üzerine yazılmış sayısız makalenin yazarıdır. İlk olarak 2015’de “Flashpoints: The Emerging Crisis in Europe” adıyla yayımlanan kitap, İrem Sağlamer tarafından “Avrupa Krizi” adıyla dilimize çevrilmiştir.

Kitap, üç soru soruya cevap arıyor. Birincisi; Avrupa, siyasi, askeri, ekonomik ve düşünsel olarak küresel egemenliği nasıl elde etti? İkincisi; 1914 ile 1945 arasında Avrupa’nın bu egemenliği boşa harcamasına neden olan kusuru neydi? Üçüncüsü; 1945’i izleyen barış dönemi, geleceğin Avrupası’nın bir görüntüsü mü, yoksa Avrupa, tarihsel geleneklerine mi dönecek?

Rusya, artık özellikle güçlü değil. Ordusu eski halinin bir gölgesi gibi. Ama bu ordu, şu anki haliyle bile herhangi bir Avrupa ordusundan daha güçlü. Bu nedenle saldırmasına gerek yok. Ukrayna’nın çökmüş ekonomisi, Almanya’nın Rusya’ya meydan okuma gönülsüzlüğü ve İngiltere’nin uzaklığı, Rusya’ya dev bir üstünlük sağlıyor.

Almanya, Avrupa’nın en büyük, dünyanın ise dördüncü büyük ekonomisi. Aynı zamanda dünyanın üçüncü büyük ihracatçısı. Bu nedenle Almanya, dünyaya ekonomik bir mercekten bakıyor. Ruslar, Doğu Avrupa’nın zayıflığını kullanırsa, Almanya stratejik bir karar vermek zorunda kalır. Rusya’yla bir ittifak yapmaya kalkışabilir ama zayıf kalırsa bu ittifak bir tuzağa dönebilir. Ya da Rusya’yı dengelemeye çalışabilir, bir Doğu Avrupa koalisyonunu destekler. Ya da Rusları etkisiz hale getirmeye hazırlanabilir.

Türkler ile Ermeniler, kötü hisleri canlandıran katliam anıları yüzünden birbirine düşman. Diğer yandan Türkler, Rus enerjisine bağımlı ve bir seçenek bulana kadar Türkiye, Rusya’ya meydan okuyamaz. Bu nedenle Türkler ile Ruslar, siyasi olarak çekişiyor; özellikle de Azerbaycan’da.

George Friedman, tüm bu değerlendirmelerinde Türkiye için “AB’ye girmeyin” diyor. AB’nin artık yıkıldığını savunan Friedman, Birlik içerisindeki bu krizde Türkiye’nin en büyük avantajının “AB üyeleri arasında olmaması” fikrini ileri sürüyor. Bunlara ek olarak; Türkiye’nin artık yüzünü çoğunluğunu İslam ülkelerinin oluşturduğu bölgede liderliğe çevirmesini, bunun için Türkiye’nin hem yeterli ekonomik gücünün, hem de Osmanlı’dan kalma yeteneklerinin olduğu görüşünü ileri sürüyor.

_____________

Giriş

1.Dünya Savaşı, 1871’deki birleşmesinden beri Avrupa’nın dengesini ve istikrarını kargaşaya sürükleyen Almanya’nın konumu yüzünden çıktı. Almanya’nın 1. Dünya Savaşındaki stratejisi, Fransa’yı yenmek ve sonrasında da Rusya’yı alt etmek için güçlerini yığmak oldu. 6 haftalık bir savaştan sonra Fransa’yı yenen Almanya, dikkatini Sovyetler Birliği’ne yöneltmişti.

İsrail, Britanya İmparatorluğu’na ait topraklarda kurulmuştu. İngilizleri zayıflatan her şey, Stalin’i sevindiriyordu ve İsrail’le ittifak oluşturabileceğini düşünüyordu. Sovyetler, her zaman Akdeniz’e ulaşmak istemişti ve bunun için Yunanistan ve Türkiye’deki ayaklanmaları desteklemişti. Ne var ki Yunanistan ve Türkiye’deki komünist karşıtlarının arkasına Amerikan gücünü getiren Truman Doktrini, başarıyı olanaksız kılmıştı.

1949’da Avrupa, işgal altındaydı. Sovyetler tarafından işgal edilen ülkelerde komünist rejimler vardı. Amerikalılar ve İngilizler tarafından işgal edilenler de anayasal cumhuriyetlerdi. Daha da önemlisi, 1949’da Berlin ablukası gerçekleşmiş, Churchill Demir Perde konuşmasını yapmış ve NATO kurulmuştu. Sovyetler, komünist partileri Fransa ve İtalya gibi ülkelerde yaygınlaştırmak ve son zamanlarda yeniden canlanan Alman ordusuna ve istihbarat örgütlerine sokulmak için büyük çaba harcıyordu. Stalin, yeni kurulan CIA’ye sızmaya ve İngiltere’nin istihbarat kurumlarındaki etkisini daha da büyütmeye odaklanmıştı. Müttefikleri çökertir ve etkisiz hale getirebilirse, bir savaş gerekmeden istediğini kolayca elde edebilirdi.

Avrupa, İslam ve Keşiflerin Kökenleri

Avrupa’da Hristiyanlığın yanında bir başka din daha büyüyordu: İslam. İslam, dünya tarihinin en yaygın uygarlıklarından birini yaratmıştı . Hristiyanlık Avrupa’ya egemen iken, İslam daha geniş bir bölgeye egemendi. Dünyayı fethetmesi gereken bir uygarlık varsa, o da İslam’dı.

1453’te Osmanlılar, Konstantinopolis’i fethetti. Konstantinopolis’in düşüşü, Hristiyan Avrupa’ya karşı ölümcül bir tehdit oluşturuyordu. Osmanlılar, burayı fethettiğinde sadece Hristiyanları buyruğu altına almakla kalmayıp Doğu Akdeniz’in egemen deniz gücü oldu. Müslümanların büyüyen gücü, Portekiz Kralı’nın oğlu Henry’i harekete geçirdi. Henry’nin bunun dışında başka sebepleri de vardı: Müslümanları yenilgiye uğratmak, İspanya’yı baskı altına almak, Hindistan’a ulaşıp altın bulmak, Hristiyanlığı yaymak gibi… Bu karmaşık gerekçeler, Avrupa emperyalizminin damgalarından biri olarak varlığını korudu.

Henry, Osmanlıların atlatılması hedeflerine ulaştı. Aynı zamanda Avrupa’nın Hindistan üzerinde yıllarca süren egemenliğine de zemin hazırladı. İspanyollar, Baharat yolundan çok daha değerli bir şeyi, dünyanın diğer yarısını keşfettiler ve zaman içinde buranın altın ve gümüşle dolu olduğunu gördüler. Kristof Kolomb’un yolculuğu, dünyanın yuvarlak olduğu gerçeğini ortaya çıkardı. Hiçbiri Avrupa’yı ve Hristiyanlığı duymamış, başka ve çok gelişmiş uygarlıklarla dolu bir dünyanın kapılarını açtı.

1517’de Martin Luther’in Doksan Beş Tezi’ni bir kilisenin kapısına çivilemesiyle birlikte, kilise bölünmekle kalmayıp parçalanmaya başlamıştı. Bu parçalanma, giderek ulusallaşan çizgilerle beraber geldi. Bu çizgilerin merkezinde akıl, yani insan aklının evreni ve insanlığı anlayabileceği düşüncesi vardı.

Otuz Bir Yıl

Almanya’nın birleşmesi ve yükselişe geçmesiyle temel olarak üç şey değişmişti. Teknoloji, yeni silahlar tasarlayıp yaratma olanağı sağlamıştı. Sanayi, bu silahların seri üretimine izin veriyordu ve son olarak da ulus-devletin psikolojik gücü, üç büyük Avrupa ülkesinin (Fransa, İngiltere ve Almanya) askerleri üzerindeki denetimlerinin sürmesini, savaş alanındaki hayatı kötü, vahşi ve kısa kılan bir katliam düzeyine rağmen onları savaşmaya teşvik etmelerini sağlamıştı.

1.Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra çok dilli imparatorlukların içinde boğulan ülkeler, hazır olsalar da olmasalar da bağımsızlıklarını kazandı. Ve bu ülkelerin geleceğini belirlemesi gerekiyordu. Diğer tarafta Avrupa’nın liberal demokrasileri, ekonomik olarak çökmüştü ve halklarının liderlerine pek az güveni kalmıştı. Komünizm ve faşizm ise kitleler fikri üzerinde örgütleniyordu.

Hitler, akademik bağlamda olmasa da akıl melekesine öncelik vererek yaşayan bir entelektüeldi. Almanya’yı diriltmek için, milli gururu diriltmesi gerektiğini biliyordu. Askerlerinin çoğu, Versailles’a ve Weimar hükümetine karşı öfke ve nefret doluydu. Hitler de ondan nefret ediyor, onun zayıflığın bir işareti olduğuna inanıyordu. Eğer ırk, insan hayatının merkezindeyse, o zaman Almanya’nın kötü durumuna ilişkin ırksal bir açıklama getirilmeliydi. Ve Hitler, bunu Yahudilerde buldu. Onun açıklamasına göre Yahudiler her yerdeydi ve gittikleri her yere acı getiriyorlardı. Çünkü stratejileri, içinde yaşadıkları ülkeleri sömürmek ve ev sahiplerine felaket getirerek kendilerini zenginleştirmekti.

İkinci Dünya Savaşı sırasında Amerikalılar, bir ada ülkesi olarak yalıtılmış İngiltere’yi kurtarmaya gelmişti. Orduları yenilmiş olmasına rağmen bir Fransız birliğinden ve direnişinden söz etmek mümkündü ama İngilizleri ve Fransızları gölgede bırakan, onlara egemenliklerini geri veren şey, Amerikalıların büyük miktarlardaki savaş malzemesi ve müthiş gücüydü.

Amerikalılar savaşa geç girdi ve anayurtları bir zarar görmedi. Amerikalılar eskisinden de güçlü bir şekilde ortaya çıkmıştı. Artık Almanya’nın yerini Sovyetler almıştı ve güçlü komünist partileri ve siyasi etkileri vardı. Sovyetler Birliği’nin 1991’de çökmesiyle Soğuk Savaş sona erdi. Avrupa devletleri artık Avrupa’yı tek bir varlık halinde bütünleştirmek ve savaşları kalıcı bir şekilde ortadan kaldırmak istiyordu. Avrupa’nın bütünleşmesi fikri bu şekilde ortaya çıktı.

Marshall Planı, Avrupa’nın birleşmesinin gerçek başlangıcıydı. Avrupalılar, Amerikan yardımını memnuniyetle karşıladı ama Avrupa’nın ekonomik bütünleşmesine yönelik Amerikan planlarından çok hoşnut değillerdi. Özellikle İngiltere, bir hayli kuşkuluydu. İngilizler, imparatorluklarının içinde ortak bir para birimi, İngiliz sterlini temelinde bir serbest ticaret bölgesi yaratmıştı.  Bütünleşme fikri onlar için korkunçtu. Tek bir ekonomik yapı içinde yeniden canlanan Almanya ve Fransa’nın arasında kalmak, onları içgüdüsel olarak irkiltiyordu.

Fransa’nın ise iki düşüncesi vardı. İlki; İngiltere’nin bütünleşmenin dışında kalmasıyla Fransa, Avrupa’nın başlıca gücü olmuştu. Gönülsüzce izlemektense, sürece öncülük etmek daha iyiydi. İkincisi; Fransızlar, egemenliklerini tek başına yeniden kazanamayacaklarını biliyordu. Birleşik Devletler’i dengelemek için diğer Avrupa ülkeleriyle bir koalisyonun içinde olmaları gerekiyordu. Avrupa Topluluğu (AT) kurulmasında en büyük rolü, o dönem Fransa Başbakanı olan ve Avrupa’nın bütünleşmesine derinden bağlı olan Robert Schuman oynamıştır. Ama Schuman’ın arkasında üç şeyin farkında olan De Gaulle vardı: Birincisi; Avrupa, Birleşik Devletler ve bir çeşit ortak savunma sistemi olmadan Sovyetler Birliği’ne karşı koyamazdı. İkincisi; NATO etkili olacaksa Almanya’nın yeniden canlanması gerekiyordu ve bu yüzden Fransa’nın Almanya’nın yeniden canlandırılmasına katılımı ve Almanya’yla yakın bir ilişki kurulması, gerekli adımlardı. Ve son olarak; Fransa, Avrupa’nın bütünleşmesine öncülük edecek ve Almanya’yı yörüngesine alacak olursa, bu konumunu Avrupa’ya egemen olmak ve Almanya’yı sadece Sovyetler’e karşı etkili bir güç olarak değil, Amerikalılara karşı da bir denge ağırlığı olacak şekilde biçimlendirmek için kullanabileceğini biliyordu.

Avrupa bütünleşmesi, resmi olarak 1957’de Avrupa Topluluğu’nu (AT) kuran Roma Antlaşması’nın imzalanmasıyla başladı. Antlaşma, altı ülkeyi bir araya getiriyordu: Fransa, Almanya, Hollanda, Belçika, Lüksemburg ve İtalya. En önemli bölümü de Almanya ile Fransa’yı birbirine bağlamasıydı. AT, aynı zamanda Soğuk Savaş’ın bir aracıydı. Fransa ile Almanya’yı NATO bünyesinde birbirine bağlıyordu. İngilizler, AT’nin dışında kaldı. İngilizler, bir serbest ticaret bölgesine ihtiyaç duysalar da ekonomilerinin üzerindeki bağımsız denetimlerini sürdürmek istiyorlardı.

Maastricht Antlaşması, ulusal hükümranlığa meydan okuma olarak görülebilecek bir öğe yarattı: Avro. Şu anda AB’de avro kullanan on sekiz ülke var. AB’nin ve avro bölgesinin parçası olunca, tam olarak Avrupalı olduğunuz yönünde tamamlayıcı bir inanç vardı. Maastricht Antlaşması daha imzalandığı yılda (1991) çöktü ve çökmesiyle birlikte Avrupa’nın Avrupalıların yok olduğuna inanmak istediği bir yanı gözler önüne serildi.

Almanya, açık farkla Avrupa’nın en büyük ekonomik gücüydü ve AB de öncelikle ekonomiyle ilgili olduğu için Avrupa’nın en büyük gücüydü. Almanya için refahı sağlayan da serbest ticaret bölgesiydi. Ne kadar verimli üretim yaparsa yapsın, piyasalar gümrük tarifeleriyle korunmazsa Almanya, ülke ekonomisini sürdüremez ve işsizlik yükselişe geçer. Bu yüzden Almanya’nın AB’ye, daha az ihracat bağımlılığı bulunan ülkelerden daha fazla ihtiyacı var.

Almanya’nın birleşmesi, otuz bir yılda sonuçlandı. II. Dünya Savaşı sonrasında ise kırk beş yıl boyunca Almanya, bölünmüş durumda kaldı. Almanya, bugün Adolf Hitler’in Almanya’sı değil. Sınırlı askeri gücü var ve içsel inançları ile ilkeleri son derece yasal ve demokratik. Ne var ki bu durum, Almanya’nın bugün Avrupa’nın en güçlü ülkesi olduğu ve aldığı kararların ya da yaptığı eylemlerin Avrupa yarımadasının ve onun ötesindeki ülkelerin üzerinde çok büyük etkisinin bulunduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Almanya, birleşmeyi göreceli olarak geç başarmış ülkeler sınıfının bir parçasıydı. Ayrıca diğer ülkelerden daha geç sanayileşti. On dokuzuncu yüzyılın sonunda hem Japonya, hem de Almanya birliklerini sağladılar ve ardından ekonomik olarak geliştiler. İkisi de yeni endüstriyel makinesini doyurmak için hammaddelere ve piyasalara erişimi sağlama aracı olarak savaşa başvurdu. Her ikisi de sonunda ağır bir yenilgiye uğramakla beraber, bir kuşak içinde ekonomik olarak yeniden doğdular. Ancak bu defa orduları zayıftı ve öncelikli olarak ekonomik kalkınmaya ağırlık veren bir ulusal çıkar arayışları vardı.

Almanlar, AB’de kalmak istiyorlar ama birliğin de Almanya’nın çıkarları için çalışmasını istiyorlar. Almanların niyeti, siyasi olmayan ve kesinlikle askeri sonuçları bulunmayan bir ekonomik politika yürütmek. İradelerini kimseye dayatmadan Avrupa’nın baskın gücü olmayı amaçlıyorlar. Almanya bu yüzden gerçek bir güç olacak. Önce siyasi gücünü ve zaman içinde, baskılar büyüdükçe de askeri gücünü gösterecek. Almanya’yı askeri değil, ekonomik kaygılar harekete geçirecek.

Sovyetler Birliği’nin çökmesi, Rusya’yı güçsüz ve savunmasız bıraktı. Rusya’nın endüstrisi rekabet edemiyordu ama Rus hammaddesine, özellikle de petrol ve doğalgaza fena halde ihtiyaç duyuluyordu. Avrupa yarımadası, ikisine de fena halde muhtaçtı ve Ruslar onların ihtiyaçlarını karşılamak için hem mevcut hem de yeni boru hatlarını ve nakliye rotalarını kullanıyordu.

1991’den beri mevcut olan dinamiği değiştirme hedefiyle iktidara gelen Vladimir Putin, Boris Yeltsin’in yerini aldı. Putin, bir KGB (Sovyet Gizli Haberalma Teşkilatı) adamıydı. Dünyaya belirli bir şekilde, acımasız bir gerçekçilik ve biraz da ideolojiyle bakıyordu. Ama bir KGB adamı olarak, aynı zamanda devlete karşı derin bağlılığı ve ülkesine karşı sorumluluğu vardı. Tüm eylemlerinde, Putin’in Rus gücünü bir ölçüde canlandırmasından kaynaklanan kişisel bir gurur görülebilir. Bir istihbarat ajanının zorunlu kötümserliğinin derinliklerine gömülü ülke sevgisi de öyle. Eski Sovyet uydusu ülkeler, NATO ve AB’ye katıldığında, Rusya üç nokta üzerine yoğunlaşmıştı. Birincisi, NATO onları gelecekte Rus gücüne karşı koruyacak askeri olanaklar sağlayacaktı. İkincisi, AB onlara hem ülke içindeki siyasi ihtiyaçlarını tatmin edecek hem de onları Avrupa’nın genel refahıyla bütünleştirecek ölçüde bir refah sağlayacaktı. Sonuncusu; bu kurumlarla bütünleşmenin, bu ülkelere kalıcı bir anayasal liberalizm güvencesi vereceği duygusuydu.

Avrupa, az sayıda yabancıyla baş edebilir. Ancak 19. yüzyılda kitleler halinde Avrupa’ya akın eden Doğu Yahudileriyle baş edemedi. Daha yakın zamanlarda akıp gelen Müslümanlarla da baş edemez. Modern Avrupa, giderek sekülerleşiyor. Hristiyan ülkelerde kiliseye katılım büyük ölçüde azaldı ve anketler, Avrupalıların dine karşı düşmanlık beslemese de ilgisizleşme eğiliminde olduğunu gösteriyor.

Avrupalılar, iki nedenden dolayı Türkleri yabancı olarak görmeye devam ediyor. Birincisi; Hristiyan yerine ağırlıklı olarak Müslüman olmaları… Bu yüzden tam anlamıyla Avrupalı olamıyorlar. İkincisi; 1453’te Konstantinopolis’i ele geçirdiğinde Türkler, Avrupalılara uygarlıkları için bir tehdit olarak görünmüştü. Avrupalılar için tehlikeli yabancılardı onlar. Kemal Atatürk, iki tamamlayıcı doğrultuya yöneldi. Birincisi; Avrupa Aydınlanmasının yarattığı modeli izleyerek çokuluslu bir imparatorluğun yerini alacak bir ulus-devlet kurmaktı. İkincisi de devleti laik bir yapıya sokmaktı. Bir Müslüman devletine, çağdaş Avrupa değerlerini yansıtacak şekilde yeni bir biçim verildi. Kamusal ve özel ayrımına keskin bir hassasiyet göstermek, laikliktir. İslam, hiçbir zaman gerçek anlamda bu ayrımı benimsemedi ve Atatürk’ün var ettiği dünya da baskılarla karşılaştı.

İki Türkiye var. Biri İstanbul, diğeri Türkiye’nin geri kalanı. Türkiye’nin geri kalanı hala muhafazakâr ve Müslüman. İstanbul ise laik. İstanbul, hem Türkiye ile Avrupa arasında bir köprü, hem de Akdeniz dünyası ile Rusya’yı birbirine bağlıyor. Türkiye, Müslüman âleminde laikliğin yurduydu ama durum orada bile karmaşıktı. Türk halkı, İstanbul’un dışında genel olarak hala muhafazakâr ve dindar. Aynı zamanda milliyetçi ve bu tutumu Atatürkçülüğe bağlanıyor. Fakat Türk halkı yine de milliyetçilerden tam olarak memnun değildi. 2001 yılında AKP kuruldu ve 2002’de ezici bir zafer kazandı. AKP, Müslüman çoğunluğu temsil etmeyi ve laik yasakların bazılarını kaldırmayı hedeflerken; AB’ye girmeyi, laikleri korumayı ve orduyu dizginlemeyi istediğini iddia ediyordu. Görünürdeki ılımlılığın altında AKP’nin bir İslam devleti kurma sürecinde olduğundan korkan laik CHP ise bu partiye karşı çıkıyordu. Bazı laiklerin AKP’nin şeriatı dayatmayı hedeflediği yönünde derin bir kaygısı var. Bu düşünce, beyaz yakalılarda özellikle belirgin.

Türklerin sınırları, sınırın karşısındaki etnik topluluklarla, tarihin kalıntılarıyla dolu. En önemli topluluk olan Kürtler, doğuda. Kürtler, devleti olmayan bir halk ve Irak, İran, Suriye ve Türkiye’de yaşıyorlar. Bu yüzden dört ayrı halkın içinde boğulmuş tek bir halk, sürekli istikrarsızlık yaratabilir. Bölgede yaklaşık otuz milyon Kürt yaşıyor. Yarıdan fazlası Türkiye’de. Ülkenin doğusunda toplanmış oldukları ve sınırın ötesindeki Kürtlerle ilişkilerinin bulunduğu gerçeği, onları Türkiye için daha da büyük bir sorun haline getiriyor.

İpek Yolu, burada yaşıyor. Ama bu kez İpek Yolunda ticareti yapılan mal, eroin. Türkiye’ye İran’dan geliyor, Kürtler tarafından ülkeye sokuluyor ve sonra Avrupa’ya aktarılıyor. Irak’taki savaş ülkeyi parçaladı. Orada petrol olduğu uzun zamandır biliniyordu ama kimse Saddam Hüseyin’in hakim olduğu Irak’a girip de onu çıkarmaya hazır değildi. Saddam rejimi yıkılınca, Kürt bölgesi geniş bir özerkliğe sahip oldu ve petrol şirketleri petrol çıkarma riskini üstlenmeye başladı.

Buradaki en önemli etken, Türkiye’nin yükselişi. Tamamen düz bir çizgide değil ama çevresindeki ülkelerin çoğu zayıflarken ya da çatışırken, o güçleniyor. Osmanlı İmparatorluğu’na dönüş fikri, Türkiye’de şiddetle tartışılan bir kavram. Özellikle de bunu şeriata giden kısa yol olarak gören laikler için. Bu kavram, ne kadar hassas olursa olsun, Türkiye yükseliyor ve zaman içinde bu güç Avrupa’yı, hem Kafkasya’da hem de Balkanlarda tüm Türklerden ve diğer Müslüman göçmenlerden çok daha fazla etkileyecek.

.

Melisa YILMAZ

SASAM Stajyeri – Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğrencisi

Sahipkıran AKADEMİ kategorisinde yayınlanan diğer yazılar için tıklayınız.

sahipkiran Hakkında

Sahipkıran; 1 Aralık 2012 tarihinde kurulmuş, Ankara merkezli bir Stratejik Araştırmalar Merkezidir. Merkezimiz; a) Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü savunan; ülkemizin her alanda daha ileri gitmesi ve milletimizin daha müreffeh bir hayata kavuşması için elinden geldiği ölçüde katkı sağlamak isteyen her görüş ve inanıştan insanı bir araya getirmek, b) Ülke sorunları, yerel sorunlar ve yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın sorunlarına yönelik araştırma ve incelemeler yaparak, bu sorunlara çözüm önerileri üretmek, bu önerileri yayınlamak, c) Tespit edilen sorunların çözümüne yönelik ulusal veya uluslararası projeler yürütmek veya yürütülen projelere katılmak, ç) Tespit edilen sorunlar ve çözüm önerilerimize ilişkin seminer ve konferanslar düzenleyerek, vatandaşlarımızı bilinçlendirmek, amacıyla kurulmuştur.

Yorum Ekleyebilirsiniz


%d blogcu bunu beğendi: