Milletimizin tarihinde mihenk taşı niteliğinde onlarca yerleşim yeri olmuştur. Söz konusu yerleşim yerlerinin kimileri, zamana yenik düşerek tarihteki önemini yitirmiş ve unutulmuş, kimileri önemini artırarak sürdürmüş ve günümüze kadar devam edegelmiştir.
Ötüken’den Ergenekon’a, Buhara’dan, Talas’a, Semerkant’tan, Kaşgar’a, Horasan’dan Ahlat’a, Erzurum’dan Konya’ya, hüküm sürdüğü her devirde ayak bastığı her şehre mührünü vurduktan sonra bir sonraki hedefe yönelen ecdadımız, gittiği her yere İslam ahlak ve faziletinin yanı sıra, Türklük gurur ve şuurunu da götürmüş ve bu anlayışın ışığında sadece şehirleri fethetmekle kalmamış, hangi ırktan ve milletten olursa olsun gönülleri de fethetmesini bilmiştir.
Bu bağlamda, Söğüt’te filizlenen ve kök salmaya başlayan Osmanlı Devleti, İznik ve Bursa’dan sonra 1300’lü yılların ikinci yarısında Çanakkale üzerinden Avrupa kıtasına ayak basmış ve kısa süre sonra da miladi 1362’de Edirne’yi fethederek İstanbul’dan önceki başkenti yapmıştır.
Kısa sürede şehri imar, iskan ve tahkim eden Osmanlı, yükseliş döneminde kazandığı bütün zaferlerde Edirne’yi üs olarak kullanmış ve cihana hükmedecek tüm kazanımlarını burada edinmiştir. Peygamber efendimizin övgüsüne mazhar olacak ve İstanbul’u fethederek fatih ünvanını alacak Fatih Sultan Mehmed Han da bu şehirde doğacak ve yine o kutlu övgünün sahibi asker, fetih seferine bu kutlu şehirden hareket edecektir.
Türk milletinin yetiştirdiği en büyük sanatkârlardan ve ilim adamlardan olan Mimar Sinan, yine bu milletin en önemli şehirlerinden olan Edirne’ye dünya mimarisinin en önemli eserlerinden olan Selimiye Camiisi gibi eşine rastlanılmayacak bir eser bırakacak ve bu güzel şehrin Müslüman Türk milleti için önemine ve vazgeçilmezliğine atıfta bulunacaktır.
İstanbul fetholunduktan sonra, bu fethi yüzyıllar boyunca içlerine sindiremeyecek olan Haçlılar için kilit rolü üstlenecek ve İstanbul üzerine yürümek isteyen her ordunun önünde aşılması gereken birinci engel olarak var olacaktır Edirne…
Dolayısıyla, Türk Milleti ve tarihi için Edirne, olmazsa olmazdır ve yeri tartışılmayacak derecede mühimdir. Ancak Devlet’in kılıç tutan bileği zayıflamaya başlayınca hasımlarınca yüzyıllarca bastırılarak yaşatılan duygular açığa çıkacak ve gittiği her yere medeniyet götüren bu necip millet her fırsatta Avrupa içlerinden sökülüp atılmak istenilecektir.
Bu düşünceye paralel olarak, Türkleri Avrupa’dan atmanın birinci şartı, Edirne’den söküp atmak ve devamında da İstanbul’u ellerinden almaktır. Batılıların Türklerin Avrupa’ya ayak bastığı tarihten itibaren var olan bu düşünceleri ve amaçları doğrultusunda, Edirne Türklerin eline geçtikten sonra, 2 defa Rus, 1 defa Bulgar ve 1 defa da Yunan işgaline uğrar.
Rusların 1. işgali, 1828-1829 tarihlerinde yapılan Osmanlı-Rus savaşı sonunda gerçekleşir ve Yeniçeri ocağının kaldırılıp yerine yeni bir ordunun henüz kurulma aşamasında olduğu dönemde denk gelir ki, Rus Ordusu doğuda Erzurum’a, Batı’da Edirne’ye kadar gelmiş ve 1829’da imzalanan Edirne Antlaşması ile Yunanistan bağımsızlığını kazanmanın yanı sıra, Edirne’ye fetholunduğu günden sonra ilk defa bir düşman çizmesi ayak basmıştır.
2. Rus işgali ise, tarihte 93 harbi olarak bilinen 1877-1878 yıllarında gerçekleşen Osmanlı-Rus savaşı sonunda olmuş ve Ruslar, yine doğuda Erzurum, Batıda Edirne’yi de aşarak İstanbul önlerine Yeşilköy’e kadar gelmişlerdir. Gazi Osman Paşa’nın meşhur Plevne Savunması ve huruç harekâtı, bu savaşta olmuş ama savaşın sonucunu değiştirememiş ve Osmanlı Balkanlar’da başta olmak üzere çok büyük toprak kaybına maruz kalmış, savaş sonunda imzalanan önce Ayastefanos, sonra Berlin Antlaşmaları ile durum kurtarılmaya çalışılmıştır.
Her birisi ayrı bir hüzün ve katran karası mağlubiyetlerin yanında, acılarla da dolu olan bu savaşlar ve hezimetler manzumelerini ve sonuçlarını bir kenara bırakarak 1912-1913 Balkan Savaşlarına gelirsek, “utanç verici bir hezimetin” son halkasını görürüz.
İşte bu utanç halkalarının arasında Mehmed Şükrü Paşa’nın önderliğinde destanlaşan Edirne Müdafaası, göz kamaştırıcı bir hazine olarak tarihimizde yerini almış, ancak hak ettiği itibarı ve değeri daha ilk andan itibaren görememiş ve tarihin tozlu sayfalarında kaybolmaya yüz tutmuştur.
1908 yılında ilan edilen 2. Meşrutiyetin getirdiği bahar ve kardeşlik havası, kısa sürede yerini kin ve nefrete bırakmış ve özellikle Balkan milletlerinin aralarındaki husumetleri bir kenara bırakarak birbirleri ile ittifak etmeleri ve Osmanlı’ya karşı birleşmeleri ile neticelenmiştir.
Balkanlar’ın daha düne kadar Osmanlı Bayrağı altındaki küçük devletlerinin (Karadağ, Sırbistan, Yunanistan ve Bulgaristan), tüm dünyanın gözü önünde ve alenen yaptıkları anlaşmaları ve silahlanma çabalarını görmeyen veya görse de ciddiye almayan zamanın Osmanlı yönetimi, 1912 yılının ekim ayında son derece hazırlıksız bir şekilde kendisini Balkan Savaşlarının içinde bulmuştur.
Osmanlı Devleti, Balkan cephelerinde bulunan ordularındaki askerlerinin büyük kısmını savaştan hemen önce terhis etmiş, yine bu cephelerdeki silah gücünün önemli bir miktarını da yine savaşın hemen öncesinde o sıralarda boy gösteren ayaklanmanın bastırılması için Yemen’e göndermiştir. Ordu içindeki alaylı-mektepli çekişmesi had safhaya çıkmış iken, ittihatçılarla onlara karşı olan askerler arasında müthiş bir mücadele ve birbirini çekememezlik yaşanmaktadır.
Bu şartlarda başlayan 1. Balkan Savaşı’nda, Osmanlı Devleti, Balkanlar’daki ordusunu Doğu Ordusu ve Batı Ordusu olarak ikiye ayırmış, Edirne ise Doğu ordusuna bağlı olarak savaşta aktif rol almıştır.
Osmanlı, düşmanlarının tüm hazırlıkları yaptıktan sonra başlattığı seferberlikle savaş için hummalı bir çalışma başlatmış, bu noktada Edirne de kilit bir rol almıştır. Edirne’de kale komutanı İsmail Hakkı Paşa vardır ve Valisi de Halil Beydir. Savaş için gerekli hazırlıklar, bu ikili tarafından yapılmaktadır ancak ortada büyük bir muamma ve kargaşa mevcuttur. Osmanlı Meclisinin 6 Ekim 1912 tarihinde aldığı karar gereğince Edirne’de bulunan 40.000 kişiye 2 ay boyunca yetecek erzakın alınması için 4.900.000 Kuruşun tahsis edilmesine karar verilmiş, ancak bu olumlu karar o günün şartlarında yerine getirilememiştir.
Diğer taraftan Balkan coğrafyasından sel olup gelen göç kafileleri, biran önce Edirne Kalesine sığınmak isterken Edirne’den de aynı şekilde İstanbul’a doğru bir sel başlamış ve insanlar tren garlarında yağmur altında günlerce beklemeye, trenlerde yer bulamayanlar ise yaya olarak veya kendi temin ettikleri binek hayvanları ile göçe başlamışlardır.
İstanbul’dan tahsis edilen yardımın gelmemesine rağmen, o dönemde Edirne’ye bağlı olan Babaeski, Uzunköprü ve Lüleburgaz gibi yerlerde 4.500.000 okkaya yakın zahire bulunduğu bilinmektedir. Ancak büyük bir ihmalkârlık eseri olarak söz konusu zahire, Edirne’ye nakledilememiştir. Tosyavizade Rifat Osman “Edirne Rehnüması” adlı eserinde bu aymazlığı şöyle dile getirmiştir; “Vali Halil Bey, vilayete bağlı yönetim merkezlerini dolaşmakla meşguldü. Mürefte ve Tekirdağ civarında geziyor, o ay kendisine ayrılan yolluğu bitirmekle meşgul oluyordu. Bir taraftan da başka iş kalmamış gibi vilayet dairesinin merdivenlerini ve hamam dairesini yıktırıyordu. Bu paralar hep örtülü ödenekten harcanıyordu. Kalede bulunan ve kuşatılacağı kesinlikle beklenen halkının gereksinimleri düşünülmüyordu. Daha doğrusu insan yerine bile sayılmıyordu. Bulgarlar ise, bu durumdan son derece faydalandılar. Her girdikleri köyün ambarlarını tahıl ürünleriyle dolu buldukları gibi, hayvanlarını da olduğu gibi buldular.”
8 Ekim 1912’de önce Karadağ ile Osmanlı İmparatorluğu arasında başlayan 1. Balkan Savaşının 2. gününde, yani 10 Ekim 1912 tarihinde Edirne Müstahkem Kale Komutanlığına Tüm General Mehmed Şükrü Paşa atanmış ve Paşa, tayinin ardından 16 Ekim 1912’de Edirne’ye gelerek görevine başlamıştır. 1857 yılında Erzurum’da doğan Mehmed Şükrü Paşa, bazı çevrelere göre yaşlıdır ancak disiplini ve askeri tecrübesiyle ün salmış, ayrıca daha önceleri uzun süre Edirne’de görev yapmış, tanınan ve sevilen bir şahsiyettir.
Paşa’nın Edirne’ye ayak bastığı gün, yani 16 Ekim 1912’de Osmanlı, Bulgaristan’a karşı savaş ilan etmiştir ve cephede silahlar patlamıştır ancak tüm orduda olduğu gibi Edirne’de de içler acısı bir durum vardır ve savaş için hiçbir hazırlık tam olarak yapılamamıştır.
Mehmed Şükrü Paşa, göreve başladığı ilk gün, Edirne Kalesinden dışarıya her türlü ikmal malzemelerinin çıkarılmasının önlenmesi için şiddetli tedbirler almaya başlamış, ayrıca kalenin savunma mevkilerini ve tabyalarını tahkim etmeye gayret etmiştir. Edirne; Meriç, Tunca ve Arda Nehirlerinin havzasında kurulu olmasından kaynaklı doğal yapısı dolayısıyla savunması kolay olmakla birlikte, kuşatmaya alınması durumunda ikmali imkânsız bir yapıya sahiptir.
Osmanlı Genel Kurmayı, Edirne’ye tayin olunan Mehmed Şükrü Paşa’ya; “40 gün boyunca dayanmasının yeterli olacağını” ifade ederek bu konuda kendisine yazılı bir evrak da vermiştir. Ancak savaşın ilerleyen günlerinde karşısındaki Bulgar Ordusu ile kaledeki Osmanlı Ordusu arasındaki gerek asker sayısı, gerekse silah bakımından kıyaslanamayacak fark, kırk gün değil, kırk saat bile dayanmanın büyük bir başarı olacağına işaret edecektir.
Osmanlı Devletinin 16 Ekim’deki savaş ilanına Bulgaristan da 17 Ekim’de karşılık vermiş ve iki Devlet arasında savaş fiilen başlamıştır. Savaşın başlarında Şükrü Paşa komutasındaki Edirne Kalesindeki askerin birinci görevi, Edirne’yi Bulgarlara karşı savunmak olmakla birlikte, diğer önemli görevi de Abdullah Paşa Komutasındaki Doğu Ordusunun yükünü hafifletmek amacıyla bu Orduya da yardımcı olmaktır. Nitekim savaşın ilk günlerinde bu doğrultuda düşmanın ilerleyişini engellemek ve gerisini tehdit etmek için 22 Ekim 1912 de “huruç” harekâtı yapılarak düşmana saldırılmıştır.
Düşman askeri, müthiş bir moral, silah gücü ve sayı üstünlüğü ile saldırıya geçmesine rağmen, Türk tarafı her yönden karma karışıktır ve düşmana mukavemet edecek durumu yoktur. Üç gün süren bu harekât sonucunda başarı elde edilememiş, buna karşılık kaledeki askerin yetersizliği ve silah yönünden zafiyeti net olarak ortaya çıkmıştır. Ayrıca Edirne’nin Doğu ordusu ile irtibatı da kopmuş ve Edirne, Bulgarlar tarafından her yönden kuşatma altına alınmıştır. Merkeze bağlı Doğu Ordusu, Türk tarihinde görülmemiş bir şekilde bozguna uğramış ve önce Kırklareli, sonra Lüleburgaz savaşlarında hiçbir varlık gösteremeyerek geri çekilmeye başlamıştır.
Merkezi Ordunun bu geri çekilmesinden de cesaretlenen Bulgarlar, 29 Ekim 1912’ye kadar geceli gündüzlü Edirne’ye saldırmışlar, ancak bir sonuç alamamışlardır. Kale içinde görevli askerler arasında, Osmanlı tebaasına mensup diğer milletlerden de askerler vardır ancak ortaya çıkan durum karşısında bedelini ödeyerek askerlikten ayrıldıkları görülmüştür. Edirne’de bir avuç Müslüman-Türk askeri ve başlarında Mehmed Şükrü Paşa olduğu halde, asıl mücadele bundan sonra başlamıştır.
Her geçen gün şehre ve askerine hâkim olmaya başlayan Paşa, savunma hatlarını güçlendirmeye çalışmış, halkın içinde çıkabilecek umutsuzluğa ve fitneye karşı bildiriler yayınlayarak umut ve güven hissi vermeye özen göstermiştir. Bu sürede devam eden Bulgar hücumlarını bertaraf etmekle kalmamış, Bulgarların zayıf olduğu yerlere aldatıcı taarruzlar yaparak onları oyalamaya gayret etmiştir.
Anca Doğu Ordusunun Lüleburgaz’dan da apar topar geri çekilmesinin yanında, Balkanlar içlerindeki Batı Ordusundan da hiç iyi haberler gelmemektedir. Bu bağlamda Batı Ordusu, Sırplarla yaptığı Kumanova Savaşını kaybetmiş ve oradaki Osmanlı Askeri de silahını atarak geri çekilmeye başlamıştır. Bu hezimet, Edirne’yi ve Şükrü Paşa’yı doğrudan etkileyecektir. Zira savaş öncesi Sırplarla Bulgarlar arasındaki anlaşmaya göre Sırp Ordusu, galip gelmesi halinde Bulgarlara yardım edecektir ve bu yardım, Edirne’yi almak üzere fiiliyata dönüşecektir.
Yaklaşık 100.000 Sırp ordusu ve ağır silahları, 30 Ekim 1912’den sonra Edirne önlerine nakledilmeye başlamıştır. Söz konusu naklin diğer bir acı tarafı da, Makedonya içlerinden Edirne önlerine kadar daha düne kadar Osmanlı Devletine ait olan demiryolları, köprüler ve yolların kullanılarak yapılmasıdır. Yukarıda da belirttiğimiz üzere, tarihinin hiçbir döneminde bu denli bir bozgun halinde geri çekilmeyen Osmanlı askeri, geri çekilirken düşmana terk ettiği alanda, yine düşmanın kullanabileceği hiçbir stratejik yapıyı gerektiği gibi tahrip edememiş ve kullanım dışı bırakamamıştır.
Şehri dört bir yandan ablukaya alan Bulgarlar, diğer taraftan da uçaklarla “Kırklareli, Lüleburgaz, Kumanova, Dimetoka, Üsküp, Priştine gibi şehirlerin düştüğünü, İstanbul’un da düşmesinin an meselesi olduğunu, Edirne’nin her taraftan kuşatıldığını ve ordularının emrinde 1.000 top bulunduğunu, dolayısıyla teslim olmamanın şehri harap etmekten ve binlerce masumun boşu boşuna ölmesinden başka bir işe yaramayacağını” ifade eden bildiriler atmaktadırlar. Şükrü Paşa da söz konusu bildirilere karşı bildiri yayımlayarak “Edirne’nin müstahkem bir kale olduğunu, değil bin top, on bin top olsa şehrin yine düşürülemeyeceğini, Kırklareli ve Lüleburgaz gibi yerlerin taktik gereği düşmana bırakıldığını, ayrıca Türk tarihinde savaşmadan kale terk etmenin asker olsun, sivil olsun hiçbir ferdine yakışan bir davranış olmadığını, bu tür aldatmaca sözlere itibar edilmemesi gerektiğini” dile getirerek halka ve askere moral ve motivasyon vermeye çalışmıştır.
4 Kasım 1912’de Bulgar ordusu Edirne’nin su ihtiyacını karşılayan Kayapa köyünü ele geçirmiş ve şehre giden suyu da kesmişlerdir. Artık Edirne halkı kuyu suyu ve nehir suyu kullanmaya başlamıştır ve ileride bu durum halkın sağlığını ciddi derecede tehdit edecektir. Edirne önlerinde devam eden kanlı çarpışmalarda bir sonuç alamayan Bulgar ordusu, diğer taraftan da Çatalca önlerinde asıl hedef olan İstanbul için çarpışmaktadır ancak orda da işler istedikleri gibi gitmemektedir. Mevsim savaş için hiç uygun değildir ve sürekli yağmur yağmaktadır. Kasım ayı hem Edirne, hem de İstanbul hayaliyle yanıp tutuşan Bulgar Ordusu ile, bunların karşısında yokluk ve imkansızlığa karşı, iman ve inanç destekli Osmanlı Ordusunun direnişi ile geçer. Osmanlı ordusu tüm cephelerde tel tel dökülmüştür ve Edirne, Yanya ve İşkodra dışında Balkan coğrafyasında bayrağı dalgalanan kalesi kalmamıştır.
Araya büyük Devletlerin (!) de girmesiyle 2 Aralık 1912’de ateşkes sağlanır ve söz konusu ateşkes 5 Aralık 1912’de bir protokole bağlanır. Bahsi geçen protokolün en dikkat çeken maddesi, Bulgarların Çatalca önlerindeki askerlerine Edirne içinden geçen demiryolunu kullanarak yardım götürebilmelerine imkân verirken, günlerdir yoklukla mücadele eden Edirne’ye İstanbul’dan yardım gidemeyecek olmasıdır. Söz konusu maddeye dayanarak Bulgaristan’dan çıkan katarlar, açlıktan ve yokluktan kavrulan Edirnelilerin gözleri önünden geçerek Çatalca önlerine yol almışlardır.
Barış görüşmelerinin Londra’da devam etmesine karar verilmiştir ve heyetler Londra’da toplantı üzerine toplantı, müzakere üzerine müzakere yapmaktadırlar. Balkan Savaşlarının hemen öncesinde ortak bir deklarasyon yayınlayan Avrupa’nın büyük devletleri, çıkması muhtemel bir savaş sonucunda hiçbir ülkenin sınırlarının değişmesine müsaade edilmeyeceğini ifade etmişlerdir ancak, söz konusu husus savaşın galibinin Osmanlı Devletinin olacağını düşünmelerinin sonucudur. Mevcut durumda ise, Osmanlı mağlup olmuş ve Çatalca önlerine sıkışmış kalmıştır. Hal böyle olunca bahsi geçen deklarasyon unutulmuş ve Türkler Edirne dahil olmak üzere terkedilerek Midye-Enez hattına çekilmeye zorlanmaktadır.
Mehmed Şükrü Paşa başta olmak üzere, tüm Edirne halkının gözü kulağı İstanbul’dan gelecek güzel haberi beklemektedir. Zira kale içinde en hayati besin maddeleri bile tükenme noktasına gelmiş, insanlar hayvanlarına yedirecek ot bile bulamaz hale gelmişlerdir. Diğer taraftan Osmanlı Devletinin elinde kayda değer bir ordu kalmamış, barış görüşmelerinde elinde koz olarak kullanacağı hiçbir argüman yoktur. İçinde bulunulan şartlar, Edirne’nin düşmana terk edilerek hiç değilse İstanbul’un garanti altına alınmasını gerektirmektedir. O günlerde hükümette bulunan Kamil Paşa, Edirne’nin Bulgaristan’a bırakılması kararını tek başına almaya cesaret edemediğinden, 21 Ocak 1913 tarihinde Dolmabahçe sarayında Devletin ve milletin o dönemde önde gelen tüm eski, yeni nazır, asker, sivil kanaat önderleri ile bir araya gelerek durum hakkında bir sunum yapmış ve Edirne’yi bırakmaktan başka çarelerinin olmadığını ifade etmiştir.
Bu durum İstanbul halkı üzerinde müthiş bir olumsuzluk oluşturmuş, aylardır orada cansiperane mücadele eden Şükrü Paşa ve askerlerine hakaret olarak addedilmiş, Selimiye Camiinin ev sahibi, eski payitaht Edirne’nin ne pahasına olursa olsun Bulgar çizmelerine kurban edilemeyeceği dilden dile dolaşmaya başlamıştır. Bu şartlar altında 23 Ocak 1912’de Enver Bey ve Talat Bey önderliğinde bir grup İttihatçı Bab-ı Ali’yi (dönemin bakanlar kurulu) basarak darbe yapmışlar ve Kamil Paşa Hükümetinin istifasını alarak yerine Mahmut Şevket Paşa’nın başbakanlığında yeni bir hükümetin kurulmasını sağlamışlardır.
Ancak yeni hükûmetin de eli kolu bağlıdır ve Edirne kan kaybetmeye devam etmektedir. Şehirde kolera vakası da baş göstermiş her gün onlarca insan hayatını kaybetmeye başlamıştır.
Edirne’nin düşmana terk edileceği bahane edilerek iktidara darbe ile getirilen yeni hükümet Londra görüşmelerini terk etmiştir ve savaş yeniden başlamak üzeredir. Şükrü Paşa emri altındaki tüm birlikleri teyakkuza geçirmiş, sivil halka da bildiriler yayınlayarak tüm imkânsızlıklara rağmen sabır göstermelerini isteyerek zaferin eninde sonunda kendilerinin olacağına dair umut vermiştir. Bilge kişiliği ile herkesin gönlünde taht kuran Paşa’ya askerlerinin de halkında güveni çok fazladır ve Bulgar tarafından yağmur gibi gelen tehditlere ve kafa karıştırıcı bildirilere itibar etmezler.
Görüşmelerin kesilmesini müteakip, 3 Şubat 1913’de düşman bombardımanı şiddetlenerek devam etmeye başlamıştır. Çatalca önünde çakılıp kalan Bulgar ordusu, ortada bir çıban gibi duran Edirne’yi mutlaka alarak askerine ve milletine moral vermeyi, uzayıp giden savaşın insanlarda yaptığı tahribatı hafifletmeyi ve Çatalca’daki ordusuna daha kolay ikmal yapmayı hedeflemektedir. Ayrıca Edirne alınırsa, bu kale önünde savaşan askerleri de Çatalca’daki orduya katılacak ve İstanbul’un önü daha kolay açılacaktır.
1913 yılının Şubat ayı da gelip geçmiştir ancak değişen sadece Edirne depolarında bulunan erzak miktarıdır. Zira fırınlarda pişirilen ekmeğin içinde, süpürge tohumundan kuşyemine, arpadan mısıra, darıdan Çavdar’a her şey katılmaya başlanılmıştır. Ekmeğin besleyiciliği kalmadığı gibi sağlığıda tehdit eder hale gelmiştir. Bununla birlikte silahlı askerler, sivil halkın elindeki ekmeği zorla almaya başlamış Edirne içindeki düzen ve intizam kaybolmaya yüz tutmuştur.
Mart ayı da gelmiş ve geçiyor olmasına rağmen, “Edirne Bulgar’a terk edilemez” denilerek kurulan yeni hükümette hiç bir şey yapamamıştır ve Edirne halkı da, ordusu da günden güne erimektedir. Açlıktan gerek askerler arasından, gerekse siviller arasından ölümler başlamıştır ve teslimden başka çare kalmamıştır.
Kale komutanı Mehmed Şükrü Paşa, ortadaki durum karşısında, herhangi bir huruç harekâtında başarı sağlanmasının mümkün olmadığını, Osmanlı Ordusunun Çatalca’daki Bulgar Ordusunu da mağlup ederek kendilerini kurtarmasının artık mümkün olmadığı görmüştür ve açlıktan sayısı her gün yüzleri bulan ölümlere son vermek için Edirne’nin tesliminden başka çare olmadığına karar verir.
Ancak kalenin teslimide yine Türk’e yakışır şekilde olmalıdır ve Paşa teslimden bir gün önce yayımladığı talimatla, tüm askerin son tayınlarla karınlarının doyurulmasını ve ellerindeki son mermiye, son top güllesine kadar düşman üzerine atıldıktan sonra, tüm malzeme ve araç gereçlerin kullanılamayacak şekilde tahrip edilmesini emreder. Bu emir gereğince binlerce düşman askerinin imha edilerek savaş dışı kalmasını sağlamıştır.
Ve nihayet 26 Mart 1913’de tüm tabyalara ve siperlere beyaz bayrak çekilerek, 18 Ekim 1912’de başlayan destansı direniş son bulur. Şehre girmeye başlayan Bulgar ve Sırp askerlerini klasikleşen bir tablo karşılar Edirne’de. Gayrimüslim halk çılgın gösteriler ve sevinçlerle karşılarlar. Müslüman Türk ahalinin boynu bükük, yürekleri mahzundur ancak yapacak bir şeyleri de kalmamıştır.
Mehmed Şükrü Paşa, aynı gün General İvanov adlı Bulgar komutanı tarafından teslim alınarak, üzerindeki kılıcı ve silahını teslim eder. Paşa’yı teslim alan Bulgar heyetinin maiyetindeki askerler, O’ndan gözlerini alamamışlardır. Zira 5,5 aydır Edirne’ye çelikten bir duvar ören Paşa, binlerce Bulgar’ın canına mâl olmuştur ve Bulgar askerleri arasında efsaneleşmiştir. Şükrü Paşa, kendisini teslim alanlardan; “subayların ailelerine iyi bakılmasını ve kendisinin her nereye gönderilecekse gönderileceği zamana kadar komuta merkezi olarak kullandığı “Hıdırlık Tabyasında” ikametine müsaade edilmesini rica eder ve bu ricası da Bulgarlar tarafından kabul olunur.
Edirne’nin düşmesinden bir gün sonra Bulgar kralı Edirne’ye yine başta gayrimüslim halk olmak üzere, Bulgar askerlerinin coşkusu altında girmiş ve Şükrü Paşa’yı huzuruna kabul etmiştir. İlhan Bardakçı “İmparatorluğun Yağması” adlı eserinde bu kabulü ; “…bir yanlışlık olmuş, teslim anında kılıcınızı da vermişsiniz. Şeref dolu bir savaş sayfasına imza attınız. Kılıcınızı lütfen kabul buyurunuz. Sizi ağırladığım ve sizin gibi inanılmaz bir savunmayı gerçekleştiren askerle dövüştüğüm için ve şimdi de beraber olduğum için gurur duyuyorum” diyerek ve Paşa’ya kılıcını iade ettiğini nakletmiştir. Artık her şey bitmiştir ve Paşa 28 Mart 1913’te şahsına ve kurmay heyetine tahsis edilen bir trenle Bulgaristan başkenti Sofya’ya nakledilmiştir.
Söz konusu tren yolculuğu sırasında bir Fransız gazeteci Gustave Babin’in izlenimlerini yine İlhan Bardakçı aynı eserinde; “…gar Bulgar askerleri, yaralı ve subaylarla doluydu. Bütün ahali Edirne’yi 6 ay savunan süt sakallı kahramanı görmek emelindeydi. Edirne’yi tam 6 ay müdafaa etmiş olan insan, düşmanlarının arasında başı eğik ama dimdik geçiyordu. Kendisine tahsis edilen vagona adeta yıkılırcasına girdi. O esnada subaylar selam durmuşlardı. Sonra kompartımanındaki koltuğa çöktü ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Bu muhteşem kumandan Sofya’ya kadar ağlamıştı. Bembeyaz sakalları ile tezat halindeki yağız çehresinden süzülen her damla muharebe alanına akıttığı kan kadar azizdi” şeklinde nakletmiştir.
Son devrimizin önemli tarihçilerinden Yılmaz ÖZTUNA’da Avrupa Türkiye’sini Kaybımız adlı eserinde Bulgar askerinin Edirne’ye ve dolayısıyla Selimiye Camiisine girişlerini; “…Vahşi Bulgar askerleri Selimiye’ye girdiler, bu derece azametli bir yapı olabileceğini akılları kesmediği için ağızları açık seyrettiler (ağızları açık resimleri Avrupa basınında yayımlanmıştır) yağma ve tahribat yaptılar. Şehirdeki Yahudilerin evlerini basan Bulgarlar büyük ölçüde yiyecek stokları gördüler. 350 Türkü kurşuna dizdiler ve çok zulüm yaptılar” diyerek nakletmiştir.
Edirne’nin şanlı müdafaasından geriye kalan yaklaşık 30.000 Osmanlı askeri Sarayiçi olarak adlandırılan yere nakledilmişler ve birçoğu burada açlıktan, soğuktan ve hastalıktan şehit olmuşlardır. Öyle ki burada esaret altında kalan Mehmetçikler açlıktan alandaki ağaç kabuklarını dahi yemek zorunda kalmışlardır.
Tam 5,5 ay şan ve şerefle direnen Edirne’nin düşmesi başta İstanbul olmak üzere tüm İslam âleminde derin bir üzüntü ve karamsarlığa sebep olmuştur. İmparatorluğun yüzyıllardır hüküm sürdüğü koca Balkan coğrafyası bir çırpıda elden çıkmıştır ama Edirne’nin kaybedilmesi hepsinden daha acı vermiştir.
Edirne’nin düşmesinden sonra buradaki askerini Çatalca’daki ordusuna takviye olarak gönderen Bulgar’lar karşısındaki Osmanlı askerine ayrı bir direnç gelmiştir ve bu direnç sayesinde İstanbul kurtulabilmiştir. Zira vatan toprağı kaybetmenin acısı Edirne’nin kaybedilmesiyle daha derinden hissedilmiş ve İstanbul’dan başka sığınılacak yer olmadığı daha iyi anlaşılmıştır.
Yaklaşık 6 ay Bulgar çizmelerine ve zulmüne ev sahipliği yapan Edirne, 2. Balkan Savaşını fırsat bilen Enver Paşa önderliğinde tekrar vatan topraklarına katılmış ve asli sahiplerine iade olunmuştur. Bu süre zarfında Sofya’da kalan Şükrü Paşa’da savaşın son bulmasıyla serbest kalmış ve trenle İstanbul’a dönmüştür.
Ancak dönüşünde O’nu hiç beklemediği ve hak etmediği bir muamele beklemektedir. Zira İstanbul’a dönüşünde kendisini Sirkeci tren garında bekleyen Cemal Paşa karşılamış ve “halk seni linç etmek istiyor” diyerek kimseye görünmeden evinde ikamet etmesinin doğru olacağını ifade etmiştir. Gerekçe ise, halkın Edirne’nin düşmana terk edilmesinin sorumlusu olarak kendisini sorumlu tuttuğudur. Böyle bir şey söz konusu bile değildir elbette ama yokluğunda günah keçisi olarak kendisinin gösterildiğini düşünmüştür.
Paşa, ayrıca kendisine reva görülen bu muamelenin asıl sebebini, dönemin tarihçisi İsmail Hakkı Danişment’e; “Harbin henüz başında Edirne muhasarası başlamadan evvel ittihatçılardan eski Dâhiliye Nazırı Talat Bey, gönüllü nefer yazılıp Edirne’ye gelmişti. Maksadı askerlik etmek değil, askeri ifsat etmekti. Birinci derecedeki kumandan paşaların oturdukları binaya yerleşmiş ve tıpkı o paşalar gibi o nefer beye de emir beyler tahsis edilmişti. Askeri harp etmemeye teşvik ediyor ve bilhassa Anadolu efradına soruyor Uşak, Konya, Adana, Rize, Van, Hakkâri, nere Edirne Rumeli nere diyerek Balkanların kendi vatanları olmadığından bahsediyordu. O sırada düşman ilerlemekte ve Edirne düşmek üzere idi. Tabi böyle bir fesada tahammül edemezdim. Talat Bey’i çağırttım. Kendisine Bey oğlum diye hitap ederek, yaptığı menfi propagandayı anlattım. Bu hale bir dakika bile tahammül edemeyeceğimi, Edirne’de kaldığı taktirde kendisini maazallah idam ettirmek mecburiyetinde kalacağımı ve böyle bir mecburiyette kalmak istemediğim için, o günkü trenle derhal İstanbul’a hareket etmesini emrettim. İşte benim menkubiyetime bu Talatlar sebep oldu. Onlar ordumuzun bir an evvel mağlup olmasını ve mağlubiyeti yüzünden muhalif hükümetin bir an evvel sükûtunu istiyorlardı. Fakat unuttukları bir şey vardı. Benim asker olduğumu unutuyorlardı.” diyerek açıklamıştır.
Mehmed Şükrü Paşa’ya dönemin iktidar sahipleri büyük bir vefasızlık yapmışlardır ve hak ettiği değeri vermemişlerdir ancak, gençlik yıllarında askeri eğitiminin bir bölümünü gördüğü Almanya’da, Alman okul arkadaşları O’nun kahramanlığını sembolize etmek için Dresten kentine bir anıt dikmişlerdir. Yine O dönemlerde Fransız âyan ve mebusan meclislerinden Pierre Loti ve Claude Ferrare öncülüğünde bir grup Fransız tarafından “Altın Kitap” adlı eser yazılmış ve bu eser bir kılıçla birlikte Paşa’ya taktim edilmiştir. Bahsi geçen eserin giriş kısmında; “Edirne Kahramanı müdafii General Mehmed Şükrü Paşa’ya hayranları tarafından unutulmaz bir müdafaanın hatırası olarak Paris Nisan 1913” ifadeleriyle başlamıştır.
Savaşın, umutsuzluğun ve imkânsızlıkların en şiddetli günlerinde; “Düşman savunduğumuz hatları geçtikten sonra ölürsem, kendimi şehit kabul etmiyorum. Beni mezara koymayın, etimi kuşlar ve itler çeke çeke yesinler. Fakat savunma hattımız bozulmadan şehit olursam, kefenim, lifim ve sabunum çantamdadır. Beni bu yere gömeceksiniz ve gelecek nesiller üzerime bir abide dikecekler.” diyen Mehmed Şükrü Paşa, reva görülen bu muamele karşısında hayal kırıklığına uğrar ve emekliye ayrılır. Zaten çetin savaş şartlarında sağlığı ciddi derecede bozulmuş ve moral yönündende çökmüştür. Özellikle Edirne müdafaasında rutubet ve düzenli beslenememenin sonucu olarak yakalandığı siyatik hastalığı esaretten dönüşünde ilerlemiş ve tedavisi için Bursa kaplıcalarına gitmiştir. Buradaki günlerinde birde zatürreye yakalanan efsane Komutan İstanbul’a dönmüş ve 5 Haziran 1916’da hayata gözlerini yummuştur.
Sağlığında kıymeti bilinmeyen unutturulmaya çalışılan bu asil Türk askeri, vefat ettiğinde kıymete binmiş ve 1. Dünya Savaşının en yoğun olduğu günlerde görkemli bir cenaze töreni ile iadei itibarda bulunulmaya çalışılmıştır. Zira cenaze törenine o günkü müttefiklerimiz olan Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan askeri kıtalarının da hazır bulunduğu ve binlerce İstanbullu katılmış ve naaşı İstanbul’a defnedilmiştir.
Savaşın en çetin günlerinde söylediği “beni bu yere gömeceksiniz ve gelecek nesiller üzerime bir abide dikecektir” sözü vefatından 82 yıl sonra vasiyet olarak addedilmiş ve 1998 yılında yapılan bir anıt ile gerçekleştirilmiştir. Edirne Müdafii Mehmed Şükrü Paşa’nın naaşı Devlet töreni ile İstanbul’daki kabrinden alınarak 27 Temmuz 1998’de Edirne’ye nakledilmiştir.
O tarihten beri aslında kendisi ile özdeşleşen Edirne’nin koynunda yatan Mehmed Şükrü Paşa, şahsını ve efsaneleşen Edirne Müdafaasını tüm unutturma çabalarına rağmen, bugün Edirne’nin müstahkem bir mevkiisinde vefatının 100. yılında kendine has, onurlu, gururlu ve dimdik duruşuyla hayranı olduğu Edirne’sini seyretmektedir. Milletimizin şanlı tarihini aydınlatan ancak unutulan veya unutturulmaya çalışılan Mehmed Şükrü Paşa gibi hazinelerimize rahmet olsun.
.
Zafer TEKİN – zafertekin@sahipkiran.org
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.
[…] Sahipkıran Stratejik Araştırmalar Merkezi – SASAM […]