Twitter Facebook Linkedin Youtube

FETÖ MENSUPLARI, 15 TEMMUZ TERÖRÜNÜ NASIL MEŞRULAŞTIRIYORLAR?

Süleyman ERDEM

Süleyman ERDEM

15 Temmuz darbe girişiminde yaşanan vahşet ve elim hadiselerden sonra pek çok kişi, 17/25 Aralık 2013 Sivil Darbe Girişimine kadar dini bir yapı izlenimi veren ve sürekli “hoşgörü” ve “diyalog” gibi kavramları ön plana çıkaran Fethullahçı Terör Örgütü’nün (FETÖ) nasıl böyle bir vahşete imza attığını anlamaya çalışıyor. Sadece FETÖ için değil, tüm terör örgütleri için geçerli olan terörü meşrulaştırıcı unsurlara, Yakın Plan Yayınevi tarafından yayınlanan “Cihatçılar: El Kaide ve IŞİD’e katılanların hikayeleri” isimli kitabımda yer vermiştim. Kitabın “Terörün Meşruiyet Kaynakları” başlıklı ilgili bölümünü (sayfa 137-148) aşağıda ilginize sunuyorum.

cihatcilar_suleyman_erdemKitapta yer alan terörü meşrulaştırmak için kullanılan üç unsurun üçünün de, FETÖ’nün 15-16 Temmuz’da gerçekleştirdiği vahşeti meşrulaştırmak için kullandığı anlaşılıyor. Kitapta yer alan unsurlardan ikincisini, yani  ‘Bir topluluğa duyulan nefret’i bu yapı ile ilişkilendirecek bir hadise, 15 Temmuz’a kadar yaşanmamıştı. Ancak 15-16 Temmuz’da yaşanan vahşeti gördükten sonra, bu vahşeti ancak FETÖ üyelerinin kendilerinden olmayan veya kendilerine destek vermeyen milletimizin fertlerine karşı duyduğu nefret ile açıklamak mümkün olabilmekte.

Paralel Yapının Darbe Girişimi Nasıl Başarısız Kılındı?” başlıklı analizde de izah ettiğim üzere FETÖ mensupları, Türkiye’nin tüm kurumlarını ele geçirme amaçlarına çok yaklaştıkları 17/25 Aralık sürecinden sonra, yarım asra yakın gayretlerinin neticesi olan tüm kazanımlarının ellerinden kayıp gitmesiyle başta Cumhurbaşkanı ve hükümet olmak üzere kendilerine karşı olan veya destek vermeyen tüm kesimlere karşı giderek artan bir nefret duymaya başlamıştı. Nefret, zamanla karşı tarafı insan olarak görmeyecek ve canavarlaştıracak seviyeye ulaşabilmekte ve karşı tarafa mensup bireyleri “domuzlar” ve “köpekler” olarak nitelendirerek her türlü olumsuz muameleye layık görmeye götürebilmektedir. Nitekim darbeye karşı direnen halk için “gebere gebere gidecek it sürüsü” diyen ve askerlerine “hiç acımama” talimatı veren subayın, ancak yüksek bir nefret sonucu böyle hareket edebileceğini düşünmekteyim.

_____________

TERÖRÜN MEŞRUİYET KAYNAKLARI

Terör, tek nedene dayanan basit bir şiddet hareketi değildir. Terörün arkasında; siyasal, sosyal, dinî, tarihsel, psikolojik, ekonomik ve benzeri nedenler olabilir.[1] Ortaya çıkması hangi nedene dayanırsa dayansın, terör örgütlerinin tamamı, uyguladıkları terör yöntemlerini kendi mensupları, tabanları ve kamuoyu nezdinde meşru bir zemine dayandırmaya çalışmaktadır. Kullanılan bu meşruiyet kaynakları, aşağıda yer aldığı şekliyle üç kategoride toplanabilir. Ancak bu kaynaklar; sadece terör için değil, ahlaka, kanunlara ve dinî hükümlere aykırı pek çok icraat için de meşrulaştırıcı unsurlar olarak kullanılabilmektedir. Dinî, siyasi ve ideolojik gruplar ile terör örgütleri; gayr-ı ahlakî, gayr-ı insanî veya gayr-ı hukukî icraatlarını haklı gösterebilmek için meşruiyet kaynağı olarak bu unsurlardan sadece birini kullanabildikleri gibi, çoğu kere birden fazlasını kullanabilmektedirler.

1- “Amaçlar, araçları meşru kılar!” anlayışı: Aslında uygulanan terör yöntemlerinin kötü olduğunu kabul etmekle birlikte, “Amaçlar, araçları meşru kılar!” mantığıyla (ideolojik, siyasî veya dinî) güzel/ulvî amaçlara ulaşmak için bu yöntemleri meşru gören anlayış. Başka bir deyişle, (sözde) “yapmak” adına her türlü yıkımın gönül rahatlığıyla yapılabileceğini savunan anlayış.

2- Bir topluluğa duyulan nefret: Bir topluluğa duyulan nefret nedeniyle, terör uygulanan kesime mensup kişileri insan olarak görmeyerek (onları canavarlaştırarak), onlara karşı uygulanan terör yöntemlerini meşru gören anlayış.

3- Dini ve ideolojik gerekçeler: Tahrif edilmiş dini kaynaklara dayanarak veya dini kaynakları yanlış yorumlayarak veyahut da insan ürünü sapkın ideolojilere dayanarak (sözde) ulvî gerekçelerle terör yöntemlerini meşru gören anlayış.

1. “Amaçlar, araçları meşru kılar!” Anlayışı

Teröre giden yolu meşru gösteren en eski söylem, Makyavelli (1469-1527)’ye aittir. “Amaçlar, araçları meşru kılar!”, “Bir hükümdar için başarıya giden yol, her türlü yöntem ve aracın kullanılmasının mübahlığından geçer!”[2] ve “Mücadele için iki yol olduğunu bilmelisiniz: biri kanunlarla, ötekisi güçle. Birincisi insanlara mahsustur, ikincisi hayvanlara. Fakat birincisi çok kere yetmediğinden, ikincisine başvurmak gerekir[3] diyen Makyavelli; eğer amaçlar doğru ise, bu amacı gerçekleştirmek için en ahlaksız yöntemleri ve kaba kuvvete dayanan araçları kullanmanın dahi meşru olduğunu savunmuştur. Bu söylemler ve bilhassa “Amaçlar, araçları meşru kılar!” anlayışı, bazı politik ve dini gruplar ile pek çok terör örgütü tarafından da meşruiyet sağlamak için kullanılmış ve halen kullanılmaktadır. Ancak dini istismar eden terör örgütleri, bu anlayıştan ziyade, ya tahrif edilmiş dini kaynaklara dayanarak ya da dini kaynaklarda yer alan hükümleri (bilinçli veya bilinçsiz) yanlış yorumlayarak meşruiyet kazanmaya çalışmaktadırlar.

İyi bir amaca ulaşma niyeti (ki bu amaç ideolojik, siyasi ve hatta dinî olabilir), bazı ideolojik, siyasî ve dini grupların yanında, zaman zaman devlet adamları için de normalde tasvip edilmeyecek yöntemlerin kullanılması için meşrulaştırıcı bir etken olarak görülmüştür. Bunun en güzel örneklerinden birini, arka planları bugün gün yüzüne çıkan yakın tarihimizde yaşanan bazı hadiseler oluşturmaktadır. Bugün, özellikle 90’lı yıllarda yaşanan pek çok faili meçhulün arka planında, devletin bekasını temin etmek amacıyla (bahanesiyle) yasadışı işlere karışan bazı siyasetçi ve bürokratların olduğu anlaşılmaktadır.[4]

İyi bir amaca ulaşma niyetinin, normalde tasvip edilmeyecek yöntemlerin kullanılmasında devlet adamları için de meşrulaştırıcı bir etken olarak kullanıldığına ilişkin tarihimizden diğer güzel bir örnek de; Fatih Sultan Mehmet’in nizam-ı alem (alemin dirlik ve düzeni) için kardeş katline cevaz veren kanunudur. Fatih Sultan Mehmet’in Teşkilat Kanunnamesindeki nizam-ı alem için kardeş katline cevaz veren hüküm şöyledir: “Ve her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizâm-ı âlem içün katl itmek münâsibdir. Ekser ulemâ dahi tecviz etmişlerdir. Anınla âmil olalar.”[5] Böyle bir hükmün elbette ki gerekçeleri vardır. Taht iddiasında bulunan şehzadelerin Anadolu’daki diğer beylikler ve hatta Bizans ile işbirliğine giderek ayaklanmaları, özellikle de Ankara Meydan Muharebesi (1402) sonrasında Yıldırım Beyazid’in dört oğlu arasında yıllarca süren ve fetret dönemi olarak anılan taht mücadeleleri sırasında yaşanan acılar, Fatih’in böyle bir kanun getirmesinin ve alimlerin de buna cevaz vermesinin arkasındaki meşrulaştırıcı unsurlar olarak zikredilebilir.

İyi bir amaca ulaşma niyetinin, normalde tasvip edilmeyecek yöntemlerin kullanılmasında devlet adamları için de meşrulaştırıcı bir etken olarak kullanıldığına dair dünya tarihinden güzel bir örnek olarak; Fransız İhtilali sonrasında yaşanan ve “Terör Dönemi” olarak da adlandırılan dönem gösterilebilir. Bu dönemde iktidarda olan Jakobenler tarafından estirilen terör, (iyi amaç) demokrasiyi ve cumhuriyeti savunmak ve korumak bahanesiyle meşrulaştırılmaya çalışılmıştır.

Terör Dönemi, Fransız Devriminin ardından Fransa’da on ay süreyle (Eylül 1793–Temmuz 1794) iktidarı ele geçiren Jakobenlerin yürüttüğü kanlı döneme verilen isimdir. Jakobenlerin lideri; Fransız İhtilalinin önde gelen isimlerinden ve önde gelen bir demokrasi savunucusu Maximilien Robespierre (1758-1794) idi. Robespierre, demokratik hayata geçişte önemli katkılar sağlayan Jean Jacques Rousseau’dan eğitim almıştı ve Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi isimli kitabını, uyurken bile yanından ayırmadığı söylenen[6] katıksız bir cumhuriyetçiydi.

Robespierre, iktidarı ele geçirdikten sonra, ihtilalin getirdiği demokrasi, özgürlük, adalet gibi kavramlar, yerini diktatörlüğe ve teröre bıraktı. Çünkü iktidarı ele geçiren Robespierre, kendisi gibi düşünmeyen herkese savaş açtı. Ona göre; Meclis, halk tarafından seçilmişti ve Meclisin aldığı kararları reddetmeye kimsenin hakkı yoktu. Meclis demek, halk demekti. Meclisin aldığı kararları reddedenler, cumhuriyete karşı gelmiş oluyorlardı. Cumhuriyet karşıtlarının ise yeni Fransa’da yeri yoktu. Cumhuriyet demek fazilet demekti. Faziletli olmak için de cumhuriyet karşıtlarının yok edilmesi gerekiyordu. Böylece cumhuriyet ile terör, bir birini desteklemeliydi. “Ya cumhuriyetin içeride ve dışarıdaki düşmanlarını boğacağız veya cumhuriyetle birlikte yok olup gideceğiz. Bu durumda politikamızın ilk kaidesi, halkı akıl, düşmanları da terör yoluyla yönetmek olmalıdır. Terör, tetikte duran, sert ve yumuşama bilmez bir adaletten başka bir şey değildir.” diyerek terörü yücelten Robespierre, kısa sürede diktatörlüğünü kurdu. İktidarını sağlamlaştırmak için teröre başvurmaktan çekinmedi. Bu anlayış Fransa’ya tarihin en karanlık yıllarını yaşattı. Bu on aylık dönemde, devrim mahkemelerinde karşı devrimci olarak görülen ve iç düşman etiketi yapıştırılan halk yığınları giyotine yollanmış; 20 bin kişi idam edilmiş ve 300 bin kişi de tutuklanmıştı.[7]

Amaçlar, araçları meşru kılar!” anlayışını meşruiyet kaynağı olarak kullanan terör örgütlerine örnek olarak ise; Türkiye’de faaliyet gösteren aşırı Marksist gruplar verilebilir. 1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren terörü bir yöntem olarak benimseyen Türkiye’deki aşırı Marksist gruplar, amaçladıkları Marksist devrimi gerçekleştirmenin en kestirme yolunun demokratik olanakları kullanmak değil, tam tersine yer altı örgütlenmeleri ve silahlı propaganda olacağı tezinden hareket etmişler ve belirtilen tarihten itibaren terör eylemlerine başvurmaya başlamışlardır.[8]

Terör örgütlerinin düşman olarak gördükleri toplumlara karşı mücadelelerinde, meşruiyet kaynakları farklı olabilmekle birlikte; hemen hemen hepsinin, hitap ettikleri ve haklarını savunduklarını iddia ettikleri tabanlarına karşı uyguladıkları terörün meşruiyet kaynağı, “Amaçlar, araçları meşru kılar!” anlayışıdır. Terör örgütleri, kurulduktan sonraki ilk aşamalarda, varlıklarını kabul ettirmek için tabanlarından kendilerine muhalif kişilere ve aynı tabana hitap eden rakip örgütlere karşı vahşi eylemler gerçekleştirirler. PKK ve Hizbullah da böyle yapmıştır. PKK, başlangıçta bölgede varlığını kabul ettirebilmek için diğer örgütlerle mücadeleye girişmiştir. Özellikle Kürdistan Ulusal Kurtuluşçuları (KUK) adıyla bilinen örgüt üyeleri, PKK’nın hedefi olmuştur.[9] PKK’nın Türkiye Cumhuriyetine ve Türklere karşı gerçekleştirdiği terör eylemlerinin meşruiyet kaynağı ise, ileriki bölümlerde izah edilecek olan; düşmana duyulan nefret nedeniyle, düşmanın insan olarak kabul edilmemesi (canavarlaştırılması), bu nedenle de her türlü kötülüğe layık görülmesi anlayışıdır.

Türkiye Hizbullah’ının da kendi içinden ayrılan gruba ve diğer muhalif muhafazakâr kesimlere karşı uyguladığı terörün meşruiyet kaynağı; “Amaçlar, araçları meşru kılar!” anlayışıdır. 1980 yılı başlarında Vahdet Hareketi olarak temelleri atılan Türkiye Hizbullah’ı, 1987 yılında şiddet yanlısı İlim Grubu ve şiddet karşıtı Menzil Hareketi olarak ikiye ayrıldı. Menzil hareketinin şiddet yanlısı olmayan tutumu, İlim grubunun ateşli eleştirileriyle karşılaştı ve fikri çatışmalar, zamanla şiddete dönüştü. Neticede İlim grubu, Menzil kanadının dini lideri Ubeydullah Dalar’ı sopalarla, hareketin liderlerinden Menzil Kitabevinin kurucusu Fidan Güngör’ü de İstanbul’dan Batman’a kaçırarak öldürdü.[10] İlim grubunun lideri Hüseyin Velioğlu’nun, örgütün stratejisini şöyle özetlediği söylenmektedir: “Bizden başka rejime muhalif hareketin kalmaması gerekiyor. Rejimin tek alternatifi olmak, halkın rejime olan muhalefetini tek alternatifte toplamak için bu şarttır. Tek alternatife dönüştükten sonra hesaplaşma, rejimle bu tek alternatif arasında olacak.[11] Görüldüğü üzere Velioğlu da, belirlenen ulvi amaca ulaşabilmek için diğer rakip grupların yok edilmesi gerektiğini ve bunun meşru olduğunu savunarak, “Amaçlar, araçları meşru kılar!” anlayışını benimsemiş ve uygulamıştır.

Terör örgütlerinin düşmanlarına, kendi tabanlarından muhalif kesimlere veya aynı tabana hitap eden rakip gruplara karşı terör uygulama tercihi, karşılaşılan sorunlarla mücadele veya hedefe ulaşmada diğer yöntemlerin eksik veya olanaksız olmasından değil, terör yöntemlerinin daha etkin ve kısa zamanda amaca ulaştıracağına olan inançtan kaynaklanmaktadır.[12] Bu gerekçeyle terör eylemleri yapan gruplar, genelde terör uyguladıkları toplumun iyiliğini istemekte ve amaçlarına ulaştıklarında terör eylemleriyle verdikleri zararlara nispetle çok daha kazançlı ve parlak bir gelecek kurulacağına inanmaktadırlar.[13] Bu nedenle de, o parlak geleceğe (amaca) ulaşmak için uyguladıkları yöntemlerin (her ne kadar vahşi ve gayri ahlaki olsa da) meşru olduğunu savunmaktadırlar. Prof. Kemal Sayar, bu durumu şöyle izah etmektedir;

Radikalleşen, daha özcü olan insanların zihin yapılarına baktığımızda dünyayı biz ve ötekiler diye kurguladıklarını görürsünüz. ‘Bize ait olan her şey masum ve yücedir. Onlara ait olansa kirlenmiş, saflığı bozulmuş ve çürümüştür’ diye bakarlar. Dolayısıyla köktenci kişi, adeta hakikati tekeline aldığını düşünür. Onun eylemiyle, bütün dünya yeniden eski saflığına dönebilecek gibi bakar. Ama bu hiçbir zaman ideoloji düzeyinde kalmaz. İdeolojilerden eylemlere çok hızlı bir şeklide sıçramaya yarayan tramplen tahtası işlevi de görür. Orada çok tehlikeli bir yol ayrımı ortaya çıkıyor. İnsanlar, ‘dünyayı bizim düşüncelerimiz eski güzelliğine döndürecek. Karşımızdakiler mutlaka yola getirilmeli ve önümüzdeki engel kaldırılmalı’ diye düşünmeye başladığında siyasi rakiplerini düşmanlaştırır.”[14]

Makyavelli’nin iyi bir amaca ulaşmak için (kötü, gayr-ı ahlâkî ve hatta gayr-ı dinî) her türlü aracın meşru olduğuna yönelik söyleminin, terör örgütleri tarafından olduğu kadar, İslam’ı referans aldıklarını iddia eden ve şiddete yönelmeyen bazı topluluklar/gruplar tarafından bile referans alındığına yönelik ciddi iddialar vardır. Örneğin halen yargılama süreci devam eden Paralel Devlet Yapılanmasıyla ilgili iddialara göre, İslam’ı referans aldığını iddia eden Fethullah Gülen ve takipçileri; “kendilerine mensup kişilerin hayatın her alanında ama özellikle de devlet kademelerinde söz sahibi olması durumunda, ülkede yaşayan herkesin daha iyi bir hayata kavuşacağı ve kendilerine mensup kişilerin yöneteceği devletin de Allah’ın emrettiği yönetime uygun olacağı” ve benzeri tezlerle, kendilerine mensup kişilerin devlet yönetiminde önemli pozisyonlara gelmelerini, her türlü yöntemi uygulayarak temin etmeye çalışmaktadırlar. İstanbul Cumhuriyet Savcısı Okan Özsoy tarafından hazırlanan Paralel Devlet Yapılanması İddianamesinde, bu yapının amacı şu şekilde ifade edilmektedir; “Kuruluş yıllarından itibaren toplumun dini duygularını suiistimal ederek, “himmet” adı altında topladığı finans ile yurtiçi/yurtdışında faaliyete geçirdiği eğitim müesseseleri üzerinden amaç ve ilkeleri doğrultusunda yetiştirdiği öğrencilerini, elde ettiği finans ve siyasi gücünü, örgütsel menfaat ve ideolojisi çerçevesinde kullanarak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tüm anayasal kurumlarını (yasama, yürütme, yargı erklerini) ele geçirmek, aynı zamanda uluslararası düzeyde büyük ve etkili siyasi/ekonomik güç haline gelmek olduğu geçmişte örgüt içinde faaliyet göstermiş kişilerin beyanlarından anlaşılmaktadır.”[15]

İddialara göre bu yapının amaçlarına ulaşabilmek için uyguladığı yöntemler arasında; rakiplerine ve kendilerinden olmayanlara karşı İslam’ın kesinlikle yasakladığı yalan, iftira, şantaj, kumpas vb. yöntemler de bulunmaktadır. Bu iddialar, Makyavelli’nin yukarıda zikredilen anlayışının, İslami amaçlara uyarlanmış halini akla getirmektedir. Bu yapının, Fatih Sultan Mehmet’in yine yukarıda zikredilen, kardeş katline cevaz veren kanununu da referans olarak kullandıkları, nizam-ı âlem için kardeş katlinin bile caiz olduğunu; yine nizam-ı alem için yalan, iftira, şantaj, kumpas vb. yöntemlerin, kardeş katli yanında önemsiz kaldığını ve dolayısıyla haydi haydi caiz olduğunu savundukları, iddia edilmektedir.

Yine bu yapının; mensuplarına, ulvi olarak gördükleri amaçlarına ulaşabilmek için İslam’ın yasakladığı takiye (kendini gizleme, olduğundan farklı görünme) yöntemini kullanmaları ve nihai hedeflerine giden yolda bir araç olarak gördükleri bazı devlet kurumlarına yerleşebilmek için gerektiğinde Allah’ın koyduğu yasaklara riayet etmemeleri ve Allah’ın emirlerine uymama konusunda cevaz verdikleri iddia edilmektedir.[16]

Bu yapının ayrıca ahlaka ve adalete sığmayan bazı (rüşvet, irtikâp, ihaleye fesat karıştırma, düşman gördüklerine karşı hukuksuz uygulamalar, kamu görevlerine ehliyetlerine bakmaksızın kendisine yakın kişileri atama, vb.) icraatları, “Amaçlar, araçları meşru kılar!” anlayışla meşru gördükleri iddia edilmektedir. “Kendime almıyorum ki, hizmet için alıyorum” “Müslümanların güçlü ve zengin olması lazım” ve “Müslümanların iktidarda olmaları/kalmaları” gibi (sözde ulvi) bahane ve amaçlarla, bu ahlak ve adaletle bağdaşmayan icraatlarını meşrulaştırmaya çalıştıkları iddia edilmektedir. Bu tarz uygulamaların İslam’ı referans aldıklarını iddia eden farklı bazı gruplar/topluluklar tarafından da gerçekleştirildiği, zaman zaman gündeme getirilmektedir.

Oysa ne Kur’an-ı Kerim, ne İslam Peygamberi Hazreti Muhammed’in ve onun sahabelerinin hayatı ve ne de diğer İslamî kaynaklar; Makyavelli’nin “Amaçlar, araçları meşru kılar!” anlayışını kabul etmez. Aksine İslam dini, mensuplarına “Kem âlât ile kemâlât olmaz!” yani “Kötü aletlerle olgunluk kazanılamaz; güzel amaçlara kötü metotlarla ulaşılamaz” anlayışını aşılar. Bu nedenle, İslam’ı referans aldığını iddia eden toplulukların/grupların ve terör örgütlerinin Makyavellist anlayışla uyguladıkları gayr-ı ahlakî ve gayr-ı İslamî yöntemler, kesinlikle İslam ile ilişkilendirilmemelidir.

2. Bir Topluluğa Duyulan Nefret

Uyuşmazlık halinde olan grupların birbirleri hakkındaki algıları, özellikle de aralarındaki uyuşmazlık sürekli bir şiddet içeriyorsa, aşırı olumsuz hale gelir. Hatta bu olumsuz algı, artık birbirlerini insan olarak görmeyecek (canavarlaştıracak) seviyeye ulaşabilir. Diğer grup üyelerini insan olarak bile görmeme (canavarlaştırma); onlara “domuzlar”, “köpekler” ve benzeri şekilde hitap şekilleriyle kendini belli eder. [17]

Bir topluluğa duydukları nefret nedeniyle, o topluluğa mensup kişileri insan olarak görmeyen ve onları kendi algılarında canavarlaştıran bireyler, topluluklar veya örgütler, düşman gördükleri topluluğa karşı uygulanan terör yöntemlerini (onları insan olarak görmedikleri için) meşru görürler. Mücadele edilen topluluk, devlet veya örgüt mensuplarının gerçekten cezaya layık, kötü ve hatta öldürülmeye layık kişiler olduğuna inandıran bir nefret, o kişilere karşı işlenen her türlü vahşice ve zalimce muameleyi meşru hale getirir ve suçluluk duygusunu ortadan kaldırır.

Hoffer, duydukları nefret nedeniyle vahşice ve zalimce eylemler gerçekleştiren grup bireylerinin düşünce dünyalarını şöyle ifade etmektedir; “Haksızlık yaptığımız kişiler, acınacak kişiler olmadığı gibi, onlara karşı kayıtsız da kalamayız. Ya onlardan nefret edip, onlara eziyet etmeliyiz ya da kendimizi, “kendini aşağı görme” akıntısına bırakmalıyız.[18]

Prof. Sayar ise bu grupların ve mensuplarının düşünce yapılarını şöyle izah etmektedir; “Düşmanlar, zaman içinde kendi yaralanmışlığımızı, kendi incinebilirliklerimizi yansıttığımız, kendimizle ilgili kabul edemediğimiz karanlık tarafımızı üzerine boca ettiğimiz bir imgeye bürünür. O zaman zihnimiz şöyle işlemeye başlar; ‘Ben onu yok etmezsem o beni yok edecek. Onun varlığına ben son vermeliyim ki, o benim varlığıma ve yüksek ideallerime son vermesin.’ İşte burada tarih boyunca izlediğimiz o zalimce diktatörlüklerin, kan dökücü tiranların zihin yapısıyla karşılaşıyoruz. Sözüm ona iyilik ya da meşru bir amaç uğruna dökülen kan ile karşılaşıyoruz.[19]

Düşman gruba karşı hissedilen bu nefret ve onların özünde kötü olduklarına dair inanç; yaş, cinsiyet ve asker-sivil ayırımı yapmaksızın düşman grup üyelerinin tümünün yok edilmesini meşrulaştırmaktadır. Nefretin ön plana çıktığı bu gibi durumlarda; bir topluluğa atfedilen öz niteliklerin sabit olduğu, zaman içinde hiç değişmediği ve topluluğun tüm üyeleri için geçerli olduğu varsayılmaktadır. Buradan hareketle özü kötü olan bir topluluk üyeleri için yapılabilecek bir şey olmadığı, onlarla diyalog kurmanın ve onları eğitmeye çalışmanın hiçbir faydasının olmayacağı algısı oluşmaktadır. Tıpkı sırtlanlarla diyalog kurmanın ve onları eğitmenin, sırtlanların özünü değiştirmeyeceği gibi… Bu anlayışa göre; eğer sırtlanlar bizi tehdit ediyor ve bize zarar veriyorlarsa, tüm sırtlanlar hedeftir. Bu sırtlanlar ister genç, ister yaşlı, ister üniformalı, isterse üniformasız olsun![20]

Nefretin terör eylemlerini meşrulaştırmada önemli bir fonksiyonun olduğunun bilincinde olan örgütler, nefretin oluşması, artması ve yaygınlaşması için ne gerekiyorsa yapmaktadırlar. Yirminci yüzyılın simgeleşmiş ünlü teröristi Ernesto Che Guevara, nefretin önemini şöyle anlatmaktadır: “Bir mücadelede etkin olarak nefret, düşmana karşı uzlaşmaz bir nefret, insana sınırlarının ötesinde bir azim verir ve onu etkili, şiddetli, seçici ve soğukkanlı bir ölüm makinesine dönüştürür. Bizim askerlerimiz böyle olmak zorundadırlar. Nefretsiz bir halk, zalim düşmanları yenemez.[21]

Son dönemde ortaya çıkan terör hareketlerinin nedenlerinden biri de, dünün sömürgeci güçleri ve bugünün gelişmiş ülkelerine duyulan nefrettir. Yirminci yüzyılda dünyanın belli bölgelerinde çok hızlı bir refah artışı sağlanmış ve tarihte benzeri görülmemiş şekilde, ileri düzeyde bir üretim ve tüketim seviyesine erişilmiştir. Bu artışın ise genellikle dünyanın geri kalan bölgelerinin sömürülmesi ile gerçekleştiğine dair yaygın bir algı bulunmaktadır. Gelişmiş ülkelerin nüfusunun yarısından fazlasının obezite sorunu yaşadığı günümüzde, bir milyarın üzerinde insanın açlık tehdidi altında olduğu bildirilmektedir. Ne yazık ki bu dengesizlik, az gelişmiş ülkelerin aleyhine daha da büyümeye devam etmektedir. Bu gerçek, doğal olarak radikal eğilimleri tetiklemekte, gelişmiş ülkelere karşı nefreti ve bu adaletsizliğin ancak şiddet kullanılarak giderileceğine inanan insanların sayısını artırmaktadır. [22]

Bugün İslam dünyasında ortaya çıkan terör hareketlerinin arkasında da, dini gerekçelerden sonra gelen (belki de aynı derecede önemli olan) en önemli neden, başta ABD olmak üzere Batılı devletlerden ve Müslüman ülkeleri yöneten diktatör rejimlerden duyulan nefret gelmektedir. Bu devletlerin soğuk savaş yıllarının başından beri Orta Doğu ülkelerinin başına yerleştirdikleri diktatörlere verdikleri koşulsuz destekler ve terör bahanesiyle Afganistan ve Irak’ı işgalleri, bölgeyi istikrarsızlaştırmaları ve İsrail’in Filistinlilere karşı işlemekte olduğu insanlık suçlarına ses çıkarmamaları, bu nefreti oluşturan ve besleyen nedenler arasındadır. Bu bağlamda IŞİD ve El-Kaide gibi İslam’ı istismar eden örgütlerin ve faaliyetlerinin Ortadoğu’da sürekli beslenen şiddet ortamının ürettiği bir nefretin sonucu olduğu görülmektedir.[23]

3. Dini ve İdeolojik Gerekçeler

Terörün gerekçeleri arasında en ön plana çıkan unsurlar; ideolojik, siyasî ve dinî gerekçelerdir. Ancak son dönemlerde yaşanan bazı hadiseler, dinin diğer gerekçelerden daha şümullü olduğunu göstermektedir. Örneğin ülkemizde Türk milliyetçileri, İslami hassasiyeti olan Türk milliyetçileri ve İslami hassasiyeti olmayan (hatta İslam’a soğuk bakan) Türk milliyetçileri; yine aynı şekilde Kürt milliyetçileri de, İslami hassasiyeti olan Kürt milliyetçileri ve İslami hassasiyeti olmayan (hatta İslam karşıtı) Kürt milliyetçileri şeklinde bölünmüşlük yaşamaktalar. Türk milliyetçileri içinde İslami hassasiyeti olanlara, Büyük Birlik Partisi (BBP) ve daha az düzeyde de olsa Milliyetçi Hareket Partisi’ni (MHP); İslami hassasiyeti olmayanlara ise Ulusalcılar diye tabir edilen kesimi örnek verebiliriz.  Aynı şekilde Kürt milliyetçileri içinde İslami hassasiyeti olanlara, Hür Dava Partisi’ni (Hüda-Par) veya Hizbullah yanlılarını; İslam karşıtı olanlara ise PKK yanlılarını örnek verebiliriz.

Örnekler de göstermektedir ki; bir ayrışma veya terör gerekçesi olarak etnik argümanlar, din ve ideolojiden bağımsız tek başına fazla etkili olamamaktadır. Ama din ve ideoloji, etnik argümanlardan bağımsız olarak toplumların kutuplaşmasında, ayrışmasında, bireylerin ve toplumların radikalleşmesinde ve neticede teröre varan eylemlerde, tek başına çok güçlü bir etken olabilmektedir. Son dönemde Ortadoğu’da ve ülkemizde yaşanan hadiseler de, bu hususta çok yerinde örnekler sunmaktadır. Örneğin tamamen dini referans alan El Kaide veya IŞİD gibi örgüt mensupları, kendi milliyetlerinden insanlara karşı akla hayale gelmeyecek zulümlerde bulunabilmektedir. Örneğin Ayn-el Arab’da (Kobani) Kürtlerin oluşturduğu kantonu ele geçirmeye çalışan IŞİD güçlerinin komutanının Kürt kökenli olduğu basına yansıdı.[24] Yine IŞİD’in Ayn-el Arab kuşatmasını protesto bahanesiyle Türkiye’de çıkan 6-8 Ekim (2014) hadiselerinde, PKK yanlısı Kürtlerin İslami hassasiyetleri ön planda olan Hüda-Par yanlısı Kürtlere karşı işledikleri vahşetler, kan donduracak cinsten olmuştu.[25]

Din, kitleler üzerindeki etkisi ve alternatiflerine nazaran daha kolay istismar edilebilmesi nedeniyle, pek çok zaman manipüle edilerek terör hareketlerini meşrulaştırmak için kullanılmış ve günümüzde halen kullanılmaya devam edilmektedir. Dinî vaatler, daha çok ölüm sonrasına ve öteki dünyaya ait olduğu için, bu vaatlerin doğru ve gerçek olduğunun anlaşılması, bu dünyada mümkün olamamaktadır. Bu yüzden de din istismarı, terör örgütlerinin istismar edebileceği diğer alternatiflere nazaran daha kolay ve etkili bir metottur.

Dini motifli terör örgütlerinin mensuplarının kabul ettikleri tek doğru, mensubu oldukları terör örgütünün kabul ettiği doğrudur. Farklı düşünenler, sapkın olarak nitelendirilerek düşman tanımlamasına dâhil olurlar. Kendileri gibi düşünenler, iyi; farklı düşünenler ise kötüdür ve kötüye karşı topyekûn bir savaş vardır. Bu örgütlere mensup teröristlerce yapılan her eylem, kendilerince kutsal bir nitelik taşır ve bu kutsal uğruna gerçekleştirilen şiddet, dinsel bir ayin gibi ve dolayısıyla meşru görülür. Allah adına savaş ve sonucunda Cennet ile ödüllendirilmek, bu tarz terör örgütleri açısından şiddeti tetikleyen en önemli unsurdur.[26] Eylemler sırasında olay yerinde bulunan masum insanların ölmesi, onlar için hiçbir anlam ifade etmemektedir. Amaca giden yolda şiddet tek çare görüldüğü için, eylemlerini bir cinayet olarak nitelememekte ve vicdan muhasebesi yapmamaktadırlar.[27]

İslam’ı referans aldıklarını iddia eden terör örgütleri de, Kur’ân’ın üzerinde önemle durduğu cihad, savaş, zalim, mazlum, adalet gibi kavramları kullanarak, kitleleri etkilemektedirler. Söylemlerindeki lokomotif unsurları, bayraklaştırdıkları savaş içerikli ayetlerden alan bu yapılanmalar, ‘Haksızlıkları sona erdirme’, ‘Zalimleri devirme’, ‘Mazlumları kurtarma’ gibi ulvî amaçları gerekçe göstererek, uyguladıkları terör yöntemlerini meşru görmekte ve göstermeye çalışmaktadırlar.[28] Prof. Sayar, bu durumu şöyle izah etmektedir; “Grup narsisizmi deniyor buna. Seçilmiş bir gruba dâhil olmak, o grubun bütün eylemlerini sonuna dek şüphesiz bir biçimde benimsemeyi beraberinde getiriyor. Bu kolektif narsisizm insanların kendi gruplarının hatalarını hiçbir biçimde görmemeleri ve karşı tarafın hatalarını gözlerinde büyütmelerini beraberinde getiriyor. İnsanlar metinleri de tamamen kendi ideolojilerine uydurarak okumaya başlıyorlar. Her türlü seçilmişliğe inanan hareket, klasik metinleri de kendi ideolojisine uydurabilir.[29]

İslam’ı istismar eden bu örgütler açısından ana meşruiyet kaynağı, bilinçli olarak veya bilinçsizce yanlış yorumladıkları dinî gerekçelerdir. Buna ilave olarak, başta İslam dünyasının bugünkü halinden sorumlu tuttukları Batılı güçler olmak üzere, sapkın ve düşman olarak gördükleri herkese karşı duydukları nefret ve intikam hislerini ve ulvi bir amaç olarak belirledikleri bir İslam devleti kurma hedeflerini, uyguladıkları gayr-ı insanî ve gayr-ı İslamî yöntemlerin meşruiyet kaynağı olarak gösterebilmektedirler.[30]

Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nun hazırladığı bir raporda, IŞİD’in eylemlerini meşrulaştırmak için kullandığı din anlayışı ve felsefesine ilişkin şöyle denilmektedir;

Ulaşılan yayınlarındaki üslup ve bilgilerden hareketle örgütün dine yaklaşımındaki temel epistemolojik problem “usulsüzlük” ve “dinin araçsallaştırılması” olarak teşhis edilebilir. Usulsüzlükten maksadımız İslami ilimlerin her bir disiplini için yüzlerce yıl içinde inşa edilerek gelenek haline gelen yöntem ve esasları yok sayıp doğrudan dini metinlere yönelerek bunları bağlamından kopardıktan sonra ideolojik birer kanun maddesine indirgemek suretiyle nevzuhur bir din anlayışı vaz etme teşebbüsleridir.

Ayet ve hadislerin bağlamından koparılarak ideolojik sloganlara dönüştürülmesi, temel İslami kavramların yapıbozumuna uğratılarak içlerinin boşaltılması, İslami literatürde genellikle zayıf olarak kabul edilen apokaliptik rivayetler üzerinden bir kıyamet senaryosu kurgulanarak meşruiyet arayışı, kendilerine benzemeyenleri sapkınlık ve dinden çıkmakla suçlamaları gibi tali sorunlar da bu temel epistemolojik ve metodolojik sapmanın yansımalarından ibarettir.”

Görüldüğü üzere din, terörü meşrulaştırmak için en çok ve en kolay kullanılan kaynaklardan biridir. Ancak dini gerekçelerle terör eylemlerine ve şiddete başvuranlar, oluşturulmaya çalışılan genel algının aksine sadece İslam Dinini referans alanlar arasından çıkmamakta; diğer dinleri referans alıp terör eylemlerinde bulunan hareket ve örgütler de hem tarih boyunca, hem de günümüzde görülmektedir. Zira her inanç sisteminde köktenci ve aşırı gruplar bulunmaktadır.[31]

Diğer dinleri referans alarak ortaya çıkan köktenci ve aşırlara ilişkin önceki bölümlerde örnekler verilmişti. Filistinlilere karşı zalimce uygulamalar gerçekleştiren Yahudiler, Japonya’da kitle imha silahları kullanan Aum Shinrikyo Örgütü, Norveç’te 77 kişiyi öldürüp 242 kişiyi yaralayan Anders Behring Breivik ve 2013 yılı içerisinde Sri Lanka ve Birmanya’da Budist halkı Müslümanlara karşı kışkırtan ve şahsen öldürme eylemlerine katılan Budist rahipler, işledikleri zulüm ve vahşeti hep dini gerekçelerle meşrulaştırmaya çalışmışlardı veya halen çalışmaktalar. Bu örneklerden de anlaşıldığı üzere, terör evrensel bir olgudur ve dini, ırkı ve mezhebi yoktur. Zira her din, ırk ve mezhepten terörist mevcuttur. Bu nedenle de Batı literatüründe bolca yer alan İslami terörizm (Islamic terror) ifadesi, tutarlı bir ifade değildir. Zira İslam’a nispet edilen terör, İslam dininin temel kaynaklarıyla taban tabana zıtlık oluşturmaktadır.[32]

Sonuç olarak şu söylenebilir; din, kitleler üzerindeki etkisi dolayısıyla pek çok zaman manipüle edilerek terör hareketlerini meşrulaştırmak için kullanılmıştır ve günümüzde de halen kullanılmaya devam edilmektedir. Terörü meşrulaştırmak için kullanılan ve diğer kaynaklara nazaran daha kullanışlı görülen din ve ideolojiler, bundan sonra da radikal örgütlerin vahşi eylemleri için meşrulaştırıcı unsur olarak kullanılmaya çalışılacaktır. Bu noktada devletin, eğitim kurumlarının, dini kurumların ve tüm aydınların dikkat etmeleri gereken husus, halkın dini doğru ve sahih kaynaklardan öğrenebilmesi için imkânlar tesis edilmesi ve terör örgütleri gibi kötü niyetli kişi ve örgütlerin, insanların temiz duygularını yanlış yorum ve öğretilerle suiistimal etmelerinin önüne geçilmesi olmalıdır.

.

Süleyman ERDEMsuleyman@sahipkiran.org

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.

_________________________________

[1] Baharçiçek, (2010), ss.32-33.

[2] Machiavelli, Niccolo, (2010), Hükümdar (Çev.Turan Erdem), İstanbul: Arya Yayıncılık, ss.105.

[3] A.g.e., ss.102.

[4] Yıldız, Arzu, (2014), “MİT”in faili meçhul davasına gönderdiği Eymür’ün ifadesi”, http://t24.com.tr/haber/mehmet-eymur-mitten-hiram-abas-ile-alaattin-cakici-ermenileri-oldurdu,276363 (Erişim Tarihi: 12.01.2015)

[5] Ekinci, Ekrem Buğra, (2006), “Osmanlı Hukukunda Kardeş Katli Meselesi”, Ünal, Mehmet, Başpınar, Veysel ve diğerleri (Der.), Prof.Dr. Fikret EREN’e Armağan, Ankara, Yetkin Yayınları, ss.1106.

[6] Fordham.edu, (http://www.fordham.edu/halsall/mod/robespierre-terror.asp, Erişim Tarihi: 11.07.2014)

[7] Aymalı, Ömer, (2011), “Bir terörist tip: Maximilien Robespierre”, http://www.dunyabulteni.net/haber/168462/bir-terorist-tip-maximilien-robespierre (Erişim Tarihi: 11.07.2014)

[8] Bal, (2006), ss.44.

[9] Zehirli.org, (2007), (http://www.zehirli.org/konu/pkk-nin-kurulusu-dunu-bugunu.html, Erişim Tarihi:23.11.2013)

[10] NTV, (2011), (http://www.ntvmsnbc.com/id/25168389/, Erişim Tarihi:23.11.2013)

[11] Çakır, Ruşen, (2007), “Geçmiş, bugün ve gelecek kıskacında Türkiye Hizbullahı”, http://rusencakir.com/Gecmis-bugun-ve-gelecek-kiskacinda-Turkiye-Hizbullahi/739 (Erişim Tarihi:23.11.2013)

[12] Bal, (2006),  ss.44.

[13] A.g.e., ss.50.

[14] Sayar, Kemal, (2015), “Neden IŞİD’e Gidiyorlar?”, http://appsaljazeera.com/interactive/isid_dosya/neden_gidiyorlar.html  (Erişim Tarihi: 25.05.2015)

[15] Al Jazeera Turk, (2015c), (http://www.aljazeera.com.tr/al-jazeera-ozel/cemaatin-imam-gucu, Erişim Tarihi. 15.10.2015)

[16] A.g.k.

[17] McCauley ve Moskalenko, (2008), ss.427-428.

[18] Hoffer, (2005), ss.141.

[19] Sayar, (2015)

[20] McCauley ve Moskalenko, (2008), ss.427-428.

[21] Bal, (2006), ss.46.

[22] Baharçiçek, (2010), ss.30-31.

[23] Aktay, Yasin, (2014), “IŞİD’i doğuran kültür ve onu kullanan akıl”, http://www.yenisafak.com.tr/yazarlar/YasinAktay/isidi-doguran-kultur-ve-onu-kullanan-akil/55766 (Erişim Tarihi: 08.10.2015)

[24] Yurtgazetesi.com.tr, (2014), (http://www.yurtgazetesi.com.tr/dunya/isidin-kurt-komutani-kobanide-olduruldu-h63226.html, Erişim Tarihi:12.10.2014)

[25] Haber3.com, (2014), (http://www.haber3.com/huda-parli-gencin-kafasini-tasla-ezdiler-2941327h.htm, Erişim Tarihi: 8.10.2014)

[26] Arıboğan, (2003), ss.120-121.

[27] Çitlioğlu, Ercan, (2006), Gri Tehdit Terörizm, Ankara: Ümit Yayıncılık, ss.266-286.

[28] Kılınç, Taha, (2014), “IŞİD’i Anla(ma)mak”, http://www.lacivertdergi.com/dosya/2014/08/28/isidi-anlamamak (Erişim Tarihi: 20.05.2015)

[29] Sayar, (2015)

[30] Kılınç, (2014)

[31] Volkan, (2005), ss.168.

[32] Biçer, ve Dalkılıç, (2010), ss.124.

Süleyman Erdem Hakkında

Balıkesir doğumludur. Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümünden 2001 yılında lisans, Harvard Üniversitesi Kamu Politikaları Bölümünden 2009 yılında yüksek lisans derecesi almıştır. 2002 yılında Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü’nde memur olarak kamuda göreve başlayan Erdem, 2003-2004 yılları arasında Maliye Bakanlığında Vergi Denetmen Yardımcısı olarak görev yapmış, 2004 yılından itibaren de Başbakanlıkta Uzman Yardımcısı, Uzman ve Tanıtma Fonu Genel Sekreteri görevlerinde bulunmuştur. 2009-2011 yılları arasında Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu (DDK)’da Geçici Uzman sıfatıyla YÖK ve ÖSYM’deki denetimlerde görev almıştır. 2012 Aralık ayında kurulan Sahipkıran Stratejik Araştırmalar Merkezi (SASAM)'ın kurulduğu tarihten 08/10/2019 tarihine kadar başkanlığını yürütmüştür. Halen SASAM Uluslararası Güvenlik Masası Direktörü olarak görev yapmaktadır. Akademik çalışmalarını “radikalleşme ve terör” üzerine yürüten Erdem’in; “Cihatçılar; El Kaide ve IŞİD’e Katılanların Hikayesi” isimli yayınlanmış bir kitabı bulunmaktadır.

Yorum Ekleyebilirsiniz


%d blogcu bunu beğendi: