Tarihler 15 Temmuz 2016’yı gösterirken, güzel ülkemiz eşine ve benzerine az rastlanılacak bir darbe teşebbüsü ile karşı karşıya kaldı. Ülkemizi ve milletimizi koruması ve savunması için yetiştirilen bazı ordu mensupları, yine bu ülke ve milleti korumak üzere kendilerine teslim edilen en ağır silahlarla, akıl ve insanlık dışı bir davranışla darbeye karşı çıkan halk başta olmak üzere her yere bomba yağdırdı!
Yakın zamana kadar Devletin her kademesinde en üst noktaya kadar yükselen ve kendisinden başka kimseye hayat hakkı tanımayan FETÖ örgütüne mensup bir grup askerin gerçekleştirdiği bu teşebbüs, vatansever ve demokrasiye bağlı asker ve polislerimizin üstün gayretleri ve toplumun tüm kesimlerinin takdire şayan tepkisi ile geri püskürtülmüş ve ortaya ibretlik görüntüler çıkmıştır.
200’den fazla insanımızın canına mâl olan bu alçak tavır, binlerce masum vatandaşın yaralanmasına da sebep olmuştur. Ülkemizin dünya kamuoyu önünde düşmüş olduğu trajik durum, Büyük Devlet imajımıza ağır darbeler vurmuş, huzur ve istikrar arayan bölgemize de büyük zararlar vermiştir.
Devlet imkânlarını ve makamlarını sadece kendilerine hak gören bu “ucube” zihniyetin mensupları, açmış oldukları tahribatın kapanması çok uzun süreler alacak bu sürecin baş sorumlularıdır. İhanet ve nankörlüklerini bir devletin ve milletin kaderinin önünde tutan bu anlayış, maalesef daha önce de milletimize büyük zararlar vermiştir. Bu yazımızda 15 Temmuz vahşetiyle benzer bir arka plana sahip ancak maalesef başarılı olan 30 Mayıs 1876 darbesini işleyip birbirleriyle benzerliklerine değineceğiz.
30 Mayıs 1876 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu tahtında bulunan Sultan Abdülaziz Han, bir gece yarısı darbesi ile tahttan indirilmiş ve yerine Şehzade V. Murad tahta çıkartılmıştır. Söz konusu darbenin öncesi, icra edilmesi ve sonrası incelendiğinde, maalesef 15 Temmuz 2016 tarihindeki teşebbüs ile birçok benzerliğe sahip olduğu görülebilir.
Ülkeye huzur ve istikrar getiren Sultan Abdülaziz Han, özellikle donanmaya yaptığı yatırımlar ve kazandırdığı savaş gemileri ile ön plana çıkmış bir padişahtır. O devirde İngiltere deniz gücü yönünden dünyada tartışmasız bir numaradır ve arkasından Fransa gelmektedir. Tarihçi Yılmaz ÖZTUNA’ya göre işte bu iki büyük Devlet’ten sonra 3. Sırada Osmanlı donanması vardır ki, bu muazzam gücü vücuda getiren Sultan Abdülaziz Han olmuştur. Öyle ki, Sultan, Yavuz Sultan Selim’den sonra Mısır’a ilk ve son defa giden bir padişahtır. Ayrıca Avrupa seyahatine çıkarak, İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya gibi ülkelerin başkentlerini ziyaret etmiş, ordularını incelemiş deniz kuvvetlerini yerinde görmüş 3 kıtaya ve onlarca denize hükmeden Devleti için donanmanın önemini kavramıştır.
Devr-i Saltanatında muazzam donanmanın yanısıra, posta teşkilatının kurulması ve yaygınlaştırılması, demiryolları yapımı, eğitim ve ordudaki ıslahatlar başta olmak üzere muazzam hizmetlerde bulunmuştur. Özellikle İngiltere’nin sömürgeleri ile olan bağlantılarını denizyoluyla yapmasından dolayı zaman ve paradan tasarrufunu çok iyi etüd etmiş, İngiltere ile başa çıkabilmenin ve oyunlarını engellemenin birinci şartının deniz kuvvetlerinin güçlü olmasında görmüştür.
Ancak bu özel ve öngörüsü yüksek Padişah, toplamda 3,5 kişinin oyunu ile hazin bir şekilde tahttan indirilmiş ve tahttan indirildikten 4 gün sonra da kalleşçe katledilmiştir.
Peki, kimdir bu üç buçuk kişi ve nasıl bir oyun oynamışlardır? Darbenin birinci sorumlusu ve planlayıcısı Hüseyin Avni Paşa’dır. Söz konusu paşa, o dönemlerde Osmanlı Devlet geleneğinde var olan bir sistem gereği bizzat Saray tarafından Isparta’nın Eğridir kazasından getirilip okutulmuş ve Başbakanlığa kadar yükselmiş bir zâttır. Zira söz konusu sisteme göre, Anadolu’dan belli başlı eşrafın oğulları İstanbul’a getirilip okutulmakta, bu şekilde zeki çocuklar Devletin ve milletin hizmetine sunulmakta idi.
Bugün Devletimizin başına bela olan FETÖ örgütünün yıllardır köy köy, kasaba kasaba zeki çocukları toplayıp, çekirdekten yetiştirip Devletin en üst kademelerine kadar çıkmalarına vesile olduğu sistem, o dönemlerde bizzat Devlet tarafından gerçekleştirilmekteydi.
Bahsi geçen sistem içerisinde yetişen Hüseyin Avni Paşa, kademe kademe ilerlemiş ve İstanbul’da bulunan Birinci Ordu Komutanlığına kadar yükselmiştir.
Bu görevi sırasında bir Cuma selamlığında Padişah Abdülaziz Han’ın eşlerinden bir kadınefendiye herkesin içinde sözlü sarkıntılıkta bulunmuş ve olayın duyulması üzerine Birinci Ordu Komutanlığından alınmıştır.
Değil bir Ordu Komutanının, bir neferin bile yapmaması gereken bu çirkin davranış üzerine görevinden alınan Avni Paşa, 14 ay açıkta tutularak görev verilmemiş, ancak maaşlarını almıştır. Bilahare önce Bosna-Hersek Valiliğine, sonra da Girit valiliği görevlerine getirilmiş ve cezasını çektiği düşünülerek görevden el çektirilmesinden yaklaşık 2 yıl sonra kabineye alınarak Serasker yani savunma bakanı yapılmıştır.
Sultan Abdülaziz Han, son derece naif ve hoş görülü bir insandır, bu affedilmeyecek hatasına rağmen Hüseyin Avni Paşa’ya yeniden makam ve mevkii vermiştir. Ancak bu görevden el çektirme ve İstanbul dışına gönderilme meselesi, beyefendiye çok ağır gelmiştir ve “kinim, dinimdir!” dedirtecek kadar ruhuna işlemiştir.
Yine günümüzde ihanetleri ispat edilen FETÖ örgütüne mensup bir dönemin üst düzey güvenlik görevlilerinin darbe kalkışmasındaki rolleri tam da Hüseyin Avni Paşa’nın karakterine uygundur.
Darbenin ikinci derecedeki etkili ismi Mithat Paşa’dır ve onun durumu Hüseyin Avni Paşa’dan farklı olmakla birlikte yine günümüzde çokça rastladığımız bir durumdur. Memuriyet hayatına sadarette (Başbakanlıkta) özel kalem müdürü olarak başlayan Mithat Paşa, bir dönemin çok önemli ve Osmanlı Devletinin en başarılı Sadrazamları arasında gösterilen Reşit Paşa ve Ali Paşalara kendini beğendirerek hızla yükselmiştir. Özellikle Bağdat Valiliği ve Tuna Valiliğinde muazzam hizmetleri, yıldızını epey parlatmış ve o dönemde yeni kurulan Şûray-ı Devlet Başkanlığına gelmesine zemin hazırlamıştır.
Ancak Valilikte çok başarılı olan Mithat Paşa, bürokraside hayal kırıklığına sebep olmuş ve bu görevden de uzaklaştırılmıştır. Müthiş bir İngiliz hayranlığı bulunan Mithat Paşa, valilikteki başarılarını ve muazzam saltanatını İstanbul’da sürdürmek istemiş, Devletin idaresini eline alarak yönetme rüyalarına dalmıştır. “Âli Osman oluyor da Âli Mithat neden olmasın” diyecek kadar gözü dönmüş bu zât da darbede Hüseyin Avni Paşa ile birlikte bulunmuş ve bu acı vebale ortak olmuştur.
Darbenin üçüncü kişisi Mütercim Rüşdü Paşa’dır ve o da bu ikiliye eklenince sacayağı tamamlanacak ve sadece bir Padişahın değil, bir Devletin ve milletin de kaderiyle oynanacaktır.
Darbenin yapıldığı tarihte 65 yaşında olan Rüşdü Paşa, aslında çok zeki ve Devlet tecrübesi olan bir şahsiyettir. Rahata ve makama o da çok düşkündür ancak son derece de korkak bir zihniyete sahiptir. Muazzam derece de Farsça ve Fransızca bilen Paşa, Sultan 2. Mahmud döneminde yıldızı parlamış ve yaptığı mükemmel çevirilerle Padişahın takdirini kazanarak bürokraside hızla yükselmiştir. Darbenin gerçekleşmesi halinde, kıdemine ve Devlet tecrübesine güvenerek ölene kadar Sadrazamlıkta kalacağını düşünerek bu işe ortak olmuştur.
Bugünkü durumda, emekliliği gelmiş ve hatta emekli olmuş paşaların da aynı düşünce ile hareket etmeleri de başka bir durumla izah edilememektedir.
Osmanlı Devlet geleneğinde tahttan indirilen padişahın indirilme gerekçesine onay verecek bir Şeyhülislam’a da gerek vardır. Darbeye fetva verecek Şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi de yine Padişahın iyi niyetinden yararlanılarak hak etmediği bir şekilde henüz 40 yaşında şeyhülislam yapılarak darbenin dini yönden zemini hazırlanmıştır.
İşte 3,5 kişi denilebilecek bu menfaatperest, hayalperest, makam ve mevkii düşkünü kişilerin tezgâhlayıp yürürlüğe geçirmeye kalktıkları bugünün “darbe” o günün “hâl” hadisesi, maalesef 30 Mayıs 1876 tarihinde gerçekleştirilmiştir.
Aslında darbeyi 31 Mayıs’ta yapmayı kararlaştırmışlar, Abdülaziz Han’ın yerine geçirecekleri Şehzade Murad Efendiyle de bu şekilde anlaşmışlardır. Ancak 30 Mayıs tarihinde yapılan eylem, bilahare anlatacağımız üzere yeni padişahın aklını başından alacaktır. Darbeden birkaç gün önce Suriye taraflarından Arap asıllı askerler getirilmiş ve kışlalarda yer olmadığı bahanesiyle Sultanın ikamet ettiği Dolmabahçe sarayı civarına kurulan çadırlara yerleştirilmişlerdir. Sultana durum bu şekilde arz edilerek bilgi verilmiş, diğer taraftan da çadırdaki askerlere Padişah’a suikast olabileceği, saraydan dışarıya, dışarıdan da saraya kuş uçurulmaması tembihlenmiştir. Padişaha yani halifeye gönülden bağlı olan bu askerler, ellerinde tüfeklerle böyle şerefli bir göreve canı gönülden katkı vereceklerini düşünmüşlerdir.
15 Temmuz teşebbüsünde halkın önüne sürülen gariban erler de maalesef benzer sözlerle kandırılarak getirilmiş ve kritik noktalara konuşlandırılmışlardır.
Diğer taraftan binbir emekle vücuda getirdiği ve dünyanın sayılı donanmalarından olarak bilinen muhteşem gemiler de aynı bahanelerle namlularını Sultan’ın ikamet ettiği Dolmabahçe Sarayına doğru çevirmiş ve beklemeye başlamışlardır. Sultan Abdülaziz Han, donanmasına aşk derecesinde bağlıdır ve onların gözünün önünde bulunmasından huzur bulmaktadır. Onca savaş gemisinin saraya doğru konuşlanması bu yüzden Padişah dâhil kimsenin dikkatini çekmemişti.
Karadan ve denizden böylesine ablukaya alınan Saray ve içindeki tüm İslam aleminin Halifesi ve milyonlarca kilometre karelik ülkenin Padişahı, maalesef işte böylesine bir garabet içinde korunmaktaydı!
Darbenin planlayıcıları, Anadolu yakasında bir yalıda bir araya gelmişler ve olacakları ellerinde dürbünlerle seyretmeye başlamışlardı. Onların o dönemde bugünkü darbe planlayıcıları gibi uydudan ve televizyonlardan izleme imkânı olmamaları da kendi bahtsızlıklarından ve dünyaya yaklaşık 200 sene önce gelmelerinden kaynaklanmıştı!
Darbe gecesi, sarayın etrafı yukarda izah ettiğimiz şekilde dizayn edildikten sonra, Süleyman Paşa adındaki bir paşa, arkasına aldığı birkaç kiralık askerle elini kolunu sallayarak Dolmabahçe sarayına girmiş, elleri tetikte ve tabancalarını göstere göstere haremin kapısına dayanmışlardır. İnanılması güç ama, hiçbir direnişle karşılaşmadan bu kadar rahat bir şekilde bir Padişahın hareminin kapısına dayanabilmek, maalesef hiçbir ülkenin ve milletin başkentinde olabilecek bir hadise değildir. Ama iyi niyet, aymazlık ve istihbarat zafiyeti, darbecilerin işlerine yaramış ve plan tıkır tıkır işlemiştir.
Harem’in kapısına dayanan Süleyman Paşa; “Ağa Efendimiz; millet Sultan Abdülaziz Han’ın fiil ve hareketlerinden hoşnut değildir. Millet kendilerini hâl etti (tahttan indirdi). Şahs-ı hümayunlarına karşı bir garez ve suikastımız yoktur. Milletin selameti için kendilerini Topkapı Sarayına götürmeye memurum. Lütfen kendilerine derhal bildiriniz ve hazırlayınız. Ben burada bekliyorum!” demiştir. (Y.Öztuna-Bir Darbenin Anatomisi)
Saatler gece yarısı 4.30 civarıdır. Padişah henüz sabah namazı için kalkmamıştır ve kendisine huzur veren donanmanın namluları önünde uyumaktadır. Harem ağası, Padişahı bu sebeple uyandırmayı göze alamaz ve valide sultana durumu haber vermeyi uygun görür. Dehşete düşmüş bir şekilde oğlunun yanına giden Valide Sultan, durumu Padişah olan evladına bildirirken gözyaşlarına boğulmuştur. Sultan Abdülaziz, “takdir-i ilahi böyleymiş” bu işin başında Hüseyin Avni Paşa ve Mütercim Rüşdü Paşa vardır demiştir. Kaderine razı olan Sultan, hem halk hem de ordu tarafından çok sevilen bir şahsiyettir. Ancak özellikle bahriyeli takımı, Sultan’a gönülden bağlıdır.
Boğazda saraya doğru konuşlanan zırhlılardaki askerler, darbeden bihaberdirler ve ne için oraya getirildiklerini bilmemektedirler. Olayı inceleyen birçok tarihçiye göre eğer Padişah Sarayın camından kafasını çıkartıp “beni hal ediyorlar” diye seslense, bu darbenin başarı şansı “sıfırdır”. Zira 15 Temmuz teşebbüsünde Sayın Cumhurbaşkanının televizyonlara canlı bağlanarak halkı darbeye karşı inisiyatif almaya davet etmesi, cuntacıların emellerine ulaşamamasında ne kadar etkili olduğunu hepimiz müşahede ettik.
Ancak Sultan Abdülaziz Han, kaderine razı olmuş ve hiç direniş göstermeden ailesini de yanına alarak sarayından çıkmıştır. Dışarda müthiş bir yağmur yağmaktadır ve Padişah ile ailesi yağmur altında kayığa bindirilerek Topkapı Sarayına doğru yol almaya başlamışlardır. Amaçlarına bu kadar kolay ulaşan darbeciler, Padişahın haremindeki kadınlara hakaretler etmeye başlamış, üzerlerine örttükleri şal vb. örtüleri kaldırarak mücevher araması yapmışlardır.
Darbe gerçekleştirilmiş ve koca Osmanlı İmparatorluğunun Padişahı bu kadar basit bir şekilde tahttan indirilmiştir. Sultan Abdülhamit Han bu olayı kendine mahsus dairesinde gözyaşları içerisinde izlemiş ve kısa süre sonra tahta çıkmasını müteakip sorumlulardan tek tek hesap sormuştur.
Hesap soracak sadece Abdülhamit Han değildir. Kayığa bindirilirken üzerinden şalı çekilerek mücevher araması yapılan kadın efendilerden birinin kardeşi Çerkez Hasan isimli bir yiğit, bunu gurur meselesi yapmış ve darbeden kısa süre sonra cuntacı paşaların mekânını basarak başta baş plancı Hüseyin Avni Paşa olmak üzere birkaçının defterini dürmüştür.
Tahttan indirilen Padişah ve ailesi, Topkapı Sarayına götürülmüştür ancak uzun süredir kullanılmayan saray, bir insanın yaşamasına müsait olmadığı gibi içinde hiçbir eşya da yoktur. Yemek ve su dahi verilmeyen sabık hükümdar, perişan bir halde burada üç gün kaldıktan sonra yeğeni yeni padişah V.Murad’a ricada bulunarak Feriye Sarayına naklinin teminini rica etmiş ve bu ricası kabul edilerek söz konusu saraya nakledilmiştir. Ancak naklinden birkaç gün sonra da yine Hüseyin Avni Paşa’nın kurduğu bir kumpasla bilekleri kesilerek katledilmiş ve bu küstah olaya da intihar süsü verilmek istenmiştir.
Diğer taraftan darbe öncesinde Sultan Abdülaziz Han’ın yerine tahta geçirilmek üzere anlaşılan Şehzade V. Murad’a darbenin 31 Mayıs gecesi gerçekleştirileceği söylenmesine rağmen, bir gün önceye alındığı bildirilmemiştir. Şehzade zaten evhamlı bir kişiliğe sahiptir ve 30 Mayıs gecesi kapısına varılıp cülus için hazırlanması istenildiğinde çok korkmuş ve darbenin gerçekleşmediğini ve amcasının duruma hakim olduğunu düşünmüştür. Bu olay şehzadenin aklını oynatmasında önemli rol oynamış ve tahtta sadece 3 ay kalabilmiştir. Devamında Sultan 2. Abdülhamit Han tahta geçmiş, akabinde kayın birader Çerkez Hasan’ın yarım bıraktığı işi tamamlamış ve hayatta kalan her bir cuntacı ile Hanedan geleneğine göre hesaplaşmıştır.
Zira Osmanlı’da darbe ile gelen her padişah, kendisini iktidara getiren cuntacılardan hesap sormuş ve kendisinden önceki padişaha veya şehzadeye zarar verenlerle mutlaka hesaplaşmış ve bunun intikamını almıştır. Bu, Türk Hakanlık geleneğinde var olan bir sistemdir ve istisnası yoktur.
Darbeler sadece bir kişiye veya kuruma karşı yapılmış olsa da, sonuçlarına bir Millet ve Devlet katlanmaktadır. Kişi veya bir zümrenin şahsi ikbal ve menfaati için bir milletin ve devletin kaderi ile oynanmasının cezası farklı olmalıdır. Millet olarak “darbe dönemleri bitmiştir” diye sevinmeye başladığımız bu günlerde yaşanan “kalkışma”, bunun en acı örneğidir. Ülkemize ve milletimize yaşatılan travmanın etkileri, maalesef uzun yıllar sürecek türdendir.
Yukarıda da kısmen belirttiğimiz üzere, Devletin tüm imkânlarından ve makamlarından hak etmedikleri şekilde nemalanan bir güruh, bu imkânlar elinden alınınca, yıllardır oyuncakları oldukları yerli ve yabancı mihrakların da destek ve telkiniyle bir Milletin kaderiyle oynamaya kalkışmışlar, ancak büyük Türk Milletinin birlikteliği ve ferasetiyle dumura uğramışlardır. İktidarı veya iktidar sahiplerini sevmemek ayrı, onları anti demokratik şekilde alaşağı etmek için vahşice ve kalleşçe tavır almak ayrıdır.
Binlerce yıllık tarihimiz, maalesef acı tecrübelerle yoğrulmuştur. Bu acı tecrübeleri milletimizin her ferdinin iyi bilmesi ve etüt etmesi, geleceğimize yön verecektir. “Tarih tekerrürden ibarettir” sözü, alelade söylenilmiş bir söz olmayıp, milletlerin ve devletlerin geleceklerini inşâ etmesinde pusula görevi görebilecek bir somut veridir.
Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
Tarihi tekerrür diye ta’rif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?
M.Akif
.
Zafer TEKİN – zafertekin@sahipkiran.org
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.