Türkiye son dönemde dış politikada önemli hayal kırıklıkları yaşamaktadır. Müttefik olarak gördüğü ülkeler, ya 15 Temmuz darbe girişiminden sonra olduğu gibi kendisini yalnız bırakmakta, ya da müttefikliğe hiç yakışmayacak hamlelerle kendisini sıkıştırmaktadır.
Bazı sorularla dış politikada yaşadığımız tıkanıklıkları hatırlayalım;
– Neden Türkiye Almanya’da kabul edilen Ermeni Tasarısına engel olamadı? Neden Almaya, kendisi için pek fazla önem arz etmeyen bu tasarıyı iki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler çok iyi iken kabul edip bu ilişkileri tehlikeye attı? Almanya’da 3 milyondan fazla Türk yaşadığı halde etki bakımında çok az sayıda Ermenilere mağlup mu oldular? Neden “Türk kökenli milletvekilleri” bu tasarıya karşı evet yönünde oy kullandılar? Bu kadar büyük bir devlet olan Türkiye’nin baskısı da mı fayda etmedi? Uluslararası alanda Türkiye’nin küçücük bir Ermeni devleti kadar itibarı yok muydu?
– Neden Türkiye NATO’ya kabul edildi? Neden Türkiye, ABD’den pek çok defa uluslararası sahada gol yemesine karşı ABD ile uyumlu bir şekilde hareket etti veya etmek zorunda kaldı? Peki, uyumlu hareket etmek zorunda mıydı? Türkiye neden ABD’nin PKK’ya/PYD’ye silah (lojistik ve istihbarat dâhil) yardımı yapmasına karşı bir hamle gerçekleştiremiyor? Acaba ABD için PYD, Türkiye’den daha önemli midir? Türkiye’nin bir terör örgütü olan PKK/PYD kadar mı uluslararası alanda itibarı yok?
– Neden Türkiye, 50 seneden fazla bir süredir AB kapısında bekliyor veya beklemek zorunda bırakılıyor? Neden Türkiye, Gümrük Birliği’ne alınmasıyla 10’larca sene boyunca milyarlarca dolar kaybetti? Neden Türkiye, hep Batı’dan bir umut bekleyedurdu ve adeta Batıyı bir “Mesih” olarak gördü? Neden Batı’nın değerlerine sahip olmak için kendi değerlerinden vaz geçerek, tam anlamıyla ne Batının değerlerini ne de kedi değerlerini uygulayabildi? Neden hep kendisini Batılı bir ülke olarak gösterme çabasına girdi? Örneğin Japonya neden böyle bir arayışa girmedi? vb. gibi yüzlerce hayati öneme sahip soruların cevaplanması gerekirken hala bu soruların cevapları belirsizdir.
– Her şey yolunda giderken neden birden Rusya-Türkiye arası açıldı veya açılmak istendi veya kimin tarafından açıldı?
– Neden yurt dışında yaşayan Türkler bu kadar bölünmüşler ve birleşerek çok güçlü lobi olabilecekleri halde ayrı ayrı hareket etmekteler? Neden Türkiye, yurtdışında yaşayan halkının güçlü bir lobi oluşturabilmesi için çaba sarf etmedi ya da sarf ettiyse de başarısız oldu?
– Neden Türkiye’de on binlerce yabancı öğrenci eğitim görmesine karşı, mezun olduklarında ve kendi ülkelerine döndüklerinde önemli kurumlarda görev yapmak için Türkiye kendi elçileri vasıtasıyla referans olmuyor? Neden Türkiye binlerce yabancı öğrenciyi bursla okutmasına karşın dış politikada başarısızdır?
Türkiye neden bu hayal kırıklıklarını yaşamaktadır? Acaba dış politikasının oluşturulmasında yapısal bazı sorunlar mı bulunmaktadır? Evet, kanaatimce bazı yapısal sorunlar bulunmaktadır. Türkiye’nin dış politikası, uluslararası ilişkilerdeki hâkim anlayış ve felsefe yerine, ahlaki/etik temeller üzerine oturtulmaya çalışılmış ve bu yüzden de pek çok sıkıntı ile karşı karşıya kalınmıştır.
Oynanan oyunun kurallarını bilmiyorsanız, oyuna başlamadan önce yenileceğiniz aşikâr olur. O zaman, oyunda başarılı olabilmek için herkes tarafından kabul edilen oyun kurallarını öğrenip, oyunu bu kurallara göre oynamak/kurgulamak gerekir. Oyunun kurallarını ve felsefesini bilmek, oyuncuların hem geçmişteki reflekslerini anlamak, hem günümüzdeki hamlelerini yorumlamak, hem de gelecekteki hamlelerini tahmin etmek için çok önemlidir.
Uluslararası ilişkiler, “ulusal çıkar” üzerine kurulmuştur ve aşağıda yer verilecek teorilerden görüleceği üzere ulusal çıkarı maksimize etmek amacıyla her bir oyuncu için (etik veya değil) her türlü araç mubah görülmüştür. Türkiye’nin de dış politikada etik peşinde koşmaması ve politikasını oyunun kurallarına (bahsedilen teorilere) göre belirlemesi gerekir. Dış politikada “neden böyle yaptınız, siz bizim dostumuz/müttefikimiz değil misiniz?” şeklinde ahlaki/etik bakış ve söylemlerin manası ve yeri yoktur. En azından Batılı dış politika anlayışında durum böyledir.
Özetle dış politika, hiçbir zaman etik üzerine kurulmamalıdır. II. Abdülhamid, çok dindar olmasına rağmen düşmanlarını birbirine düşürmüş, yeri geldiğinde düşman ülkelerden önemli şahsiyetlere para veya makam verip istihbarat sağlamış, düşman ülkelerde isyan eden grupları desteklemiş, Balkan devletleri arasında yaşanan kilise problemlerinin çözülmemesi için gayret etmiş ve böylece düşmanların (aşağıda bahsedilecek Geyik Av Teorisi’nde olduğu gibi) fırsat bulup Osmanlı devletine karşı birleşmelerini önlemiş ve 33 sene Osmanlı Devleti’ni büyük badirelerden kurtararak yönetmiştir.
Türkiye, Batıya karşı bu teoriler ışığında ve etik takıntısı olmayan bir dış politika belirlemediği sürece, bu devletlere karşı başarılı olması mümkün gözükmemektedir. Böyle hareket etmediği sürece, düşmanlarını rahat bırakmış ve onların kendisiyle uğraşması için ortam oluşturmuş olacaktır. Nitekim Batılı ülkeler, (aşağıda yer verilen Karar Verme Teorisinin Şelale Modelinde olduğu gibi) Türkiye’deki sosyo-ekonomik seçkinleri, siyasal ve bürokratik seçkinleri, medya seçkinlerini, yerel kanaat önderlerini ve siyasal konulara ilgi duyan daha geniş bir halk yığınını birbirine düşürerek, Türkiye’nin enerjisini ve potansiyelini kendi içinde yok etmeye çalışmaktadır.
Türkiye, kendisine karşı izlenen politikalara mukabil olarak “üçgen”, “dörtgen”, “beşgen”, “altıgen”, “yedigen”, “sekizgen” v.b. diplomasi yöntemleriyle, birbirlerini dengeleyecek şekilde karışık ittifaklara girerek dış politikasını oluşturmalıdır. Yani dış politikada oyuncu olmaktan ziyade, “oyun kuran” konumuna gelmelidir. Bunu yapabilmesi için de Batı felsefesini iyi tahlil etmesi ve bu felsefeye göre politikalarını oluşturması gerekmektedir. Özetle Türkiye, etik/ahlaki kaygı duyulmayan bir uluslararası ortamda etik peşinde koşarak değil, rakiplerine karşı etik kaygısı olmayan bir dış politika ile ayakta kalabilir ve hedeflerine ulaşabilir.
Batının dış politika anlayışını ve felsefesini anlayabilmek için Batı anlayışını oluşturan aşağıdaki teorileri iyi bilmek gerekmektedir. Teoriler; bize dünyayı anlamak için neyin gerekli ve önemli olduğunu gösteren kılavuzlar, mercekler ve süzgeçlerdir.
Realizm:
Batı’nın en meşhur dünya anlayışı, Realizm teorisiyle ifade edilebilir. İngiliz filozofu Thomas Hobbes (1588-1679) Leviathan adlı eserinde aşağıdaki tespitlerde bulunmaktadır;
İnsanların temelde eşit olması, en zayıf bireylerin ya da tek başına bir bireyin de entrika çevirebileceği veya başkalarıyla işbirliği yaparak en güçlüye karşı öldürücü güce sahip olabileceği anlamına gelmektedir. Bu yetenek eşitliğinden, amaçlarımıza erişebilmek için umut eşitliği zuhur eder. “Ben de senin kadar iyiyim, bu yüzden ben de en az senin sahip olduğun şeylere sahip olmalıyım” şeklindeki bir anlayış ile özetlenebilir bu durum. Ne var ki kıtlık, bir kimsenin arzuladığı her şeyi elde etmesine izin vermez. Netice olarak da insanlar arasında rekabet ve düşmanlık ortaya çıkar.
Düşmanlık; rekabet, güvensizlik ve meşhur olma tutkusuyla daha da artar. Rekabet; insanı kazanç için istilaya ve saldırganlığa yöneltir. Güvensizlik ise emniyet arayışına…
Huşu ile bağlandıkları genel bir gücün kontrolü altında olmadıkları zamanlarda insanlar, savaş ve kaos/anarşi ortamında yaşarlar. Bu, herkesin herkese karşı olduğu bir savaştır. Böyle bir ortama kavga sürekli olmasa da, herhangi bir anlaşmazlık kolayca şiddette çevrilebilir. Sonuçta böyle bir durumda insanın kendini geliştirmesi için çok kısıtlı bir ortam vardır ve insanların hayatı yalnız, sefil, iğrenç, vahşi ve kısadır.
Güvensizlik ve saldırıya uğrama korkusu, savaşa yol açar. Buna ek olarak aktörler arasında işbirliği kurallarını uygulamaya koyacak bir yöntemin yokluğu, aktörlerin daha bencil hareket etmelerine yol açar. Özetle güvensiz bir ortam, kısır bir döngü içinde şiddeti ve anarşiyi besler. Devletler, anarşiyi değil güçler dengesinden oluşan bir uluslararası sistemi tercih ederler. Bu da uluslararası ilişkilere realist bakışın bir tezahürüdür.
Realizme önemli katkısı olan Hans Morgenthau’nun 6 temel ilkesi şöyledir;
Oyun Teorisi:
Oyun Teorisi, Jhon Von Neumann ve Oscar Morgenstern’in 1944’te kaleme aldığı “Theory of Game and Economic Behavior” (Oyun Kuramı ve Ekonomik Davranış) adlı eserle dikkatleri üzerine çeken ve 1950’lerde meşhur hale gelen bir teoridir. Teori, farklı amaçları ve çıkarları olan iki ya da daha fazla oyuncu aktörün arasında ilişkileri basite indirgeyerek ve somutlaştırarak açıklama çabası güder. Hiçbir oyuncu, oyunu tamamen kontrol edebilme olanağına veya yeteneğine sahip olmadığı için sonuçları belirleyen tarafların izleyecekleri stratejilerdir. Her bir oyuncu ya da taraf, diğer tarafın izleyeceği olası politikaları dikkate alarak politikasını ve stratejisini belir. Her oyunda oyuncular için tehdit, hile, blöf ve karşı blöf gibi olası politikalar ve davranışlar bulunmaktadır.
Uluslararası ilişkilerde teorisyenlerden pek fazla eleştiri alan Oyun Teorisi; taraflar, stratejiler, kurallar ve sonuçlar olmak üzere dört temel unsura dayanmaktadır. Tarafların izleyecekleri stratejileri, diğer tarafın izleyeceği stratejiye bağlıdır. Oyun teorisinde oyuncular, kuralları kabul etmek ve önceden belirlenmiş kurallara göre hareket etmek durumundadır. Örneğin bir güç dengesi sisteminde kurallar önceden bellidir.
Bazı oyunlar işbirliğini öngörmekle beraber, oyunlar genellikle rekabete dayanmaktadır. Oyun teorisi; oyuncuların rasyonel davrandığını, rakibin olumsuz tutumuna göre stratejinin belirlendiğini, çıkarın maksimum kılınmasının ve zararın minimuma indirilmesinin temel amaç olduğunu varsayar.
Her bir oyuncu, eğer çıkarını maksimum kılmak istiyorsa, oyun teorisinin öngörülen stratejilerden birini seçmek durumundadır. Oyunculardan her biri, diğer oyuncunun olası tercihleri hakkında da bilgi sahibidir veya bilgi sahibi olmaya çalışmaktadır. Zayıf oyuncu için en rasyonel çözüm, kaybını minimize etmek ve rakibinin olası kazancını en aza indirmektir. Bazen böyle bir oyuncu, diğer oyuncularla işbirliği yapıp karşıdaki rakibi mağlup etmeye çalışmaya ya da onun kazancını minimize etmeye çalışır.
Örneğin; Avrupa Birliğine üye her ülke, serbest pazar oluşturma sürecine katılarak toplam kazancını arttırmaya çalışırken, aynı zamanda AB’nin toplam ticaret hacmi artmakta ve sonuçta üye ülkelerin yaptığı bu ekonomik işbirliği, onların tek tek elde etmeye çalıştıkları toplam kazancından daha fazla olmasını beraberinde getirmektedir. Bu da bu devletleri işbirliğine yöneltmektedir. Ne zaman ki bu toplam kazanç, onların tek tek elde etmeye çalıştığı kazançtan daha az olmaya başladığında, AB de hızlı bir dağılma sürecine girmiş olacaktır. Zira onları ayakta tutan şey, çıkar ve güvenliktir.
Uluslararası ilişkilerde tarafların işbirliğine gitmesi de mümkündür. Ancak bunun için ya birbirlerine tam güvenmeleri ya da aralarında işbirliğini zorlayıcı ve bağlayıcı anlaşmaların olması gerekir. Fakat işbirliğine gitmemenin getirisi, bağlayıcı anlaşmalardan caymanın müeyyidelerinden fazla ise, yine işbirliği gerçekleşmeyebilir. Bundan dolayı taraflar arasında işbirliğinin zorlayıcı ölçülerde olması gerekir.
Taraflar, birbirlerinin davranışlarını takip ederek karışık bir strateji izledikleri için kesin bir optimal denge noktası belirlemek oldukça zordur. Taraflar, rakiplerini kendileri için daha avantajlı olan stratejiyi seçmeleri için yönlendirmeye çalışırlar. Böyle durumlarda blöf, oldukça işe yaramaktadır.
Sıfır toplamlı olmayan oyunlarda oyuncular, birlikte kaybedecekleri gibi, ortak çıkarları doğrultusunda işbirliğine gitmeleri halinde birlikte kazanabilirler. Hapisten kaçma girişiminde bulunan mahkûmlara karşı bunu önlemeye çalışan gardiyanların durumu, buna örnek olarak verilebilir. Mahkûmlar kaçmayı planlarken, gardiyanlar da bunu önlemeye çalışırlar. Eğer az sayıdaki gardiyan, sayıca çok olan mahkumların kaçmasını önlemek için aralarında işbirliği yaparlarsa, bunu önleyebilirler. Aynı şekilde mahkumlar da kendi aralarında işbirliği yaparlarsa kaçma girişiminde başarılı olmaları mümkündür. Bu durum, günlük yaşamın görevlerinde, sömürgeci ülkeye karşı yürütülen bağımsızlık hareketleri ve hükümete karşı ayaklanmalarda da görülür. Ayrıca uluslararası ilişkilerdeki kollektif güvenlik sorunlarına ülkelerin yaklaşımları ve bir büyük ülkeye karşı uluslararası koalisyon oluşturulması da değişken toplamlı oyunlara benzer.
Sıfır toplamlı olmayan oyun modellerinde en önemli iki model vardır; Tavuk Oyunu ve Geyik Avı.
Tavuk Oyunu: Aynı şeritten karşı yönlerde birbirlerine doğru son hızla ilerleyen iki sürücünün cesaretlerinin sınandığı bir oyundur. Oyunun kuralına göre sürücülerden diğerine çarpmamak için son anda şerit dışına çıkanı, oyunu kaybeder. Bu şekilde korkarak şerit değiştiren oyuncu, tavuk olarak adlandırılır ve takım arkadaşlarının gözümden düşerken; şerit değiştirmeyen oyuncu, oyunu kazanarak kahraman ilan edilir. Bu oyunda oyuncuların üç tane seçeneği vardır;
a) İşbirliği yaparak her ikisinin birden şerit dışına çıkmaları,
b) Şerit değiştirmeyip birbirlerine çarparak ölmeleri,
c) Oyunculardan birinin ölümü göze alarak şerit değiştirmemesi ve diğerinin şerit değiştirmesini sağlayarak oyunu kazanıp kahraman olması.
Geyik Avı: tam acıkmış olan avcılar, gördükleri geyiğin etrafını çevirerek işbirliği yaparlarsa, avlayacakları geyik hepsinin doymasına yetecek ölçüdedir. Avcıları bir araya getiren ortak çıkar, açlık olduğundan herhangi birinin işbirliğinden vazgeçmesi, geyiğin kaçmasına neden olacaktır ve hiçbir avcı amacına ulaşamamış olacaktır. Amaca ulaşılabilmesi, işbirliğinin tam olarak gerçekleşmesine bağlıdır. Ancak her bir avcı, bir tavşanla da doyabileceğinden, pusu esnasında gördüğü bir tavşanın peşine düşerek pusuyu terk edebilecek, bu durumda da tek başına tavşanı ya avlayabilecek ya da avlayamayacaktır. Ancak tavşan peşine düşen avcı yüzünden avcılar arasında işbirliği tam olarak gerçekleşmemiş olacak ve geyik de avlanamayacaktır. Böylece işbirliğinin terk edilmesiyle ya yalnızca bireysel çıkar çok küçük ölçüde tatmin edilmiş olacak, ya da hem bireysel hem de ortak çıkar gerçekleşmemiş olacaktır. Oysa işbirliğine gidilse ve hiçbir avcı bireysel çıkarının peşinde koşmasa, ortak çıkarın gerçekleşmesiyle bireysel çıkar da gerçekleşmiş olacaktır.
Karar Verme Teorisi:
Karar verme yaklaşımlarında, analiz birimi olarak ele alınan devletlerin davranışları analiz edilmektedir. Bu yaklaşımlarda devletler, rasyonel davranan bütüncül öğeler olarak görülmemekte, daha alt birimlerden oluşan ve politikalarını bunların belirlediği plüralist bir yapı olarak görülmektedir.
Bu nedenle bireyin üzerinde yoğunlaşmakta ve devletin dış politikaları, birey ve bürokratik düzeyde analiz edilmekte ve açıklanmaktadır. Karar verme teorilerinde, birey dendiği zaman ise öncelikle karar vericiler akla gelmektedir. Aynı zamanda açıklama birimi olarak alınan karar vericilerin kararlarının dışsal ve içsel ortamda soyutlanmamış olduğu varsayılmaktadır. Bu çerçevede karar vericinin çevresi, içsel ve dışsal olmak üzere önce ikili bir ayırıma, arkasından da bunlar kendi içlerinde alt ayrımlara tabii tutulmaktadır. Örneğin: içsel çevrede karar vericinin kendi toplumsal ve siyasal çevresi; dışsal çevre denildiğinde ise diğer toplumlar, diğer siyasal yapılar ve diğer devletler akla gelmektedir.
Karar verme teorisinde, bireyler kavramı içine uluslararası sistemi etkileyen hükümetsel olan veya olmayan tüm birey ve topluluklar (ve seçkinler) dahil edilmektedir. Çünkü devlet adına hareket eden bireyler, gruplar ve örgütlenmeler, çeşitli durumlarda devletin kararlarını etkileyebilir ya da sınırlayabilir. Dolayısıyla kamuoyu, baskı grupları, ideolojik tercihler, seçim sistemleri, siyasal atmosfer ve bürokratik süreçler de dikkate alınması gereken öğelerdir.
Karar verme teorisine göre ulusal çıkar kavramı, yalnızca uluslararası sistemle veya onun yapısal özellikleriyle açıklanamaz. Bunun için devletin içsel özelliklerini dikkate almak gerekmektedir. Bu teoride içsel ve dışsal gelişmeler ile faktörler dikkate alınmakla birlikte, tüm bunları nihai aşamada değerlendiren, karar haline dönüştüren ve dış politikayı belirleyenin yine bizatihi birey olduğu savunulmaktadır.
Aynı olay, farklı karar vericiler tarafından farklı algılanabilmekte ve farklı tanımlanabilmektedir. Biri için tehdit olarak değerlendirilen bir gelişme ya da sorun, diğer karar vericiler tarafından oldukça farklı değerlendirmeye tabi tutulabilmektedir. Karar vericilerin olayları algılama şeklini yorumlayabilmek için; bir karar vericinin içinde yer aldığı siyasal sistem, yakın çevresi, kamuoyunun ve baskı gruplarının etkileri, devletin sahip olduğu kaynaklar, diğer devletlerin politikaları, uluslararası sistemin yapısı, bölgesel ve uluslararası güç dağılımı, kişinin kendi sosyo-psikolojik yapısı ve karakteri, doğuştan sahip olduğu özellikleri (soğukkanlı ve rasyonel bir kişiliğe sahip olup olmaması, duygusal olup olmaması, olayları yorumlama kabiliyeti), inanç sistemi, siyasal ve kültürel değerleri, yetişme tarzı, aldığı eğitimler, çocukluk yıllarında başından geçen olaylar, mesleki eğitimi, iş deneyimi ve daha önceki siyasal aktiviteleri gibi çok sayıda faktörün etkisini dikkate almak gerekmektedir.
Karar verme modellerinde önemli bir politika izleme yöntemi ise iki adım ileri bir adım geri (veya üç adım ileri iki adım geri, Makedon Oyunu) yöntemidir. Bu yöntemde karar verici, verilen kararlarla kendini bağlamamakta, verilen kararlarda esnek davranmakta ve bunun değişebileceğini de kabul etmektedir. Alınan hiçbir karar, nihai karar olmayıp üzerinde değişkenlik yapılarak geliştirilebilir, ortaya çıkan yeni durumlar ve hedefler meydana gelen değişiklikler politikanın geliştirilmesini gerektirebilmektedir.
Bu modelin iki temel özelliği vardır. Bunlardan ilki; verilen karar üzerinde daha sonra değişiklik yapılabileceğinin önceden öngörülmesi, ikincisi ise bu değişikliklerin küçük değişiklikler şeklinde olacağının bilinmesidir. Bu model, ABD ve Avrupa devletleri gibi gelişmiş demokrasilerde daha sık uygulanan bir karar alma biçimidir. Sürekli değişen bir toplum yapısına sahip olan çoğulcu demokratik ülkelerde, değişmeyen bir politika pek tercih edilmemektedir. Bu uygulama veya modelin, köklü demokrasilerde görülen bir uygulama olduğu sıklıkla vurgulanmaktadır.
Sarhoş Yürüyüşü Modeli: Kaldırımda yürüyen bir sarhoş hareketinden yola çıkılarak geliştirin bir modeldir. Devletlerin dış politikası zikzaklar çizmekte ve bir sarhoşun adımları gibi bir sonraki adımını tahmin etme olasılığı bulunmamaktadır. Bu durum, yolda yürüyen bir sarhoşa bakan birinin sarhoşun bir sonraki adımını nereye atacağını bilmemesi gibidir. Böyle birinin sürekli ileriye gitme olasılığı ne kadar varsa, geri gitme olasılığı da o kadardır.
Kumarbazın İflası Modeli: Bu modelde karar verilirken matematiksel hesaplar yapılmaktadır. Zayıf bir oyuncu, bir oyunda şansı ters gittiğinde büyük ihtimalle oyunu kaybeder. Daha sonraki oyunlarda veya oyunun sonraki aşamalarında kendisine uygun kartlar gelse bile, kazanma olasılığı düşüktür. Oysa oyuncu bir banka sahibi, bir zengin veya güçlü bir oyuncuysa oyunun bazı bölümlerinde durum aleyhine dönse veya bir kere şansı yaver gitmese bile, bir sonraki aşamalarda oyunu kendi lehine çevirebilir ve uzun vadeli bir oyunda kazançlı çıkabilir.
Şelale Modeli: Kral Deutsch’a ait olan bu modele göre; ülke içinde alınan kararlar, karmaşık ve karşılıklı bağımlılık içeren ve yukarıdan aşağı beş ana grup arasında işleyen bir iletişim ağıyla belirlenmektedir.
Bu grupların en üstünde, gelişmiş ülkelerde bile genel nüfus oranları %2-3’ü geçmeyen sosyo-ekonomik seçkinler bulunmaktadır. Bu grup, toplumun refah ve gelir seviyesi ve sosyo-ekonomik statüsü bakımından küçük bir azınlığı oluşturmaktadır. Bu grupta büyük fabrikatörler, sermaye sahipleri, borsa yatırımcıları, işverenler ve büyük şirketlerin üst düzey yöneticileri yer almaktadır.
İkinci grup, gelişmiş Batılı toplumlarda olduğu gibi siyasal ve bürokratik seçkinlerden oluşmaktadır. Üçüncü gruptaki kitle medya seçkinleridir. Bu gruba özellikle gazeteciler, magazin habercileri, televizyon ve radyo çalışanları, reklam şirketleri ve ajansları ve yayıncılık sektörü ile bu sektördeki kuruluşlardan oluşturmaktadır.
Dördüncü grup, yerel kanaat önderleridir. Bu önderler, ülkeden ülkeye değişmektedir ve ülke nüfusunun yaklaşık % 5’ni oluşturan bireylerdir. Bunlar kitle iletişim araçlarını takip eden ve iç-dış gelişmeleri yorumlama yeteneğine sahip olan kişiler olup, çevrelerine kendi yorumladıkları bilgileri aktararak onların da kendi görüşleri çerçevesinde bir kanı ve görüşe sahip olmalarını sağlamaktadırlar.
Beşinci grup ise siyasal konulara ilgi duyan daha geniş bir halk kitlesini oluşturmaktadır. Gelişmiş Batılı ülkelerde seçmen nüfusunun yaklaşık % 50 ile % 90’nı oluşturan ve politik bilinç sahibi seçmen kitlesi olan bu grup, kendi karar verme alışkanlıkları yanında, diğer gruplardan ve dış çevrelerden gelen mesajları karara ve davranışa dönüştürerek bir diğer gruba ve dış dünyaya mesaj olarak çıktı şeklinde vermektedir.
İnşacı Yaklaşımı; sosyal birer varlık olan birey ve devletlerin, onları çevreleyen ve kim olduklarını ve ne yapacaklarını şekillendiren normatif anlam ortamından ayrı düşünülemeyeceğini savunan yaklaşımdır. Birey ve devletler, maddi varlıklarından ötürü değil, onlara atfedilen anlam ve değerlerden ötürü vardırlar. Nasıl maddi olarak sadece bir kâğıt parçası olan para insanların ortak anlayışları sonucu kurulan finansal piyasalar ve kurumlar vasıtasıyla değer kazanıyorsa, devletler de egemenlik ve münhasır hükümranlık gibi ortak anlayış sonucu var olmaktadırlar. Uluslararası sosyal kültürel yapının unsurları; normlar, fikirler, kurallar, ortak anlayışlar ve söylemlerdir. Söylemler, kalıplaşmış anlam yapılarını ve ifade kurallarını barındırır. Gerçekliği ancak bu kalıplar ve kurallar çerçevesinde adlandırır, ifade eder ve başkalarına iletebiliriz. Egemen söylemler, bu yolla gerçekliği ve özneleri inşa eder. Bu kalıp ve kuralların dışına çıkan adlandırmaları ifade ise imkansız hale gelmektedir.
Özetle; kimlikler çıkarı, çıkar oyunun kurallarını, oyun kuralları oyuncuların kararlarının sınırlarını belirlemektedir. Diğer bir ifade ile karar verici aktörün içinde yer aldığı siyasal sistem, yakın çevresi, kamuoyunun ve baskı gruplarının etkileri, devletin sahip olduğu kaynakları, diğer devletlerin politikaları, uluslararası sistemin yapısı, bölgesel ve uluslararası güç dağılımı, kişinin kendi sosyo-psikolojik yapısı, karakteri, doğuştan sahip olduğu özellikleri, soğukkanlılık ve rasyonel bir kişiliğe sahip olup olmaması, duygusal olup olmaması, olayları yorumlama kabiliyeti, inanç sistemi (hangi dine veya inanca mensup olduğu), siyasal ve kültürel değerleri, yetişme tarzı, aldığı eğitimler, çocukluk yıllarında başından geçen olaylar, mesleki eğitimi, iş deneyimi ve daha önceki siyasal aktiviteleri v.s. gibi çok sayıda faktörlerin kimliğin şekillenmesini, kimlik çıkarı, çıkar oyunun kurallarını, oyunun kuralları da oyuncuların kararların sınırlarını belirlemektedir.
Bütün bu teorik çerçeveden yola çıkarak Batı’ya karşı Türkiye’nin dış politikasının nasıl olması gerektiğini kestirmek pek zor olmasa gerek. Diğer bir ifadeyle analizin teorik kısmı, zifiri karanlıkta arabamızın önünü aydınlatan farlar gibi Türkiye’nin dış politikasının önünü aydınlatmaktadır.
Yukarıda Batı felsefesini/düşüncesini tanımlarken ve anlamaya/açıklamaya çalışırken, Realizm, Oyun Teorisi, Karar Verme Teorisi, İnşacı Yaklaşımı gibi hayati önem taşıyan bazı teorilerden bahsettik. Dış politikamız, bu teoriler ve ilgili diğer teoriler bağlamında oluşturulmalı ve diğer devletlerin dış politikaları da yine bu teoriler bağlamında anlamlandırılmalıdır.
.
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.
_________________________________________
Yazının teorik kısımda yer alan bilgilerin detayları için şu Uluslararası Teoriler kitaplarda mevcuttur: (Not: Teorik kısmı bazı paragrafları yukarıda geçen kitaplardan birebir alınmıştır.)
Arı, Tayyar, Uluslararası İlişkiler Teorileri, 7.B, MKM Yayınları, Bursa, 2011, s. 159-204, 227-261, 513-548.
Burchill, Scoott, Anderw Linklater, Uluslararası İlişkiler Teorileri, Çev. Ali Arsalan- Muhammed Ali Ağacan, Küre yayınları, İstanbul 2009, s.49-80, 279-310.
Balta, Evren, Küresel Siyasete Giriş, İletişim Yayınevi, 1.B, İstanbul, 2014, s. 111-132, 151-174, 323-350