1917 Ekim Devrimi sırasında dünyaya gelen Özbek asıllı Ruzi NAZAR, 30 Nisan 2015 tarihinde 97 yaşındayken Türkiye’de vefat etti. Yakınları, onu sessiz sedasız gizli bir yere defnettiler. Hiç resmi röportaj vermedi, çünkü konuşsa bırakın Türkiye’yi dünya tarihi bile değişebilirdi.
Enver ALTAYLI’nın işte bu gizemli şahsiyet Ruzi NAZAR’ın hayatını kaleme aldığı ve Doğan Kitap’tan yayınlanan “RUZİ NAZAR: CIA’NIN TÜRK CASUSU” isimli kitap, şu ithafla başlar:
“Kızıl Ordu’dan Alman Ordusuna…
Afgan Direnişinden Tahran Operasyonuna…
İkinci Dünya Savaşı yıllarında milyonlarca Tatar, Azerbaycanlı, Kuzey Kafkasyalı, Türkistanlı, Kazak, Kırgız, Özbek, Tacik ve Türkmen genç insan hayatını kaybetti. Bunların bir kısmı Sovyet Kızıl Ordusu saflarında ülkelerini Nazi işgalcilerine karşı savunurken can verdi. Bir kısmı ise ülkelerinin bağımsızlığı ve hürriyeti için Alman ordusu saflarında savaşırken hayata veda etti. Kitabımı, hayatlarının baharında can veren bu genç şehitlerin aziz hatırasına armağan ediyorum. “
Kitaptan özet mahiyetinde alıntılar, okuyucularımızın istifadesi için aşağıda sunulmaktadır:
Önsöz:
Ruzi’nin Sovyetler Birliği’nde geçen ilk gençlik yıllarından itibaren Komünist Parti’ye üye olduğu zamanlarda, Kızıl Ordu subayı olduğu dönemde, Türkistan lejyonlarının saflarında Nazi Almanya’sının bir subayı olduğu yıllarda ve daha sonra 40 yılı aşkın görev yaptığı CIA döneminde hiç değişmeyen bir hayat çizgisi vardır. Onun Kızıl Elması Türkistan’dır. Onun hedefi, Sovyetler Birliği dağılmadan önce, Sovyet sömürgesi olan beş Orta Asya cumhuriyetinin bağımsızlıklarına kavuşmaları ve adı Türkistan olan bu coğrafyada bunların Türkistan Devletler Federasyonu adı altında bir araya gelmeleriydi.
Sol dünya görüşlü Türk aydını için Ruzi Türkiye’de 1959-1971 yılları arasında görev yapmış bir CIA ajanıdır. Darbelerde ve darbe girişimlerinde parmağı vardır. Aslında gerçek çok daha başka ve karmaşıktır. Ruzi’nin hayat hikâyesi bir dava adamının hayat hikâyesidir.
Ruzi ilk gençlik yıllarından başlayarak, bütün hayatı boyunca Orta Asya cumhuriyetlerinin, kendi ifadesiyle Türkistan cumhuriyetlerinin bağımsız devletler olması için sabırlı, ısrarlı ve kesintisiz bir mücadele vermiştir. Sovyetler birliğinde Almanya’da ve savaş sonrasında ABD’de hiçbir zaman bu hedefinden vazgeçmemiştir.
Bu çalışma olağanüstü bir hayat yaşayan bir şahsın acılarla, sevinçlerle, ayrılıklarla, hasretle dolu hayat hikâyesidir. Anlatılanların tamamı yaşanmış olaylardır; gerçektir ve her biri kaynaklarla belgelerle ortaya konmuştur.
Türkistan ve Sovyetler Birliği yılları 1917-1941
MARGİLAN
Efsaneye göre, bitkin ordusuyla Orta Asya’nın Fergana Vadisi’ndeki, günümüzdeki adı Margilan olan kentin yakınlarına gelen İskender’i, yüzlerce kadına önderlik eden yaşlı bir kadın karşıladı. Yaşlı kadın, yanında taşıdığı kızarmış tavuk ile ekmeği komutana sundu. Tacik dilinde murg tavuk, nan da ekmek demekti ve geride kent halkının günlerce önceden pişirdiği bu tavuk ile ekmekten on binlercesi daha hazır bekliyordu. Bu ikramdan fazlasıyla hoşnut kalan İskender, “Bundan böyle buranın adı murg u nan olsun” dedi ve kent halkının hayatını bağışladı.
Ruzi Nazar, Margilan şehrinde ipekçiliği yüzyıllardır iş edinmiş bir ailenin çocuğu olarak 21 Ocak 1917 tarihinde dünyaya geldi. Ruzi’nin dünyaya geldiği zaman dilimi, insanlık tarihi bakımından zor, çileli, acılı, kanlı bir döneme denk düşüyordu. Her şeyden önce bütün Avrupa ve Asya ülkeleri, sürmekte olan Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) içindeydi. Ruzi’nin Rus Çarlığının sömürgesi olan vatanı Türkistan, özellikle de Fergana Vadisi, bir taraftan sömürgecilerce talan ediliyor, bir taraftan da iç isyanlarla kan ve ateş içinde kıvranıyordu.
Ruzi’nin çocukluğunda vatanı her ne kadar Çarlık Rusya’sı ve ardından Sovyetler tarafından işgal edilmiş olsa da, Türkistan aydınları devraldıkları zengin medeniyet miraslarının farkındaydı. O koşullarda bile bu miras, çeşitli yöntemlerle ve olabildiğince, kuşaktan kuşağa aktarılıyordu. Ruzi de ilk eğitimini annesi Tacinisa Hanım’dan alacaktı.
Edebiyat ve okuma merakı başta olmak üzere entelektüel yetilerini annesi Tacinisa Hanım’dan, musiki ve sanat merakını da babası Camşid Bey’den alan Ruzi, sanatla iç içe bir aile ortamında yaşadı. Yetişmeye başladığı coğrafya ise kendisinden daha hızlı bir değişime gebeydi.
Yeni Düzen
19. yüzyıl Türkistan’ı, İngilizlerin “Büyük Oyun” adını verdiği, Büyük Britanya İmparatorluğu ile Çarlık Rusya’sı arasında, Orta Asya’ya yönelik kıyasıya rekabetin bütün hızıyla devam ettiği bir alandı.
İngiliz İmparatorluğu Hindistan’ı ele geçirmiş ve kuzeye doğru ilerliyordu. Rus Çarlığı ise 1552’de Kazan’ı, 1554’te Astarahan’ı, 1552-1568 yılları arasında Sibirya’yı işgal etmiş ve Türkistan sınırına dayanmıştı.
Rusya, 1852 yılına kadar Türkistan göçebelerinin yaşadığı toprakların büyük kısmını, yani Kuzey Türkistan’ı işgal etmişti. 1868’de Step Genel Valiliği kuruldu. Çarlık ordusunun 1884 yılına kadar devam eden askeri operasyonlarıyla da üç Türkistan devletinin, Hokand, Hive, Buhara hanlıklarının askeri güçleri tamamen yok edildi. Hokand hanlığı Rusya’ya katıldı. Hive Hanlığı ile Buhara Hanlığı ise Petersburg’a bağlı vasal devletçikler haline getirildi. Hive ve Buhara dışındaki Güney Türkistan toprakları ise yeni kurulan “Türkistan Genel Valiliği”ne bağlandı.
Çar tarafından atanan genel vali Taşkent’te oturacak ve sömürgeyi oradan yönetecekti. 1917 yılına kadar Step Genel Valiliği bölgesine 1 milyon 221 bin Rus köylüsü, 327 bin Kozak- Rus askeri iskân edildi. Aynı yıla kadar Taşkent merkezli Türkistan Genel Valiliği topraklarına ise 427 bin Rus göçmeni yerleştirildi. Türkistan Genel Valiliği sınırları içindeki topraklar devlet mülkü ilan edildi. Topraklarını daha önce mülk sahibi olarak işleyen Türkistan köylüsü, kendi topraklarının kiracısı haline getirildi. Kuzeyde göçebelerin sahip olduğu sürülerin sayısı azaltıldı. Güneyde de çiftçiler pamuk ekmeye zorlandı. Orta Asya çiftçisi artık buğday ekemiyordu. Bir Rus yetkili, yazdığı raporunda “Türkistan’da üretilecek her buğday tanesi Rus buğdayına, üretilecek her ton pamuk Amerikan pamuğuna rakip olacaktır.” diyordu.
Böylece, Rus Çarlığının acımasızca talan ettiği 6 milyon kilometrekareden daha geniş olan devasa Türkistan topraklarının sömürgeleştirilmesi tamamlanmış oluyordu. Bölgeye yönelik kültür politikası halkın Ruslaştırılmasını ve Hristiyanlaştırılmasını hedefliyordu. Taşkent’teki askeri yönetim, eğitim bakanına şu talimatı vermişti: “Bu ülkede anadilde eğitime izin vermek, Rus devletinin menfaatlerine temelden aykırıdır. Dolayısıyla bölgedeki okullarda eğitim dili yalnızca Rusça olacaktır.”
Nisan 1906’ya gelindiğinde, Rusya’daki ilk Bolşevik ayaklanma, 16 bin kişinin ölmesi ve 75 bin kişinin tutuklanmasıyla bastırılabildi. Kırılgan ekonomisi ve ülke içindeki Bolşevik örgütlenme, Romanov Hanedanı’nı adım adım sona yaklaştırıyordu. Savaşın etkilerinin ağırlığı hem cephedeki askerlerde hem de halk üzerinde kendini göstermeye başladı. 1917 Şubat Devrimi olarak adlandırılan bir dizi olay, dalga dalga ülkenin doğusuna doğru yayıldı. Geçici hükümet kuruldu. 25 Ekim 1917’de ise Bolşevikler iktidarı devraldı. Yeni Sovyet hükümeti, ilk olarak Rusya’nın Birinci Dünya Savaşından çekildiğini ve büyük toprak sahiplerine ait toprakların da yoksul köylülere dağıtıldığını açıkladı.
Kızıl Yıllar
Mustafa Çokay, Ekim Devrimi’nin ardından, 10 Aralık 1917’de Hokand’da kurulduğu ilan edilen Türkistan Özerk Cumhuriyeti’nin başkanıydı.
Taşkent’te 48 Nisan 1917 tarihinde toplanan “Türkistan Müslümanlarının 1. Kongresi”, Mustafa Çokay’ı başkan seçti. Ülkelerinin işgalinden beri bir araya geldikleri ilk resmi kongrede Türkistanlılar devrimden sonra kurulan Rusya Federasyonu içinde Türkistan halkı için bölgesel muhtariyet talep ediyordu.
30 Nisan 1918’de, delegelerin çoğunluğunu Rus komünistlerinin oluşturduğu ayrı bir kongre toplandı. Kongre Türkistan Müslümanlarının 1. Kongresini gayrı meşru ilan edip orada alınan kararları geçersiz sayan bir karar kabul etti. 5 Mayıs 1918’de de Türkistan Sovyet Muhtar Cumhuriyeti’nin kurulduğunu ilan etti. Böylece Türkistan’da Rus Çarlık hâkimiyeti yerine Rus komünist hâkimiyeti başlamış oldu.
Haklarını barışçı yollarla alamayacağını gören Türkistan halkı silaha sarıldı. Silahlı mücadele 20’li yılların ortalarına kadar devam etti.
Lenin, 13 Haziran 1920 tarihinde General Frunze başkanlığındaki Türkistan Komisyonu’na “Türkistan’ın kabile cumhuriyetlerine bölünmesi için” iki maddelik kısa bir talimat vermişti. Rus Komünist Partisi Merkez Komitesi, 20 Mart 1924 tarihinde Türkistan’ı parçalama kararı aldı. Yani sömürgecilerin divide et impera (böl ve yönet) prensibi uygulandı. Böylece 1925 başında Özbekistan ve Türkmenistan Sovyet Cumhuriyetleri kuruldu. Daha sonra bunları Tacikistan, Kırgızistan ve Kazakistan Sovyet cumhuriyetlerinin kuruluşu izledi.
Çelişkiler
Sovyet ideolojisi çiftçiyi başından beri rejim için bir tehdit sayıyordu. Bu durumun ortadan kalkmasıysa ancak tarımın da işçi sınıfının (proletaryanın) denetimine geçmesiyle mümkündü. Aksi takdirde, burjuvazinin kontrolünde olan çiftçi burjuvalaşmayla diğer bir deyişle kapitalistleşmeyle yüz yüze demekti. Dolayısıyla rejim kendi geleceğini güvence altına almalıydı.
Bu amaçla düzenlenen programa göre ilk aşamada büyük toprak sahiplerinin çoğu “halk düşmanı” ilan edilerek tutuklandı, sahip oldukları topraklar da topraksız köylülere dağıtıldı.
İkinci aşamada bu yeni toprak sahibi köylülerin ellerindeki topraklar da alındı, kolhoz ve sovhozlar kuruldu; göçebelerin ellerindeki sürülere el konuldu. Stalin’in 20’li yılların sonlarında ve 30’lu yıllarda uyguladığı kolektifleştirme politikası, tüm ülkede milyonlarca insanın hayatına mal oldu. O dönemde Orta Asya’da açlık yüzünden 8 milyon civarında insan hayatını kaybetti.
Taşkent
Taşkent, Hokand Hanlığının zayıflaması ve kaybedilen savaşların ardından Rusya Çarlığı tarafından ilhak edilerek Petersburg’a bağlı Türkistan Genel Valiliği’nin başkenti yapıldı. Orenburg ile Taşkent arasında demiryolu kurulmasıyla da Orta Asya’nın en önemli ulaşım merkezlerinden biri haline geldi. 1917 Devrimi’nin ardından, Rusya Federasyonu içinde kurulan Türkistan Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin, daha sonra da Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin (1924) başkenti oldu. Günümüzde ise Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla (1991) bağımsızlığına kavuşan Özbekistan Cumhuriyeti’nin başkentidir.
Ruzi, elinde tahta valiziyle okumak üzere Taşkent’e geldiğinde bıyıkları henüz terlemeye başlamış bir gençti (1933). Liseyi üstün başarıyla bitirdiği ve iyi bir Komsomol olduğu için, Planlı İktisat Teknikumu’nun (İktisat Fakültesi), Ekonomik Planlama Enstitüsü’nün hazırlık sınıfına kabul edildi. Planlı İktisat Teknikumu, ertesi yıl Semerkant’a taşınınca, Ruzi Semerkant’a gitmek istemedi. Taşkent Pedagoji Enstitüsü’ne kaydoldu.
Terörün Ayak Sesleri
1930’lar tüm Rusya için olduğu gibi Orta Asya için de felaket yıllarıydı. Lenin’in ölümünün ardından Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin başına geçen Stalin’in bütün yetkileri elinde tutmaya yönelik girişimleri, yeni rejimin niteliği konusunda partinin önder kadrosunda görüş ayrılığı yarattı. Savaş komünizmi ve ardından gelen Yeni Ekonomi Politika, sanayileşme ve kolektifleşme uygulamaları, Bolşevikler arasındaki tartışmaları derinleştirdiği kadar halktan da büyük tepki çekiyor, yer yer ayaklanmalara neden oluyordu. Stalin, İkinci Dünya Savaşının başına kadar uzayacak bu dönemde, hem SBKP içinde kendisine, hem de ülke bütününde komünizme yönelik muhalefeti kanlı bir şekildi bastırdı. SBKP içindeki eski Bolşevik liderlerin büyük çoğunluğu ya etkisizleştirildi veya “burjuva ajanı” ve “halk düşmanı” gibi suçlamalarla tasfiye edildi.
Stalin, SBKP Merkez Komitesi’ndeki bir konuşmasında “Parti ve devlet örgütünün, parti ve devlet düşmanlarından ve işçi sınıfına karşı gruplardan temizlenmesi gerektiğini” belirtti. Talimat niteliğindeki bu sözler, Sovyetler Birliği’nin tamamında yoğun tutuklamaların başlamasına yol açtı.
Taşkentli tanınmış bir din adamının oğlu olan Akmal İkramov, Orta Asya’nın en muteber ailelerinden birine mensup Feyzullah Hocayev, aralarında Buharin ve Rikov’un da bulunduğu 21 tutukluyla birlikte, 2-13 Mart 1938’de Moskova’da tarihe “Düzmece Mahkemeler” olarak geçen göstermelik duruşmalarda ölüm cezasına çarptırıldılar. Kişisel servetlerine el konuldu ve cezaların hemen uygulandı. Ruzi o tarihte 21 yaşındaydı. Moskova’daki yargılama sürecini Sovyet gazetelerinden günü gününe büyük bir dikkatle izliyordu.
Ruzi bir süre önce Taşkent’ten Margilan’a dönmüş ve burada yeni bir iş bulmuştu. Babasının ölümü üzerinden üç ay geçmeden de 1939 Ağustos’unda askerlik hizmetini yapmak üzere askere çağrıldı.
Savaşa Doğru
Ruzi annesini teselli etti ve eresi gün Margilan Kızıl Ordu Komutanlığı’na giderek teslim oldu. Önce sıkı bir tıbbi muayeneden geçirildi, askerlik yapmasına bedenen bir sakınca olmadığı tespit edildi. Artık bir Kızıl Ordu askeriydi.
1 Eylül 1939’da Nazi Almanya’sının en modern, en öldürücü silahlarla donatılmış orduları, Polonya’ya saldırdı. Böylece İkinci Dünya Savaşı başlamış oldu.
Savaş Başlıyor
Nazi Almanya’sının Sovyetler Birliğinin işgalini amaçlayan “Barbarossa Harekâtı” için Hitler 1941 yılının başında düğmeye bastı. Alman yıldırım orduları daha önce Yugoslavya ve Yunanistan’ı işgal etmişti. Tarafsızlaştırılan Romanya ve Bulgaristan, Nazi Almanya’sının kontrolüne girmişti. Böylece Alman orduları 2.000 kilometre uzunluğundaki Sovyetler Birliği sınırlarına dayanmıştı.
Dünyanın o güne kadar gördüğü en donanımlı ordu olan Alman Silahlı Kuvvetleri, 22 haziran 1941 tarihinde 3.000 tank 1.500 uçak ve bir milyon askerle Sovyetler Birliğine saldırdı.
Sovyetler Birliği’nde 30’lu yılların sonunda tutuklanan ve cezaevlerinin, toplama kamplarının zor şartlarında öldürülecekleri günü bekleyen binlerce Kızıl Ordu subayı serbest bırakılarak, orduda yeniden görevlendirildi. Churchill’in Büyük Britanya İmparatorluğu, savaşta Sovyetlerin yanında yer aldı.
Bir yanda Nazi Almanyası, Faşist İtalya ve İmparatorluk Japonya’sından oluşan Mihver Devletleri, diğer yanda sosyalist Rusya ve demokratik ülkeler ittifakı; Sovyet edebiyatında “Antifaşist Büyük Vatan Savaşı” olarak adlandırılan emperyalistler arası dünyayı paylaşma savaşı…
Ruslar, 1941 sonunda Alman tanklarını Moskova yakınlarında durdurdu.
Asteğmen Ruzi
Katıldığı kursu başarıyla bitiren Ruzi, yeni bir sınava tabi tutulmuş ve sınavı geçmişti. Yüksekokul mezunu olması da göz önüne alınarak ona asteğmen rütbesi verildi. O artık sıradan bir asker değil, Kızıl Ordu’nun motorlu piyade tümeninde görevli bir subaydı. Savaştan hemen önce Ruzi, motorlu piyade tümeninin istihbarat alayında görevlendirildi.
Ruzi’nin komuta ettiği bölük, istihbarat toplama çalışmalarına başladı. İstihbarat çalışmalarını güneş battıktan sonra gece karanlığında ve güneş doğmadan da seher vaktinde yapıyorlardı. Çünkü gündüz yollar geri çekilen Kızıl Ordu askerleriyle doluydu.
Sovyet hükümeti 500 bine yakın Sovyet vatandaşını Besarabya’dan Sovyetler Birliği’nin içlerine tahliye kararı almıştı. Kaçanların büyük çoğunluğu Yahudi’ydi. Nazi tankları önünden kaçan kalabalıklar zaman zaman Alman uçakları tarafından bombalanıyor ve kaos daha da büyüyordu.
Savaşın ilk günlerinde Kızıl Ordu’nun zayiatı milyonlara ulaşmıştı. İnsanın, askerin, hele Ruzi gibi bir sömürgeden gelmiş askerlerin hiç mi hiç değeri yoktu bu savaşta. Stalin, ne pahasına olursa olsun savaşı kazanmak istiyordu. Sovyet ordusu Alman birlikleri önünde geri çekilirken, ardında hiçbir şeyi sağ ve sağlam bırakmama emri almıştı. Ukrayna’ya doğru yakarak ve yıkarak çekilmişlerdi.
Ruzi Ukrayna’da bir Alman havan mermisinin şarapneliyle karnından ve damağından yaralandı. Geri çekilen Sovyet birliğindeki iki Özbek askerin yardımıyla 50-55 yaşlarında bir Ukraynalı çiftin yanına yerleştirildi.
Zor karar
1941 yılı Ekim ayının sonlarına doğru Ukrayna’nın dondurucu soğukları başlamıştı. Ruzi’nin bağlı olduğun birlikte görevli başçavuş Ruzi’yi karargâhtaki ofisine çağırdı. Sohbet sırasında ona Alman Başkomutanlığının Ukrayna’da Türkistan, Tatar- Başkırt ve Azerbaycan Müslüman Türklerinden oluşan lejyonlar, yani askeri birlikler kurmaya başladığını bildirdi. Bu lejyonlara, Almanlara esir düşen veya kendi arzularıyla Alman tarafına geçen eski Müslüman Kızıl Ordu askerlerinin kabul edildiklerini anlattı. Akıllı ve kültürlü bir Özbek olduğu için, Ruzi’nin Türkistan lejyonlarına katılmasını dilediklerini bildirdi. Ruzi günlerce düşündükten sonra Türkistan lejyonlarına katılmaya karar verdi.
Almanya yılları, Nazi Almanyası ve savaş sonrası beş yıl: 1941-1951
Savaş ve Esirler
İkinci Dünya Savaşı başlamasından kısa bir süre önce, 22 Haziran 1941’de Sovyetler Birliği’nde yüz binlerce Türkistanlı genç askere alınmıştı. Askerler ciddi bir eğitim görmeden cepheye sürüldü.
Hitler’in, Nazi “üstün ırk” ideolojisi, Türkistanlıların durumunu daha da kötüleştiriyordu. Irk sıralamasında Türkistanlılar Slavlardan da aşağıda sayılıyorlardı. Nazi ideolojisi nedeniyle Türkistanlılara yönelik tutum toplu bir imha hareketine dönüşmüştü. On binlerce Türkistanlı esir, Alman esir kamplarında kötü şartlar nedeniyle hayatlarını kaybetmişti.
Alman orduları Sovyetler Birliği topraklarında süratle ilerledi. Alman kuvvetleri Eylül sonuna kadar, Leningard ve Stalingard’ın alınması dışında, öngörülen bütün hedeflere ulaşmış bulunuyordu. Savaşın ilk dört ayı Kızıl Ordu için tam bir hezimetti. Alman tanklarının önüne sürülen eğitimsiz, tecrübesiz yüzbinlerce asker, savaşın hemen ilk günlerinde hayatlarını kaybetti. Çoğunluğunu Orta Asya Sovyet Cumhuriyetlerinde, savaştan hemen önce veya savaşın ilk haftalarında askere alınanlar oluşturuyordu. Bunlardan pek azı Alman orduları önünden geri çekilen Kızıl Ordu birliklerine katılarak hayatta kalmayı başardı. Yüz binlercesi Almanlara esir düştü.
Türkiye – Almanya İlişkileri
Devlet siyaseti duygusallık kaldırmaz. Devletler, savaş yıllarında milli komiteler ve lejyonlara kendi çıkarları açısından yaklaşıyordu. Lejyon askerleri ile Türkiye arasında her ne kadar bir kültür, din ve soy beraberliği olsa da Türkiye’nin milli komitelere ve lejyonlara yaklaşımı her zaman duygusallıktan uzak ve Türk devletinin çıkarları yönünde oldu.
Savaşın devam ettiği yıllarda Sovyetler Birliği içinde yaşayan Türk gruplar, milli komiteler ve lejyonlar konusundaki Türk- Alman ilişkileri devlet çıkarının her şeyin üstünde tutulduğunu göstermesi bakımından ilginçtir. Türkiye’nin tutumu savaşın gidişatına paralel olarak ciddi değişiklikler göstermiştir.
Aslında Almanların Sovyetler Birliği’nin çökmesi halinde Türk halklarının yaşadıkları bölgeler için öngördükleri yapı ve yönetim tarzı, Sovyetlerin öngördüğünden farklı değildi. Von Papen, bu konudaki raporunda şunları yazıyordu.
Kafkas ve Hazar ötesi ülkelerin her birinde, görünürde yönetimin yerli temsilcisi olacak kişiler bulmaya çalışmalıyız. Bu seçilen önderlerle birlikte Alman yönetici de bulunmalıdır. Bu, arka planda danışman gibi görünmekle birlikte, gerçekte önderlik eden karar veren, sorumlu kişi olacaktır. Halen var olan azınlık milliyetlerinden oluşan lejyonlar çevrelerinde değişik bölgelerdeki silahlı kuvvetlerin oluşturulabileceği mükemmel bir çekirdek olacaktır.
Kırım Tatarları, Kazan Tatarları, Başkırtlar, Azerbaycanlılar ve Türkistanlılar ellerindeki Alman silahlarıyla, vatanlarını kurtarmak umuduyla Kızıl Ordu’ya karşı can verirlerken, Almanlar bu toprakların Türkiye etkisi altına girmemesi ve sömürgeleştirilmesi için planlar kuruyordu.
Savaşın ilk yıllarında lejyonların kurulmasını teşvik eden, yeni devletler konusunda Almanlarla işbirliği imkânları arayan Türkiye, Almanların savaşı kaybedeceği anlaşılır anlaşılmaz bu politikaya sırt çevirdi. İşin acı olan yanı fikir babalığını Türkiye’nin yaptığı, Türkiye’nin teşvikiyle kurulan lejyonlarda savaşan ve Türkiye’ye sığınan 195 asker ve subay, hiçbir şey olmamış gibi Tıhmıs sınır kapısından Sovyetler’e teslim edildi ve rivayete göre sınırın öbür tarafında, teslim edenlerin gözü önünde kurşuna dizildi.
Savaş Esirleri Komisyonları
1941 yılının sonuna doğru Alman Başkomutanlığı esir kaplarındaki esirlerden seçilecek yabancı askerlerden gönüllü lejyonların kurulmasına karar verdi. Türkistan Lejyonu; Türkistanlı Özbek, Türkmen, Kırgız, Kazak, Karakalpak, ve Taciklerden oluşacaktı. Azerbaycanlı, Dağıstanlı, İnguş, Lezgi ve Çeçenlerden oluşacak bir “Kafkas Lejyonu” ile Ermeni, Gürcü, Volga Tatar ve Kuzey Kafkasya Lejyonların kurulması da karar altına alındı. 1 Kasım 1941 tarihinde esir kamplarında üç milyon civarında eski Kızıl Ordu askeri vardı. Bunların 800 bin kadarı Müslüman’dı.
Ruzi’nin 1941 sonuna doğru görev yaptığı yardımcı birlikler de bu Güney Komutanlığına bağlıydı.
Lejyoner Ruzi
Türkistan Lejyonu’na katıla kararını Başçavuş Baumann’a bildirmesinin üstünden kısa bir süre sonra 14 Aralık 1941’de, Rusça bilen bir Alman asker eşliğinde onu lejyonun hazırlandığı Proskurov şehrine gönderdiler. Bölük komutanı olarak atanan Ruzi, Hokandlı, 19 yaşındaki bir Özbek köylüsünü emir eri seçti.
Ruzi Nazizm hakkında bazı kitap ve makaleler okumuştu. Nazizm’in “üstün ırk” teorisine ilk başta bir anlam verememişti. Hitler’in ırk sıralamasında Almanlar, Ari ırkın en mümtaz mensuplarıydı. Asyalılar ve bu arada Türkler, aşağı ırkı oluşturuyordu. Aşağı ırkların en kötüsü ve tehlikelisiyse Yahudilerdi. Bütün insanlık tarihi boyunca insanlığın başına gelen felaketlerin sebebi onlardı ve yok edilmeleri gerekiyordu.
Milli Türkistan Birlik Komitesi
Milli Türkistan Birlik Komitesi(MTBK), herhangi bir muhalefetle karşılamadan, olayların akışı ve şartların gereği ortaya çıkmıştı. 1941 yılının sonuna doğru esir komisyonlarının kurulması, Mustafa Çokay ile Veli Kayyum Han’ın Türkistanlı esirler konusunda görevlendirilmesi, komitenin kurulmasının ilk işaretleriydi.
Her ne kadar resmi kuruluş tarihi 1942 Ekim ayı olarak kabul edilse de, MTBK 1941 sonunda faaliyete başlamıştı.
Fiilen “Türkistan Hükümeti” gibi çalışan MTBK’nın, Almanya’nın savaşı kaybetme ihtimalinin artmasına paralel olarak, Berlin’deki pozisyonu da güçlendi. Alman Genel Komutanlığı’nın cephede savaşan 100 binden fazla Türkistanlı askere ve Alman silah sanayiinde çalışan 200 binden fazla Türkistanlı işçiye ihtiyaç vardı. Dolayısıyla Türkistanlılara karşı savundukları üstün ırk iddialarını da unutmak zorundalardı. Böylece komite, çalışmalarında daha bağımsız hareket edebiliyordu.
8-10 Haziran 1944 tarihinde MTBK, Viyana’da üç gün süren bir kongre topladı. Kongreye, Türkistan lejyonlarında savaşan askerleri ve MTBK’yı temsilen 537 delege katıldı. Kayyum Han, açılış konuşmasında kongreyi “Türkistan Millet Meclisi” olarak ilan etti. 36 bildirinin sunulduğu kongrede, Türkistan yakın tarihi için çok önemli kararlar alındı. Vlasov Komitesi’nin tanınmaması, Vlasov ordusuna katılanların hain olarak kabul edileceği ve Rus emperyalizminin her türlüsüne karşı olunduğu, alınan kararlar arasındaydı. Kongrede, Rusların Türkistan’ı Sovyet cumhuriyetlerine bölme siyasetlerinin onaylanamayacağı, tek, bağımsız ve demokratik bir Türkistan Cumhuriyeti’nin kurulması gerektiği vurgulandı. Türkistan’da Komünist Partisi’nin yasaklanması gerektiği belirtildi. Ayrıca alınan bir karara göre, Hokand ve Alaş Orda hükümetlerini kuran kongreler birinci ve ikinci, 1922’de yapılan “Taşkent Türkistan Müslümanları Kongresi” üçüncü ve bu kongre de Türkistan’ın dördüncü milli kongresi sayılacaktı.
Poltova ve Harkov
Ruzi ve Türkistanlı askerleri, diğer Alman askeri birlikleriyle beraber Harkov dışında savunma pozisyonu aldılar. Kızıl ordu 1942’deki ilk Alman saldırılarında hem insan hem de malzeme bakımından büyük kayıplar vermişti. 1943, Kızıl Ordu için hazırlık yılı oldu. Almanlar işgal ettikleri topraklarda yaşayan halklara karşı son derece hor ve haşin davranıyordu. Ruzi, Güney Kuvvetlerine komuta eden Mareşal von Manstein’ın yüz bin kişilik ordusunda, 300 er ve birkaç küçük rütbeli subaydan oluşan bir bölüğün komutanıydı.
Stalin ve Kızıl Ordu’nun çoğu generali, Alman kuvvetlerine karşı doğrudan taarruzdan yanaydı. Sovyet generalleri Jukov ile Vasilevski ise bu plana karşıydı. İki general önce Almanların saldırmasını bekleyip bu saldırı durulduktan sonra da karşı saldırıya geçmekten yanaydı. Sonuçta General Jukov ile Vailevski’nin dediği oldu.
Kuzeyde 45 km genişliğindeki bir cephe hattında saldırıya geçen Alman kuvvetlerinin ilerleyişi birkaç gün içinde yavaşladı ve Kızıl Ordu birlikleri 10 Temmuz’da Alman hücumunu durdurdu. Sovyet tankları savaş alanından tek bir adım geri atmazken, Alman tankları savaş alanını terk etti. Böylece Güney Cephesi’nde de Alman taarruzu durdurulmuş oldu.
Her ne kadar Nazilerin savaşı haksız olsa ve Almanlarla aynı cephede bulunsalar da lejyonerler vatanlarının esaretten, sömürge olmaktan kurtulması için savaştıklarını ve bunda haklı olduklarını düşünüyorlardı. Dolayısıyla da Tanrı’nın kendileriyle beraber olduğuna, öldükleri takdirde bir Müslüman olarak şehit sayılıp cennete gideceklerine inanıyorlardı. Ruzi, bu inançla kaybettiği askerlerinin ölüm anında yüzlerine yansıyan tebessümlerini yaşamı boyunca hep hatırlayacaktı.
Sovyet Taarruzu
Türkistan lejyonlarında savaşan askerlerin, Ruslara esir düşmeleri halinde hayatta kalma şansları yoktu. Eski Sovyet askeri oldukları için bulundukları yerde, hemen kurşuna diziliyorlardı.
1944 yılı başında Ruzi, Belarus’ta Kızıl Ordu hücumu sırasında tekrar yaralandı. Sonuçta Ruzi’nin bundan böyle cephede aktif olarak savaşamayacağı kararına varıldı.
Vlasov’a Direniş
General Köstring, Ruzi’ye, MTBK’nın kendisini emrine almak için, Doğu Bakanlığı aracılığıyla OKH’ya başvurduğunu söyledi. Sonuçta Alman Kara Kuvvetleri Komutanlığı Ruzi’yi MTBK ile OKH arasında irtibat subayı olarak atamıştı.
Komite, lejyon asker ve subaylarının Vlasov hareketine karşı aydınlatılması kanaatindeydi. Ruzi’nin bu konuyla ilgili ilk görevi, Doğu Prusya ve Polonya’nın Batı Almanya sınırlarına yakın bölgelerinde konuşlanmış Türkistan lejyonlarını ziyaret etmek; er, astsubay ve subaylar ile birlik imamlarıyla görüşerek onları bigilendirmek ve Vlasov Hareketine karşı onlardan imza toplamaktı.
Almanya genelindeki Türkistan lejyonlarının Vlasov Hareketi’ne karşı olunduğunun anlatılması, kamu oluşturulması gerektiğinden MTBK’nın mali imkâna ihtiyacı vardı. Ruzi ve Ergeş, bu çalışmalar için lejyonerlerden yardım istedi. Bunun için birliklerde görevli din adamları devreye girdi. Din adamları, namaz sırasında askerlere uyarı ve tavsiyelerde bulunuyordu. Komite adına Dresdner Bank’ta açılan hesap numarası lejyonerlere bildirildi ve kısa sürede, çalışmalar için gerekenin çok üstünde bir para toplandı.
Karşı tarafta, Himmler tarafından Vlasov’a verilmiş ciddi bir bütçe vardı. Ayrıca Dresdner Bank da Himmler aracılığıyla Vlasov’a yüksek miktarda bir kredi teklif etmişti.
MTBK ile SS arasındaki anlaşmazlıkların had safhaya ulaştığı bir dönemde komite, meselenin iyice dallanıp budaklanarak Himmler’in lejyonlara karşı daha sert bir tutum takınmasını önlemek için taviz vermek zorunda olduğunu gördü. Bu yüzden de Gulam Alim komutasındaki Türkistan Alayı’nın SS bünyesine katılmasını kabul etti. Oysa Gulam Alim bu karara karşıydı. Ancak 16 Eylül 1944 tarihinde Vlasov’la anlaşan Himmler, kararından dönmedi.
Lejyonlar Batı Cephesinde
Savaşın ilk yıllarında Nazi üstün ırk ideologları, bu “Asyalı aşağı ırk mensuplarının” Alman kadınlarıyla evlenmelerinin yasaklanması gerektiğini söylüyordu. Bütün bu aşağılamalara rağmen savaş boyunca Türkistan, Tatar-Başkırt, Azerbaycan ve Kuzey Kafkasya lejyonerlerinden Kızıl Ordu tarafına geçenlerin sayısı yok denecek kadar azdı. Geçenlerin de Sovyet askeri istihbaratı tarafından lejyonlara yerleştirilmiş Rus ajanları olduğu tahmin ediliyordu. Alman ordusu içindeki Hristiyan eski Sovyet askerlerinden kurulu lejyonlardan firar edenlerin ve Kızıl Ordu’ya geri dönenlerin oranıysa oldukça fazlaydı. Dikkati çeken husus, Türkistan lejyonlarında artık Almanların savaşı kazanma ihtimalinin kalmadığının cephedeki en basit er tarafından bile bilinmesine rağmen, firar edenlerin ve Kızıl Ordu’ya geri dönenlerin yok denecek kadar az olmasıydı.
Ruzi, General Heygendorff’a, von Niedermayer’in Hitler’in Doğu politikasını neden ve nasıl eleştirdiğini, bu konuda kendisinin ne düşündüğünü sordu. Von Heygendorff;
“….. Sovyetler’e karşı direnişin sembolü, Kırım Milli Fırkası’nın lideri Ahmet Özenbeşli, Nazilerin Bolşeviklerden farklı olmadığını söylediği için tutuklandı. Böylece Kırım Tatarlarını da karşımıza aldık. Bugün Kırım Tatarlarının Stalin tarafından ülkelerinden çıkarılıp, Sovyetler Birliği’nin başka köşelerine sürgün edildiğini duyuyoruz. Stalin, Kırım’a girdiğimizde bizi çiçekle karşıladıkları için onları cezalandırıyor. Daha sonra bize karşı cephe almış olmalarını ve bizden nefret etmelerini görmezden geliyor. Kırım Tatarlarının Kırım’dan sürgün edilmesinin bir sebebi, Moskova’nın Kırım’ı tamamen Rus vatanı yapmak istemesiyse, diğer sebebi de savaşın başında birkaç ay bize inanmalarıdır. 1918 yılında kurulan bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti Başkanı Resulzade, Azerbaycan’ın bağımsızlığını kabul etmemiz şartıyla işbirliği teklif etmişti. Azerbaycan’ın savaştan sonra bağımsız devlet olmasını kabul ettiğimizi şeklen de olsa deklare etmedik. Sovyetler Birliği’nin en önemli meselelerinden birisi, hiç şüphesiz milliyetler meselesidir. Meselenin çözümüyle ilgili, bu halkları tatmin edecek hiçbir şey yapmadık…”
Fethalibeyli
28 Mayıs 1918’de kurulan ve “Musavat Hükümeti” olarak adlandırılan Azerbaycan Cumhuriyeti’nin ilk başkanı Mehmet Emin Resulzade, Azerbaycan’ın 28 Nisan 1920’de Kızıl Ordu tarafından işgal edilip Azerbaycan Sovyet Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra tutuklanmış ve idam cezasına çarptırılmıştı. 1917 Ekim Devrimi’nden önce, Stalin’in Azerbaycan’da bulunduğu yıllarda, Resulzade onunla tanışmış ve aralarında bir dostluk oluşmuştu. Resulzade’nin idam cezası, Stalin’in girişimiyle 1922 yılında sürgün cezasına çevrilmişti. Resulzade, sürgün yıllarını 6 Mart 1955’te ölünceye kadar Almanya, Polonya ve Türkiye’de geçirmişti.
Kızıl Ordu Berlin’de
İngiltere Başbakanı Churchill, ABD Başkanı Roosevelt ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi birinci sekreteri, Sovyetler Birliği diktatörü Stalin, 4-11 Şubat 1945’te Kırım’ın Yalta kentinde bir araya geldiler. Tarihe Yalta Konferansı olarak geçen bir dizi toplantıda, dünyanın savaş sonrasında nasıl şekilleneceğini konuştular. 11 Şubat’ta birlik dışında bulunun eski Sovyet vatandaşları hakkında da önemli kararlar onaylandı. 1 Ocak 1939 tarihinden önce Sovyetler Birliğini terk etmiş olan eski Sovyet vatandaşları, isterlerse bulundukları ülkelerde kalabilecekti. Sovyetler Birliği’ni daha sonraki tarihlerde terk etmiş olan Sovyet vatandaşları ise ülkeyi hangi şartlar altında terk ettiklerine bakılmaksızın, Sovyet makamlarının talebi halinde, Sovyetler Birliği’ne teslim edilecekti. Bu kararın Türkistan Lejyonu ve diğer milli lejyonlarda savaşan askerler, dolayısıyla da Ruzi ve MTBK üyeleri için pratikteki tek anlamı, Kızıl Ordu mensuplarına teslim edilmekti.
Bu askerler Sovyet birliklerinin eline geçerse hemen oracıkta, Müttefik Kuvvetlere teslim olurlarsa da onlar tarafından Kızıl Ordu birliklerine teslim edildikten sonra infaz edilecekti. Yalta Konferansı hükümleri çok açıktı.
Sovyetler’e Teslim Edilen Türkistanlılar
Savaşın son günleriydi. Milli komitelerin liderleri başka ülkelere gitme çabası içindeydi. Alman yönetimi bu konuda zorluk çıkarmamış ve gerekli belgelerin hazırlanması için yardımcı olmuştu. Azerbaycan Milli Komitesi Başkanı Fethalibeyli Mısır’a, Kuzey Kafkasya Komitesi Başkanı Alihan Kantemir ile Gürcistan Komitesi Başkanı Kedia İsviçre’ye geçirilmişlerdi. MTBK Başkanı Kayyum Han ise komite üyesi arkadaşlarıyla aynı kaderi paylaşmak istediğini ve bu nedenle Almanya’da kalacağını söyleyip Almanya dışına gitmesi yönündeki teklifleri reddetmişti.
Müttefik Kuvvetler’in işgal ettiği Avrupa ülkelerinde teslim olan lejyonerler ve eski Sovyet vatandaşları, büyük bir suretle Kızıl Ordu birliklerine teslim edildi. Bunların çok az bir kısmı Rusya’ya götürülerek askeri mahkemede yargılandı, ölüm cezasına ve en az 20 yıldan başlayan ağır hapis cezalarına çarptırılıp Sibirya’daki çalışma kamplarına gönderildiler. Büyük çoğunluksa teslim alındıkları yerde kurşuna dizilerek öldürüldü.
Şubat 1945’te toplanan Yalta Konferansı’nda, San Francisco’da düzenlenecek Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın kuruluş toplantılarına 1 Mart 1945 tarihine kadar Mihver Devletlerine savaş ilan eden devletlerin katılabileceği karara bağlanmıştı. Şubat ayı içinde Türkiye, Almanya’ya resmen savaş ilan etti. Zamanın Türk hükümeti 1945 yılının Haziran ayında bir karar alarak savaş sırasında Türkiye’ye sığınmış olan 195 Türk asıllı mülteciyi Sovyetler’e teslim etti. Bu, yakın Türk tarihinin en yüz kızartıcı olaylarından biridir.
Bir araştırmacı yazar bu konuda şu çarpıcı tespitleri yapıyor:
Sonuç olarak, savaş bpyunca 300 bin civarında Türkistanlının, lejyoner veya doğulu işçi olarak Alman cephelerinde mücadele ettiği görülmektedir. Bunların büyük bir kısmı Doğu ve Batı cephelerinde hayatlarını kaybettiler. Dört yıl süren Alman-Rus savaşının Türkistanlılara faturası, sadece Almanlar tarafında 400 bin civarında insan kaybı olmuştu. Rus tarafındaki kayıp ise tam olarak bilinmemekle birlikte, muhtemelen bu rakamdan çok daha fazladır. Tarihleri boyunca Türkler, belki de ilk kez, efendisi olmadıkları bir savaşta başka efendiler için mücadele etmişler ve kendilerini hiç ilgilendirmeyen bu mücadelenin her iki cephesinde yok olup gitmişlerdi. Yazar Olaf Caroe’nin dediği gibi: “Görevleri, iki imparatorluk arasındaki satranç oyunun da piyon olmaktı ve bu onların trajedisiydi.”
Nişan ve Düğün
Ruzi, Rosenheim’de Uyuşmazlık Mahkemesi Başkanı Bay Roth’un kızı Linda ile başlayan arkadaşlığının sonucunda evlilik kararı aldı ve ailenin yakın akrabaları ve dostları ile Münih’te toplanmaya başlayan Türkistanlılardan Ruzi’nin 15 kadar yakın dostunun katılımıyla gerçekleştirilen düğün ile bu kararları uygulandı. Düğünden sonra Ruzi içgüveysi olarak orada kalacaktı.
Yeni Deneyimler
Ruzi düğünden sonra da Münih’e sık sık gidip gelmeyi sürdürdü. Savaşta yaralanmış vatandaşlarına yardım çalışmaları örgütleyip mültecilerin bulunduğu kampları ziyaret ederek oralardaki Türkistanlılara Türkistan bağımsızlık hareketi hakkında konferanslar veriyordu. Bu arada Bolşevizm Karşıtı Uluslar Bloku (Anti Bolshevik Bloc of Nations – ABN ) örgütüyle de işbirliğini artırmış, MTBK’yı ABN nezdinde temsil etmeye başlamıştı.
1947 yılında Frankfurt’ta Türkiye Cumhuriyeti Başkonsolosluğu kuruldu. Sovyetler’e teslim edilmekten kurtulan birçok Türkistanlı, Azerbaycanlı, Kuzey Kafkasyalı, Tatar-Başkırt eski lejyoner, Türkiye’ye göçmen olarak kabul edilmek istediğiyle başkonsolosluğa başvurdu. Başkonsolos Orhan Tahsin Günden, önde gelenlerini Almanya’daki Türk Öğrenci Cemiyeti Başkanı ve başkan yardımcısıyla tanıştırdı. Türk Öğrenci Cemiyeti onlara savaş sırasında ellerindeki kimlik belgelerini kaybettikleri gerekçesiyle Türkiye’den okumaya gelmiş öğrenciler olduklarını gösteren sahte belgeler verdi. Binlerce eski lejyoner, o belgeler ve ellerindeki doğulu işçi cüzdanlarıyla kendilerine sığınabilecekleri bir yer arıyordu. Amerikalılara kendilerinin Türk olduğunu, Almanlar tarafından çalıştırılmak için Almanya’ya getirildiklerini söylüyordu.
Savaş Sonrası Uluslararası Ortam
Veli Kayyum Han, Mariennad’da Amerikalılara teslim olmuştu. Onu şüpheli savaş suçlusu Nazilerin de toplandığı Dachau’daki toplama kampına göndermişlerdi.
Kayyum Han’ı suçlayan Rus savcılara göre o, Türkistan’da Özbek, Kazak, Kırgız, Türkmen ve Tacik milletlerinin varlığını inkar ederek bir tek Türkistan milletinin var olduğunu iddia etmiş ve yalan söylemişti. Kayyum Han bu görüşünde hala ısrarlı olduğunu, kurulan o kabile cumhuriyetlerinin Moskova’nın kabileden millet, lehçeden milli dil yaratma siyasetinin, yani Sovyetler’in Türkistan’a yönelik sömürgeci politikasının bir sonucu olduğunu anlattı. Amerikalı yargıçlardan birinin General Vlasov’la ilgili olarak, “Savaş sırasında General Vlasov’la birlikte çalışmayı reddetmişsiniz. Bunun sebebi neydi sorusuna verdiği “Vlasov bir haindi, çünkü kendi milletine, yani Rus halkına karşı savaştı. Bense kendi milletim ve Türkistan’ın hürriyeti için, ülkemi sömüren Sovyetler Birliği’ne ve Bolşevizm’e karşı savaştım, kendi halkıma karşı değil.” Şeklindeki cevabı neticesinde 1947 yılının Ağustos ayında iki yıl süren bir tutukluluğun ardından serbest bırakıldı.
1943 yılının Kasım ayında Moskova’da, 1944 yılında Dumbarton Oaks’ta, 1945 yılında San Francisco’daki toplantılarda ve son olarak Yalta’da Stalin, Roosevelt ve Churchill’in katılımıyla yapılan görüşmelerde yeni bir Birleşmiş Milletler örgütünün kurulması kararlaştırılmıştı.
Amerikalılar, Sovyet ekonomisinin bir plan ekonomisi olduğunu, Amerikan kredisi ve malları olmaksızın da maliyeti geniş halk kitlelerinin sırtına yükleyerek ülkelerini inşa edebileceklerini düşünemiyordu. Stalin ve arkadaşlarıysa, ABD kapitalizminin Rusya’ya kredi vermeksizin ve mal göndermeksizin, yeni pazarlar bularak ayakta kalabileceğini hesaplayamıyordu. Ayrıca Amerikalılar ellerindeki atom bombasını Sovyetler üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanabileceklerine inanıyordu. Bir süre sonra her iki tarafın da yanıldığı anlaşılacaktı. Ruslar kendi atom bombalarını yapacak, ABD Marshall yardımıyla Amerikan ekonomisine yeni imkânlar yaratacak, yeni pazarlar açacaktı.
Savaş sırasında İran’ı işgal eden Sovyetler Birliği, Kuzey İran’da Moskova güdümünde kukla bir “Güney Azerbaycan Cumhuriyeti” ile Mahabad Kürt Cumhuriyeti kurdurdu. Yunanistan’da merkezi hükümete karşı savaşan Yunanistan Komünist Partisi’ne Sovyetler her türlü askeri ve mali desteği sağlıyordu. Moskova Türkiye’den Kars ve Ardahan illerinin Sovyetler’e terk edilmesini talep ediyor ve boğazlarda bir askeri üs istiyordu. Bu arada Uzakdoğu’da Çin Komünist Partisi’ne, Çin’de iktidarı ele geçirebilmesi için yardım ediyordu. ABD, 2 Kasım 1945’te Türk hükümetine Montreux Sözleşmesini yeniden gözden geçirilmesi için uluslararası bir konferans toplanmasını teklif etmişti. Konferansta Sovyetlere üs verilmesi değil, yalnızca Karadeniz devletlerinin savaş gemilerinin boğazlardan serbestçe geçebilmeleri görüşülecekti bu da Türkiye’nin tasavvurlarına uyun görünüyordu.
1946 yılında Stalin’in İran Azerbaycan’ına asker takviyesinde bulunması, İran ile Türkiye’yi tehdit etmesi, Türkiye ile Yunanistan’a karşı kullanabileceği Bulgaristan’daki askeri gücünü kuvvetlendirmesi, Truman’ın endişelerinde ve tahminlerinde haklı olduğunu göstermişti.
Stalin’in 1945-1946 yılları arasında gerçekten Türkiye’ye saldırmak isteyip istemediği bilinmiyor. Stalin, büyük ihtimalle Türkiye’yi diplomatik yalnızlığa mahkûm etmek ve sonra ülkeyi yönetenleri Sovyetler Birliği’ne önce boğazların, ardından tüm ülkenin kontrolünü verecek bir antlaşma imzalamaya mecbur etmeyi düşünüyordu. Stalin’e karşı koyabilmek için Türkiye’nin karşıt ve dengi bir güç bulması gerekiyordu. Askeri caydırıcılık sağlanamadığı sürece diplomatik çıkışların bir faydası olmayacaktı. İnönü hükümetinin yapması gereken ilk iş, ABD ile diğer Batılı güçlerin, Sovyet taleplerine razı olmamasını sağlamaktı. İkinci iş, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin seferberlik halini sürdürebilmesi için Batı’dan mali destek sağlamak ve üçüncü olarak Sovyetler’e karşı uzun vadeli koruma sağlamak amacıyla Batı’yla güvenlik taahhütlerine dayalı bir ittifak kurabilmekti.
12 Mart 1947 tarihinde ABD başkanı Truman, Amerikan Kongresinde yapığı konuşmada, bağımsızlıkları ve varlıkları Sovyetler Birliği tarafından tehdit edilen ülkelerin yanında olduklarını söyledi. Yardım için ayrına 400 milyon doların 300 milyon doları Yunanistan’a, 100 milyon doları Türkiye’ye veridi. Truman, Sovyetler’den işgal ettiği İran toprakları üzerinde kurdukları Güney Azerbaycan ve Mahabad Kürt cumhuriyetlerini derhal ortadan kaldırarak İran’dan çekilmesini istedi. Avrupa ekonomisini canlandırmak maksadıyla Marshall Planı kabul edildi.
Soğuk Savaş kavramını ilk kez Amerikalı devlet adamı Herbert Bayard Swope kullanmış fakat bu kavramı dünyaya tanıtan Roosevelt ve Truman’ın danışmanlığını yapan Bernard M. Baruch olmuştu. Soğuk Savaş’ı, süper güçler arasındaki hâkimiyet ve ideoloji çatışması olarak tarif etmek mümkündür. Soğuk Savaş bir propaganda savaşı, psikolojik savaş, dolaylı savaş ve sinir savaşıdır. Soğuk Savaş’ın silahları casusluk, terör, sabotaj ve sızmadır. Taraflar birbirini suçlar, saldırganın karşı taraf olduğunu vurgular. Sovyetler Birliği önderliğindeki Doğu Bloku ile ABD liderliğindeki Batı Bloku arasındaki bu savaşta, Sovyet sömürgesi ülkelerden gelen ve ülkelerinin bağımsızlığı için mücadele eden mültecilerin ABD’nin yanında yer alması gayet doğaldı. Sovyetler’e karşı yürütülen bu savaşta ABD onları kullanmak isteyecek, onlar da Sovyet sisteminin çökmesi ve ülkelerinin bağımsızlığı için ABD ve müttefikleriyle işbirliği yapacaklardı.
Soğuk Savaş Başlıyor
Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, 1948 yılında aldığı bir kararla, Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinden iltica talebinde bulunan Türklere vatandaşlık hakkı tanıdı. O günlerde Münih’te, 300kadar Türkistanlının katıldığı bir toplantıda, bu fırsatın kaçırılmaması yönünde fikir birliği oluştu. Bunun üzerine o yıl, Türkistanlı yüzlerce eski lejyoner, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak Türkiye’ye yerleşti.
Sovyetler Birliği ve ABD arasında, savaş sırasındaki ve savaşı izleyen ilk günlerdeki karşılıklı güven ve dostluk artık yoktu. Günden güne artan rekabet ve dolaylı yollardan sürdürülen bir savaş vardı. Bütün Rus tarihi boyunca devletin işleyişinde ve yönetiminde istihbarat ve polis teşkilatı önemli rol oynamıştı. 1917 sonunda Lenin, devrim düşmanlarına karşı savaşmak ve istihbarat toplamak için Olağanüstü Komisyon’u (Çrezvıçaynaya Komissia- ÇK) kurdu. 1923 Kasımında İçişleri Halk Komiserliği (Narodniy Komissariat Vnutrennıkh Dyel – NKVD) ve bu bakanlık bünyesinde Devlet Siyasi İdaresi (GPU) kuruldu. Soğuk Savaşın bütün hızıyla devam ettiği 50’li yılların başında, NKVD yerine dış istihbarata ve operasyonlara çok daha fazla önem veren Devlet Güvenlik Konseyi (KGB) kuruldu. Savaşın ilk yıllarında Sovyetler’in karşı istihbarat ve casusluk faaliyetleri, NKVD ve GPU tarafından yürütülüyordu.
ABD’de yerleşmiş bir istihbarat geleneği yoktu. İkinci Dünya Savaşı yıllarında istihbarat faaliyetleri, General William Danovan başkanlığındaki Stratejik Hizmetler Bürosu (OSS), ABD’li diplomatlar ve ordu Karşı Casusluk Örgütün(CIS) aracılığıyla yürütülmeye çalışılıyordu. Ancak OSS savaş yılları süresince faaliyet göstermesi düşünülen geçici bir örgüttü.
Savaş süresince Rusya 20 milyon insanını kaybetmiş, Avrupa‘nın yarısına yakın bir kısmını işgal etmişti. Kızıl Ordu askerleri birçok ülkeyi Nazi işgalinden kurtarmıştı. Fakat şimdi yaklaşık 100 milyon kişinin yaşadığı bu ülkeler Stalin ordusunun işgali altındaydı.
Bütün bu olaylar ve gelişmeler sonunda ABD Başkanı Truman, 26 Haziran 1947’de Milli Güvenlik Kanunu’nu imzaladı. Kanunla Savunma Bakanlığı’nın kuruldu. Başkana bağlı olarak çalışacak bir “Milli Güvenlik Kurulu”nun oluşturulması kararlaştırıldı. Bundan kısa bir süre sonra 18 Eylül 1947’de, altı kısa cümleden ibaret bir yasayla Merkezi İstihbarat Örgütü (Central Intelligence Agency – CIA) dünyaya gözlerini açtı. Soğuk Savaş yıllarında savaş, Sovyetler Birliği istihbarat kuruluşları ile ABD istihbarat örgütleri arasında geçecekti.
Savaş sırasında ABD, Rus olmayan milletleri Bolşevizm’e karşı kullanmak istiyordu. Çaresizliği devam eden Sovyet esiri milletlerin Batı Avrupa ülkelerindeki liderleri, Sovyetlere karşı bu defa da Amerikalılarla veya İngilizlerle işbirliği yapıyorlardı.
Soğuk Savaş dönemi Amerika’sının en önemli devlet adamlarından biri hiç şüphesiz George Kennan’dı. ABD’nin Moskova Büyükelçisiyken, 1946 yılı başında, savaş sonrası Sovyet tatılmacılığını anlattığı Washington’a gönderdiği 8.000 kelimelik telgraf, Amerikan diplomasi tarihinin en uzun telgrafıdır. Kennan Moskova’dan dönünce, Milli Savaş Akademisinin başkanlığına getirildi. 1947 yılında Dışişleri Bakanlığı siyasi planlama grubu başkanı oldu. Hazırladığı çok gizli bir raporda “planlanmış siyasi savaş”ın başladığını belirterek, istihbarat kuruluşunun bütün dünyada gizli operasyonlar yapacak şekilde örgütlenmesi gerektiğini vurguladı. Ona göre Stalin’e karşı yürütülecek Soğuk Savaş stratejisinin üç vazgeçilmez ayağı vardı: Birincisi, ABD’yle birlikte hareket eden, savaştan zarar görmüş ülkelerin inşası için, 5 yıl boyunca 13,7 milyar dolarlık yardımı öngören Marshall Planı’ydı. İkincisi Sovyetler Birliği tarafından bağımsızlıkları ve toprak bütünlükleri tehdit edilen Sovyetler’e karşı korunacaklarını bildiren Truman Doktrini’ydi. Üçüncüsü de bütün dünyada CIA’nın Sovyetlere karşı düzenleyeceği operasyonlardı.
Archibald Roosevelt
Archibald Roosevelt, 20. Yüzyılın başında, 14 Eylül 1901’de 41 yaşında ABD tarihinin en genç başkanı olan Theodore Roosevelt’in oğluydu. Savaş yıllarında Irak’ta Amerikan askeri ateşesi olarak görev yapmıştı. Arap dünyası meseleleriyle ilgilenmiş ve biraz da Arapça öğrenmişti. Orta Asya ve Türk Dünyası merakı, onda Türkçe öğrenme isteği uyandırmış, Türkiye’de göreve başlamadan önce Türkçe öğrenmeye koyulmuştu. Savaştan sonra Başkan Franklin D. Roosevelt’in savaş yıllarında kurduğu OSS adıyla anılan istihbarat örgütünde çalışmış, CIA kurulduktan sonra da orada yer almıştı.
Archibald, Ruzi’yle yaptığı görüşme sırasında ona Ankara’ya büyükelçi yardımcısı olarak gideceğini söylemişti, ama Ruzi oradaki asıl görevinin CIA istasyon şefliği olduğunu diğer Amerikalı dostlarından öğrenmişti. Bu görüşmeden birkaç gün sonra yeniden buluştular. Archibald Roosevelt Ruzi’ye ilk görüşmelerinden oldukça etkilendiğini, ABD’de Sovyetler Birliği’ni, Sovyet sistemini, Orta Asya’yı, Rus olmayan milletlerin meselelerini bilen yeterli sayıda uzman bulunmadığını anlattı ve ABD’nin Ruzi’ye ihtiyacı olduğunu ve eğer isterse Amerika’ya gelmesini arzuladıklarını bildirdi.
ABD’de 40 yıl, Soğuk Savaş ve Sovyetlerin çöküşü, ABD – Türkiye – Almanya
Ruzi Amerika’da
Sovyetler Birliği’nin kısa sürede Doğu Avrupa ülkelerinin tamamını etki alanına katması, Moskova’nın Batı Avrupa ülkelerinin güvenliğini ciddi olarak tehdit etmesi ve Soğuk Savaş’ın sıcak savaşa dönüşme ihtimalinin artması, ABD’yi güvenlik konusunda yeni adımlar atmaya zorladı. Batı Avrupa’nın güvenliği için ABD desteğini devamlı hale getirme düşüncesi, Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilatı NATO’yu doğurdu.
NATO, 4 Nisan 1949’da Washington Antlaşması’yla kuruldu. NATO üyesi ülkelerden herhangi birisine yapılacak saldırı, diğer NATO üyesi ülkelere de yapılmış sayılacak ve saldırgan ülkeye karşı NATO üyesi ülkelerin tamamı birlikte hareket edecekti. Ruzi’yi ABD’ye gitmeye ikna eden Archibald Roosevelt, NATO’nun yeni kurulduğu, Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya üye yapılmasının düşünüldüğü 1951 yılında CIA istasyon şefi olarak Türkiye’ye gitti ve Türkiye ve Yunanistan 1952 yılında NATO’ya üye olarak kabul edildi.
Ruzi, ABD’ye gitmesi halinde vatanına daha çok yardımcı olabileceğini ve bu tercihin ailesi için de daha uygun olduğunu düşündü ve kararını ABD’ye gitmek yönünde verdi. Profesör von Mende, Veli Kayyum Han ve onu uğurlamak için Bremerhaven’e kadar gelen yakınlarıyla ve dostlarıyla vedalaştı. 1 Kasım 1951’de kendisini New York’a götürecek gemiye bindi.
Manhattan
Ruzi ülkesinin sömürge olmaktan kurtulması, insanlarının temel hak ve hürriyetlerine saygılı, bağımsız bir devlete sahip olmaları için savaşı Sovyetler Birliği’nin kaybetmesi gerektiğine inanıyordu. Bolşevikler 1917 Ekiminde proletarya öncülüğünde kurulacak sosyalizmin bütün insanlara refah ve huzur getireceği, bütün halklara kendi kaderlerini tayin hakkını tanıyarak onlara bağımsızlık yolunu açacakları, insan temel hak ve hürriyetlerine saygılı olacakları, insanın insan tarafından sömürülmeyeceği bir düzenin kurulacağı vaatleriyle iktidar olmamışlar mıydı? Vaat ettiklerinin hiçbiri gerçekleşmedi. Kanlı bir terör rejimi kurdular. İnsan temel hak ve hürriyetlerini ayaklar altına aldılar. Devrimi izleyen birkaç yıl içinde, bağımsızlık sözü verdikleri Rus olmayan milletlerin yaşadıkları eski çarlık topraklarını bu kez de Kızıl Ordu’nun kanlı saldırılarıyla yeniden işgal ettiler.
İkinci Dünya Savaşı’ndan Stalin güçlenerek çıktı. Nazi Almanya’sı Ruzi’nin yaşamak zorunda kaldığı ikinci totaliter rejimdi. Karşılaştığı Nazilerin Ari ırk teorisi onun için tam bir şoktu. Ona göre, Nazizm gibi bir dünya görüşünü ancak hastalıklı ve sapkın ruha sahip biri savunabilirdi. Başkasına hayat hakkı tanımayan, insanlık düşmanı bir ideolojiydi bu. Ruzi’nin bir kenara çekilip etliye sütlüye karışmadan Soğuk Savaş’ın sonunu beklemesi mümkün değildi.
Bu arada 1954 yılında, Columbia Üniversitesi’nde bir Ortadoğu Enstitü kurulmuştu. Ruzi orada “Orta Asya – Türkistan sorunları uzmanı” olarak çalışmaya başladı. Ruzi o dönemde Orta Asya sorunları hakkında çok sayıda makale yazdı. Yaptığı analizler ve yazdığı makaleler o zaman ABD içinde ve dışında geniş yankılar uyandırdı. Kısa sürede İngilizcesini oldukça ilerletmiş ve ABD şartlarına intibak etmeye başlamıştı.
Hamit Raşit ve Hac Kararı
Ruzi Columbia Üniversitesi Ortadoğu Türkistan Enstitüsü Türkistan bölümünde çalıştığı sıralarda bir ders çıkışı metro istasyonunda Hamit Raşit İslamkulov ile karşılaştı.
Hamit Raşit İslamkulov, Orenburg’lu bir Tatar aileye mensuptu. Çarlık döneminde Buhara’da İslami İlimler tahsil eden babası, yıllarca din adamı olarak çalışmıştı. Hamit Raşit’in babası ile Ruzi’nin babası arasında çok yakın bir dostluk vardı. Margilan’da ailecek görüşürlerdi.
Bir gün evde sohbet ederlerken Hamit Raşit, Ruzi’ye hacca gitme teklifinde bulundu. Ruzi de hemen hiç düşünmeden kabul etti. Hac zamanında Mekke’ye İslam ülkelerinin hemen hepsinden gelen insanların birbirleriyle ticari bağlantılar kurması, birbirlerine ülke meselelerini aktarmasını fırsat gören Ruzi; “Madem ki İslam dünyasının hemen her yerinden insanlar geliyor ve bu insanlar birbirlerinin dertleri, sıkıntıları, sevinçleri, ülkelerindeki durum hakkında konuşuyor, biz de hacca gelenlere Türkistan Müslümanlarının içinde bulunduğu durumu anlatalım.” Teklifinde bulundu.
Dünya Müslümanlarına hitaben hazırladıkları birkaç sayfalık bildiride Sovyetler Birliği’nde Müslümanların çektikleri sıkıntıları, Bolşeviklerin bu alandaki zulümlerini ve Türkistan meselesinin ne olduğunu anlattılar.
Mısır
Ruzi ile Hamit Raşit Roma’dan Kahire’ye uçtular. 1948-1949 Arap – İsrail savaşında Araplar büyük yenilgiye uğramıştı. Uğranılan yenilgi, İngiliz işgalinin devam etmesi ve Kavalalı Mehmed Ali Paşa Hanedanı’ndan Kral Faruk’un kokuşmuş devlet yönetimi, genç subaylar arsında ciddi rahatsızlıklar yaratmıştı. Mısır’da açlığın, sefaletin ve halkın sağlık sorunlarının dayanılmaz hale geldiği bir zamanda, Kral Faruk sefih bir hayat sürüyordu. Hırsızlık, rüşvet ve yolsuzluk devletin en önemli sorunuydu.
Eski Kudüs müftüsü, İslam dünyasında büyük itibar sahibi Şeyh Muhammed Hüseyin, Mısırlı genç subaylara, bu arada Cemal Abdülnasır’a, Mısır’ın kurtuluşu için kralın devrilmesi gerektiğini söylüyordu. Böyle bir ortamda Cemal Abdülnasır, Mısır ordusu içinde gizli, Hür Subaylar örgütünü kurmuştu.
Hür Subaylar örgütü mensubu yedi subay, 23 Temmuz gece saat 3’te Abbasia’daki başkomutanlık karargâhını ele geçirip Başkomutanı ve yakın çevresini tutukladı. Üç gün sonra Kral Faruk tahtından çekilerek ülkeyi terk etmek mecburiyetinde kaldı. Cemal Abdülnasır’ın gizli örgütü 23 Temmuz 1952.2de Mısır’da yönetime el koydu. Bir generalin önde görülmesinin Mısır halkını olumlu etkileyeceği düşünüldüğünden General Muhammed Necib devlet başkanı, Cemal Abdülnasır ise onun yardımcısı oldu. General Necib ancak iki yıldan daha kısa bir süre devlet başkanlığı koltuğunda oturabilecekti. Kahire’de 1953 yılında cumhuriyet ilan edilip İngilizlerle Süveyş Kanalı’nın boşaltılmasını öngörecek bir antlaşma imzalanacak ve 1954 yılının ilkbaharında General Necib’in görevden alınarak ev hapsinde olduğu duyurulacaktı. Böylece Albay Cemal Abdülnasır perde arkası konumundan çıkıp Mısır’ın tartışmasız tek hâkimi olacaktı.
Ruzi ile Hamit Raşit, Roma’da yazdıkları bildiriye son şeklini Kahire’de verdiler. Ruzi’nin arkadaşı Alimcan İdris bildiriyi Arapça’ya çevirip El-Ezher Üniversitesi’nde birlikte çalıştığı hacca gitmek üzere olan Doğu Türkistanlı biri ile Mekke’de Ruzi’ye teslim edeceğini söyledi.
Arabistan
Kahire’den kalkan bir uçakla Cidde Havaalanına geldiler. Bu Ruzi’nin Suudi Arabistan’a ilk seyahatiydi. İslam’ın iki kutsal kenti, Mekke ve Medine’de Buhari (Buharalı) adıyla anılan çok kalabalık bir Türkistan topluluğu vardır. Türkistanlılar İslam medeniyet tarihine çok önemli katkılarda bulunmuştur. Hz.Muhammed’in söz ve sünnetlerinin derlendiği hadis kitaplarının birçoğu belki de en önemlileri, Türkistanlı muhaddisler tarafından hazırlanmıştır.
Ruzi ve arkadaşı Mekke’ye ulaştıktan sonra Alimcan İdris’in bahsettiği Doğu Türkistanlı, çeviriyi önceden söylenen adres ve zamanda Ruzi’ye teslim etti. Buharilerin de yardımıyla bastırılan 250 bin bildiri, Buharili gençlerin yardımıyla dünyanın her bir köşesinden gelen hacılara sessizce dağıtıldı.
Türkiye’de Son Durum
Türkiye’nin başkenti o zamanlar küçük bir kasabaydı. Atatürk ve arkadaşları Kurtuluş Savaşı’nı bu küçük orta Anadolu kasabasından yönetmiş ve savaştan sonra da bu kasabayı Türkiye’nin yeni başkenti yapmışlardı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu üzerinden ancak 29 yıl gibi kısa bir süre geçmişti.
Türkiye ile Türkistan arasında dil, din ve kültür benzerliği vardı. Türkiye’nin asıl halkını, 10. Yüzyıldan başlayarak Orta Asya’dan Türkiye’ye göç eden Türk kabileleri oluşturuyordu. Bu topraklarda onlar elbette, daha önce Anadolu’da yaşayan halklarla, Osmanlı İmparatorluğu yıkıldığında elden çıkan topraklardan buraya göç etmek zorunda kalan insanlarla karşılaştılar. Ancak asli unsur Orta Asya’dan gelen Türk kabileleri olduğu için, mevcut halklar bu topraklarda Türkler içinde eridi. Tarih boyunca Orta Asya’dan Türkiye’ye göç aralıksız devam etmişti. Orta Asyalılar Türkiye’yi kendi vatanlarının bir parçası, Türkiye Türklerini de kardeşleri olarak kabul ederdi.
Soğuk Savaş’ın ilk yıllarında Doğu Avrupa ülkelerinin tamamında Sovyetler Birliği yanlısı partilerin iktidar olmasıyla bütün Doğu Avrupa, Sovyet nüfuz alanına girmişti. Stalin’in Türkiye’den Kars ve Ardahan illeri ile boğazlarda üs istemesi, Türkiye’yi yeni ittifaklar aramaya itmişti. Dünya şartlarının değişmesiyle ABD’yle ilişkilerini geliştirmeye çalışan Türkiye ülkeyi tek başına yöneten Cumhuriyet Halk Partisi ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün aldığı kararla, çok partili demokratik hayata geçmiş ve 1950 yılında yapılan seçimlerde de Demokratik Parti tek başına iktidar olmuştu.
Bu sırada Uzakdoğu’da savaş rüzgârları esiyordu. 1945 yılında Japonya’nın teslim olması üzerine, ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki ilk kriz ortaya çıktı. Taraflar Japonya’nın boşalttığı Kore topraklarını, 38. Paralel güneyi ABD denetimine, kuzeyi Sovyetler Birliği denetimine bırakılarak; Güney Kore Cumhuriyeti ve Kuzey Kore Cumhuriyeti kuruldu.
Sovyetler Birliği’ne karşı ittifak arayışında olan ve NATO’ya girmek isteyen Türkiye, 17 Ekim 1950 tarihinde Güney Kore’ye 5.090 er ve subaydan oluşan bir Türk tugayı gönderdi. 16-20 Eylül 1951’deki NATO Konseyi toplantısında Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya davet edilmeleri kararlaştırıldı ve 18 Şubat 1952 tarihinde Türkiye NATO’ya kabul edildi.
Buhara Halk Cumhuriyeti’nin 20’li yılların başlarında Almanya’ya tahsile gönderdiği öğrencilerden bir kısmı eğitimlerini tamamlayıp Türkiye’ye gelmişti. O dönemde dönen öğrencilerden İbrahim Yarkın ve Sayit Ali Ankara, Ruzi ve arkadaşı Hamit Raşit’i Ankara’da ağırladılar.
Argus
Ruzi Türkiye’de görev yaptığı yıllarda, Türkiye’ye yönelik istihbarat çalışmalarının içinde yer almamıştı. Örgüt merkezine, Türklerin kendisini içlerinden biri saydığını, en önemli devlet sırlarını bile kendisinden gizlemediklerini, kendisine duyulan sevgi ve sempatiyi istismar etmeye hakkının olmadığını, bu yüzden de Türkiye’ye yönelik haber alma çalışmalarının içinde yer alamayacağını, bunu kendisi için ahlaki bir mesele olduğunu anlatmıştı. Ruzi Türkiye’de, Sovyetler’in Yönelik konspiratif faaliyetlerine karşı tedbirler alacak, Sovyetler Birliği’ne yönelik çalışmaları organize etmeye çalışacaktı.
Ruzi ABD gazetelerinde, 1955 yılının Ocak ayında Bandung’da sömürge olmaktan kurtulup bağımsızlıklarına kavuşan ülkelerin öncülüğünde uluslararası bir konferansın toplanacağı haberini okudu. Bütün şiddetiyle süren Soğuk Savaş, dünyayı iki kutba ayırmıştı. İki kutuplu dünyada ABD Batı Kulübünün, Sovyetler Birliği de Doğu Kulübünün liderliğini yapıyordu. Hindistan, Pakistan, Endonezya, Seylan, Birmanya ve Mısır sömürgelikten yeni kurtulmuştu. Mahatma Gandhi’nin mücadele ve dava arkadaşı Cavaharlal Nehru, Endonezya Devlet Başkanı Ahmet Sukarno, Mısır Devlet başkanı Cemal Abdülnasır, Doğu ve Batı blokları içinde yer almayan ülkelerin ayrı bir blok oluşturması gerektiğini savunarak bu konferansı toplamaya karar vermişti.
Bandung
Bandung’daki konferans, Türkiye’nin başını çektiği grup ve Hindistan’la birlikte hareket eden devletler arasında sert tartışmalara sahne oldu. Konferans sırasında kabul edilen 10 maddelik karar, bir kapanış bildirisiyle dünya kamuoyuna duyuruldu. Ruzi ve ona yardım edenlerin çabasıyla, Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti hariç tutulmaksızın, sömürgeci ve emperyalist ülkelerin tamamı kınandı. Eski sömürgelerin birçoğunun bağımsız ülkeler olduğu ve emperyalist ülkelerin buradaki tekellerini yitirdikleri, sömürgeciliğin ve ırkçılığın reddedildiği, toplumlararası iktisadi ve kültürel ilişkilerin geliştirilmesi, İsrail’e karşı Filistin’in desteklenmesi vurgulandı.
Ruzi ilk kez beş Sovyet Cumhuriyeti’ni içine alan Türkistan’ın uluslararası bir konferansta gözlemci olarak dahi olsa temsil edilmesini gerçekleştirmiş ve gösterdiği olağanüstü gayretler sonucunda Sovyet sömürgeciliğinin de kınanmasını sağlamıştı. Böylece Türkistan meselesi uluslararası arenada, önemli bir uluslararası konferansta gündeme gelmiş oluyordu. Ruzi toplantıya katılan delegelerin tamamına yakınıyla görüşmüş ve onlara Sovyet ve Çin sömürgelerindeki insan hakları ihlalleri hakkında bilgiler vermişti.
Bandung’un Ardından
Washington, 1953 yılında Bolşevizme Karşı Amerikan Komitesi ve Rus göçmen örgütleri ile Sovyetler Birliği’ne karşı yürüttüğü çalışmalardan bir sonuç alamayacağını görmüş ve yeni bir yol izlemeye karar vermişti. Mücadele doğrudan CIA’ya bağlı çalışacak kurumlar aracılığıyla yürütülecekti. Münih’te faaliyet gösterecek Radio Liberty ve Sovyetler Birliği’ni Araştırma Enstitüsü, CIA tarafından kontrol ve finanse edilecekti. Radio Free Europe ve Radio Liberty emrine son 20 yıl içinde 400 milyon dolardan fazla para aktarıldığını, radyo yayınlarının Demir Perde gerisindeki ülkelerin muhalif güç ve gruplarını ayakta tuttuğunu belirtiyordu. Fizik bilgini Andrey Saharov ve yazar Aleksandr Soljenitsin’in rejim karşıtı açıklamaları, CIA’nın kontrolündeki bu radyolar aracılığıyla Sovyetler Birliği halklarına duyuruluyordu. Radyoların yayınları, Doğu Avrupa ülkelerinde 30 milyon kişiye ulaşıyordu. Sovyetler Birliği, radyo yayınlarını bozmak ve dinlenmesini engellemek için her yıl 150 milyon dolar harcadığı halde başarılı olamıyor ve Sovyetler Birliği vatandaşları o yayınları dinleyebilmek için her yola başvuruyordu.
Münih’te 1950 yılında kurulan Sovyetler Birliği’ni araştırma Enstitüsü, 1953’ten itibaren CIA’ya bağlı olarak çalışıyor ve CIA tarafından finanse ediliyordu. Enstitüde, büyük çoğunluğunu Sovyetler Birliği mültecilerinin oluşturduğu 50’den fazla uzman çalışıyordu.
Altemur Kılıç
Ruzi, 1956 yılında Washington’da Türkiye Büyükelçiliği’nde basın ataşesi olarak çalışan Altemur Kılıç ile tanıştı.
Altemur Kılıç asıl adı Emanullahzade Asaf Bey olan Kılıç Ali Bey’in oğluydu. Babası 1917 yılında Azerbaycan’ı Ermeni işgalinden kurtaran Kafkasya İslam Ordusu Başkomutanı Nuri Paşa’nın başyaverliğini yapmıştı. Enver Paşa’nın 1919 yılında Orta Asya’da Ruslara karşı başlattığı bağımsızlık hareketine katılmak için hazırlık yaparken, Mahmut Celal Bey’in tavsiyesi üzerine Amasya’da Mustafa Kemal Paşa’yla görüşüp onun önderlik ettiği Kuvayı Milliye hareketine katılmıştı. Fransızlara karşı Antep ve Maraş bölgesinde Kılıç Ali adıyla Kuvayı Milliye’yi örgütlemiş, Mili Mücadele sonrasında İstiklal Mahkemeleri başkanlığı yapmıştı.
Altemur kılıç büyükelçilikte askeri ataşe yardımcısı olarak çalışan Agasi Şen adlı genç bir Türk subayından söz edip Ruzi’yi onunla tanıştırdı. Agasi Şen Ruzi’ye Alparslan Türkeş adlı bir kurmay binbaşının Pentagon’a Türk Genelkurmayı’nın NATO temsilcisi olarak atandığını bildirdi.
1944 yılının sonlarına doğru, Nazi Almanya’sının savaşı kaybedeceğinin anlaşılması üzerine, Türkiye Cumhurbaşkanı İsmet İnönü Sovyetler Birliği sınırları içinde yaşayan Türk topluluklarıyla Türkiye’nin ilgilenmediğini Stalin’e göstermek amacıyla, Rusya’nın sömürgesi olan Azerbaycan, Türkistan, Kafkasya, İdil-Ural topraklarının bağımsızlığını isteyen ve Rusya’daki Türk halklarına yakınlık duyan 30 kadar Türk aydınını tutuklatmıştı. İstanbul sıkıyönetim mahkemesinde yargılananlar arasında Üsteğmen Alparslan Türkeş de vardı. Yargılama Türkeş’in beraatıyla sonuçlanmış ve Türkeş orduya geri dönmüştü. Ruzi Türkistan’a sevgi duyan ve Türkistan meselesiyle ilgilenen bu genç subayın başından geçenleri gazetelerden okumuştu.
Alparslan Türkeş’in Washington’ atanması Ruzi’yi çok sevindirmişti. Ruzi 1955 yılının son günlerinde dostu Altemur Kılıç’ı arayıp Türkeş’i ve kendisini evinde akşam yemeğine davet etti.
Agasi Şen, askerler Türkiye’de 27 Mayıs 1960 tarihinde iktidara el koyduğunda, kendisine teklif edilen Milli Birlik Komitesi üyeliğini, “İhtilali ülkeyi yönetmek için değil kardeş kavgasına engel olmak için yaptık. Biz halkımıza, müdahaleden sonra kışlamıza döneceğimize söz verdik.” Diyerek reddetmişti. Milli Birlik Komitesi Başkanı, Devlet Başkanı ve Başbakan Cemal Gürsel Başyaver olarak onu yanına aldı. Ordudan ayrıldıktan sonra kısa bir süre THY genel müdürlüğü yapan Agasi Şen, 90’lı yılların başında vefat etti.
Türkeş, 1960 askeri müdahalesinin kilit subaylarından biriydi. Kendisine “İhtilalin Kudretli Albayı” adı takıldı. Yarım yüzyıllık Türk siyasi hayatının en ilginç simalarından biri olarak Türk yakın tarihinde derin izler bıraktı. Ruzi’nin Alparslan Türkeş’le kurduğu dostluğu ve irtibatı Türkeş’in vefatına kadar devam etti.
Dünya Gençlik ve Öğrenci Festivali
Dünya Demokratik Gençlik Federasyonu, 1945 yılında, Sovyet istihbarat örgütü KGB-GPU’nun kontrolünde Londra’da kurulan ve İkinci Dünya Savaşı koşullarında geniş bir yaygınlık kazandı. Ancak Soğuk Savaş’ın başlamasıyla Batılı örgütlerin önemli bir kısmı federasyondan ayrıldı. Örgütün en önemli etkinliği, ilki 1947 yılında düzenlenen Dünya Gençlik ve Öğrenci Festivali’ydi. Prag’da gerçekleşen ilk etkinliğe 71 ülkeden çağrılan 17 bin delege katıldı. Sovyetler Birliği’nin Soğuk Savaş’ta kullandığı son derece önemli bir propaganda aracı olan festivaller iki yıl arayla tekrarlandı.
Sovyet tarafı, festival sayesinde dünyaya, gençliğe ve sanata verdiği önemi gösteriyor, çeşitli ülkelerden gelen on binlerce gence Sovyet sisteminin propagandasını yaparak, gelecekte ülkelerini yönetmeye aday Asyalı ve Afrikalı gençleri Sovyetler Birliği ve komünizm için kazanmaya çalışıyordu. Festivallerdeki Sovyet heyeti, Komsomol heyetinin en başarılı, komünist ideolojiye en sadık olanlardan seçiliyor ve aynı zamanda istihbarat için de kullanılıyordu.
Festivalin yedincisi, 1959 yılında ilk kez bir Batı Bloku ülkesinde, Avusturya’nın başkenti Viyana’da yapılacaktı ve her iki taraf için de bunun önemi büyüktü. Olayla yakından ilgilenen CIA, Avusturya istihbarat örgütüyle birlikte çalışıyordu. Ruzi, Avusturyalı istihbaratçılar sayesinde festivalde izleyici olarak çağrılmıştı.
Festivalde çok sayıda Türkiye Komünist Partisi (TKP) mensubu vardı. TKP, Soğuk Savaş döneminde Türkiye’de Moskova’nın beşinci kolu kabul edilen, çalışması yasaklanmış bir partiydi. KGB tarafından kontrol edilen ve Batı ülkelerine yönelik yayın yapan radyolar vardı. Türkiye’ye yönelik yayın yapan radyoların en önemlisi “TKP’nin Sesi” ile “Bizim Radyo”ydu.
O yıllarda TKP faaliyetlerini gizli yürütüyor, güvenlik güçlerince izlenen TKP üyeleri her fırsatta tutuklanıyordu.
Festivale Türkiye, İran, Irak ve Suriye’den çok sayıda Kürt genç de davetliydi. Türk heyetinin üyelerini TKP belirlemişti. Festival günlerinde, TKP’nin girişimi ve Türkiye, İran, Irak, Suriye’den gelen Kürt delegelerin katılımıyla Viyana’da gizli bir toplantı düzenlendi. Toplantıda, kısa ve orta vadede Türkiye’de silahlı bir Kürt hareketinin başarı şansının olup olmadığı tartışıldı. Genel kanı, bu tür silahlı bir hareketin başarılı olmayacağı yönündeydi. Sonuçta, Irak’ta yürütülecek alışmalara ağırlık verilmesi kararlaştırıldı.
Molla Mustafa Barzani tümgeneral rütbesiyle, İran’ın Mahabad şehrinde Sovyetlerin desteğiyle Aralık 1946’da kurulan Mahabad Kürt Cumhuriyeti’nin Başkomutanı olmuştu. Başkan Truman’ın Moskova’ya uyguladığı baskı sonunda Mahabad Kürt Cumhuriyeti 1947 yılında ortadan kalkınca da 500 silahlı adamıyla İran ve Türkiye üzerinden Rusya’ya geçmişti. Irak’ta General Abdülkerim Kasım’ın 1958’de iktidara el koyup kraliyet ailesi ile hükümet üyelerini yok etmesinin ardından da onunla anlaşıp yeniden Irak’a döndü, Peşmerge ordusunu kurdu. Küçük oğlu Mesut babasının yanında askeri işlerden sorumluydu. Molla Mustafa Barzani mücadeleyle geçen hayatının son yıllarında Kuzey Irak’ta Kürtlerin bazı haklara ve özerk bir bölgeye sahip olduklarını görecekti.
Ruzi daha o yıllarda, Türkiye’ye gelmeden Kürt meselesinin bir gün Türkiye’nin başını ciddi olarak ağrıtacağını anlamıştı.
27 Mayıs Darbesi
Sovyetler Birliği, Ortadoğu’daki Arap ülkelerinde etkinliğini artırmaya çalışıyordu. Moskova, Mısır, Suriye ve Irak’ta askeri üsler kurmuş, Türkiye’yi güneyden kuşatmıştı. Irak’ta 1958 yılında kanlı bir darbeyle iktidarı ele geçiren General Kasım, Sovyetler Birliği’yle savunma ve işbirliği anlaşmaları imzalamış, Molla Mustafa Barzani Irak’a dönmüştü.
Moskova, Doğu Avrupa ülkelerindeki etkinliğini NATO’ya karşı kurduğu Varşova Paktı’yla daha da pekiştirmişti.
Türkiye, 1952 yılında NATO üyeliğine kabul edilmiş ve Sovyetler Birliğine karşı kendi güvenliğini garanti altına almıştı. İşte böyle bir ortamda Ruzi, teşkilatı tarafından Türkiye’ye gönderildi.
Ruzi, 1959 Aralık ayında Türkiye’ye geldiğinde, Demokrat Parti’nin (DP) zaferiyle sonuçlanan 1957 seçimlerinin üzerinden iki yıl geçmişti. DP 424 milletvekiliyle mecliste iken CHP 178 milletvekili çıkarmıştı. İki siyasi parti arasında seçim çalışmaları sırasında başlayan şiddetli rekabet, bu sonuçlarla daha da sertleşmişti. Muhafazakâr halk kitlelerinin büyük çoğunluğu DP’yi tutuyor, askeri ve sivil bürokrasinin, aydınların büyük çoğunluğuysa muhalefetteki CHP’yi destekliyordu.
İktidarın tutumu zaman geçtikçe sertleşiyor, CHP ve üniversite profesörleri tarafından desteklenen gösteriler ülkenin her tarafında yayılıyordu. Türk halkı sanki iki düşman kampa ayrılmıştı. Basında sansür uygulaması artmış ve birçok gazeteci tutuklanmıştı. DP devlet imkânlarını sonuna kadar kullanarak muhalefeti sindirmeye çalışıyordu. CHP Genel Başkanı İsmet İnönü Türk Silahlı Kuvvetlerini müdahaleye davet ediyor ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi profesörleri askeri müdahale için fetva veriyordu.
Ruzi’nin o günler hakkında verdiği bilgilerden şunları çıkarmak mümkündür:
Ruzi’ye göre 1960 müdahalesinin ABD tarafından yaptırıldığı yönündeki iddia ve değerlendirmeler son derece yanlıştır. ABD hükümeti ile DP iktidarı arasında sıcak ilişkilerin olduğu, ABD yönetiminin Menderes ve ekibine sempatiyle baktığı doğrudur. ABD DP’den CHP içindeki solcu gruplardan rahatsızdır. Gerçi Kasım 1959’da Sovyetler Birliği büyükelçisi, Türkiye Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’yu yemeğe çağırmış ve Sovyetler ile Türkiye arasında olumlu diyalog başlamıştır. Zorlu da bu ziyaret hakkında sonradan yaptığı açıklamada, Sovyetler ile ilişkilerde esneklik kazandırmaya çalıştıklarını, fakat bunu büyük bir dikkatle yürüttüklerini belirtmiştir. Menderes’in Moskova ziyareti ve bazı ağır sanayi yatırımlarında işbirliği planları düşünülmekte, ancak bütün bu adımlar da ABD’yle müzakere edilerek atılmaktadır.
ABD Büyükelçisinin 27 Mayıs sabahı Washington’a çektiği mesajında şu sözler yer almaktadır: ”Türk Silahlı Kuvvetleri olağanüstü iyi bir biçimde örgütlenmiş bir darbeyle sabah 04.00’te iktidarı ele aldı… Elçilik, ayaklanmanın tamamen iç politika kaygılarından kaynaklandığı kanaatindedir.” Elçi daha sonraki mesajında, Milli Birlik Komitesi üyesi subayların kendisini ziyaret ettiğini, müdahalenin ABD’ye karşı değil, Demokrat Parti’ye karşı yapıldığını söylediklerini bildirir.
ABD’ye yakın olduğu iddia edilen 14 subay, darbenin üzerinden altı ay geçmeden 13 Kasım 1960’ta komitenin diğer üyeleri tarafından tutuklandı ve bir hafta sonra Türkiye’nin yurtdışındaki diplomatik temsilciliklerine “hükümet müşaviri” adı altında sürgüne gönderildi.
ABD büyükelçisi darbe ve darbecilerle ABD’nin ilgisi olduğu şeklinde bir kanaatin ortaya çıkmaması için elçilik mensuplarının tamamını ki bunlara CIA mensupları da dâhildi, uyarmış ve Türk vatandaşlarıyla zaruret hali dışında görüşmeme talimatı vermişti. Ruzi, 1959 yılı sonunda Türkiye’ye geldiği halde eski arkadaşları Alparslan Türkeş ve Agasi Şen’le hiçbir temas kurmamıştı. O dönem Ortadoğu ülkelerinde darbeler dönemiydi. Mısır’da Cemal Abdülnasır ve arkadaşları, Irak’ta Abdülkerim Kasım darbeyle iktidar olmuştu. Komşu ülkelerdeki darbelerden Türkiye’deki genç subayların etkilenmemesi mümkün değildi. Ruzi’ye göre TSK içinde kurulan bu cuntalar, genç subayların inisiyatifleriyle oluşmuştu. İsmet Paşa’nın ihtilal çağrısı yapması ve DP’nin sayısız hatası, 27 Mayıs darbesine zemin hazırlamıştı.
Darbe gecesi Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, DP milletvekilleri ve hükümet yanlısı generaller tutuklanarak Harp Okulu’na getirildi. Türkeş ve arkadaşları, askerlerin yönetime tam hâkim olmasının ardından, Celal Bayar, Adnan Menderes ve diğer önde gelen 50 kadar DP’linin, masrafları devlet tarafından karşılanarak İsviçre’ye gönderilmesinden ve milletvekillerininse serbest bırakılmasından yanaydı. Yeni anayasayı oluşturmak üzere İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi profesörleri ve diğer bazı profesörler Ankara’da toplandı. Komisyon üyeleri, DP’lilerin serbest bırakılması halinde darbenin meşruiyetini kaybedeceğini, dolayısıyla DP’lilerin yargılanmaları gerektiğini söyledi.
CHP’yle temasta olan MBK üyeleri Sami Küçük ve Cemal Madanoğlu ile Türkeş ve Kabibay arasındaki fikir ayrılığı günden güne büyüyordu.
Türkeş’in ABD istihbaratının adamı olduğu Türkiye’de özellikle Türk solu tarafından daha sonra da sık sık iddia edildi. Türkeş, Türkiye’nin çıkarlarının Batı’yla işbirliği yapmasını gerektirdiğine inanıyordu. Ancak hiçbir zaman ABD’ye karşı teslimiyetçi bir politika izlememişti.
Alparslan Türkeş
13 Kasım gecesi Türkeş, 13 arkadaşıyla birlikte Madanoğlu grubu tarafından tutuklandığı gece Mürted Askeri Hava Üssüne götürüldü. O sırada Ruzi inisiyatif kullanıp, Amerikalıların, Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel nezdinde tutuklanan 14 subayın öldürülmemesi için telkinde bulunmasını sağladı. Aksi halde Madanoğlu ve arkadaşları tutukluları öldürmeye kararlıydı. 19 Kasım 1960’ta Esenboğa Havaalanı’na getirilen Türkeş Hindistan’a “hükümet müşaviri” olarak sürgüne gönderildi.
CIA ile Türk istihbarat örgütünün teması ve işbirliği 1950 yılında başlamıştı. Milli Amal Hizmetleri (MAH) veya Milli Emniyet Teşkilatı adıyla anılan Türk istihbarat örgütünün yüzlerce yıllık geçmişi vardı. Selçuklular döneminde Başvezir Nizamülmülk’ün Sultan Alparslan’a tavsiyesiyle düzenli bir devlet kurumu haline gelmişti. Osmanlı, tarihi boyunca istihbarat hizmetlerine özel önem vermişti. İmparatorluğun son dönemlerinde çağdaş anlamda bir istihbarat örgütü olan, Teşkilat-ı Mahsusa kurulmuştu. Bu geleneği Milli Mücadele döneminde Karakol Cemiyeti, daha sonra da MAH devam ettirmişti.
MAH, başbakana bağlı olarak çalışan, ancak bir kuruluş yasası olmayan fiili bir teşkilattı. İşte CIA, 50’li yılların başında bu örgütle işbirliği yapmaya başlamıştı. Yine o yıllarda Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı’nda görevli Kurmay Yüzbaşı Fuat Doğu, dört arkadaşıyla birlikte Washington’a gitmiş ve orada istihbarat eğitimi almıştı. Ruzi de Fuat Doğu’yla ABD’de, CIA’daki istihbarat eğitimi sırasında Türkeş aracılığıyla tanışmıştı. Türkeş ile Doğu Türkiye’nin Batı ittifakı içinde yer almasından, Türkiye- ABD işbirliğinden yanaydı. Ancak her ikisi için de asıl olan, tarafların birbirinin içişlerine müdahale etmemekti. Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanlığı’ndaki CIA irtibat bürosunu kapatan, Ruzi’nin dostu Alparslan Türkeş’ti. 1965 yılında Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) yeni bir yasayla kuruluncaya kadar; MAH adı altında çalışan örgütün ana binası Ankara’nın Maltepe semtindeydi. Fuat Doğu, 27 Ağustos 1962 tarihinde kurmay albay rütbesiyle MAH başkanı olduğunda, bu binanın bir katını Ankara’daki CIA görevlileri kullanıyordu. Yani Türk istihbarat örgütüyle CIA, aynı binada birlikte çalışıyordu. CIA’nın bu binadan ayrılmasını sağlayarak, Türk istihbarat örgütüne yeniden bağımsızlığını kazandıran, Ruzi’nin arkadaşı Fuat Doğu olmuştu.
Ruzi’nin Türkiye’de çalıştığı dönemde hayranlık duyduğu istihbaratçıların başında, 1960-1961 ve 1964-1965 yıllarında iki kez MAH başkanlığı yapan Ziya Selışık geliyordu. Selışık Ruzi’ye, Türk İstihbarat Örgütünde ciddi bir reform yapılması gerektiğini söylemiş ve bu konuda onun bilgi ve tecrübesinden yararlanmıştı. Ruzi, MİT Kanunu’nun hazırlık aşamasında Selışık için diğer ülkelerin bu konudaki mevzuatı konusunda ciddi bir çalışma yaparak kendisine teslim etmişti. Ziya Selışık 13 Temmuz 1965’te yaş haddinden emekliye ayrıldı. MİT Kanunu ise 22 Temmuz 1965’te yürürlüğe girdi. Böylece Türk istihbarat örgütü yasal bir zemine oturtuldu. Örgütün bağımsızlığıyla ilgili ilk adımları atan Selışık’tı.
13 Kasım 1960’da Moskova tarafından kontrol edilen TKP’yi Rusya’nın Türkiye’deki beşinci kolu ve bu sebepten Türkiye için büyük tehlike olarak kabul eden Türkeş ve arkadaşları tasfiye edilmişti. Milli Birlik Komitesi’nin sol kanadına mensup üyelerinin büyük bir kısmı, bir yandan tabi senatör olarak siyasi etkinliklerini sürdürmeye çalışırlarken bir yandan da ordudaki sosyalist subaylarla birlikte sol bir darbe için çalışmalar yürütüyordu. Zamanın MİT Müsteşarı Fuat Doğu, Sovyet realitesini iyi bilen bir istihbaratçıydı. Genç subaylar ve sosyalist aydınlar, Milli Demokratik Devrim’in emperyalizme ve kapitalizme karşı olduğunu söyleseler de Fuat Doğu böyle bir devrimin Türkiye’yi Sovyet uydusu haline getireceğinden emindi. Sol cunta içine kendi adamlarını yerleştiren Doğu, darbecilerin faaliyetlerinden, onların TKP tarafından, dolaylı olarak Rusya tarafından nasıl yönlendirildiğinden haberdardı.
Cemal Madanoğlu
MİT Müsteşarı Fuat Doğu, sol cunta içine yerleştirdiği ajanları vasıtasıyla 9 Mart 1971’de bir hükümet darbesinin yapılacağını öğrenmişti. Sivil hükümetin darbecilere karşı önlem almadığını gören Doğu, durumdan Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ile Genelkurmay Başkanı’nı haberdar etti. 9 Mart’ta cunta üyesi olduğu tespit edilen muvazzaf generaller ve subaylar Genelkurmay Başkanı tarafından emekli edildi ve tutuklamalar başladı.
12 Mart 1971’de genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları verdikleri bir muhtırayla hükümeti istifaya zorladı. Hükümet istifa etti, fakat Fuat Doğu, Devlet Başkanı Sunay ile Genelkurmay Başkanı Tağmaç’ın kararlı tutumları ve desteğiyle cuntayı tasfiye etti ve Madanoğlu ile cunta üyesi subaylar tutuklandı. Cemal Madanoğlu ifadesinde ısrarla, Ruzi’nin kendisini darbe yapmaya teşvik ettiğinii her türlü yardım vaadinde bulunduğunu söylüyordu.
Türk İstihbaratı ve Fuat Doğu Paşa
Türkiye’nin, Kafkaslar, Orta Asya, Afganistan ve Arap ülkelerinde Teşkilat-ı Mahsusa zamanından bu yana çalışmalarını sürdüren sağlam bir istihbarat ağı vardı. Almanlar İkinci Dünya Savaşı yıllarında Türk istihbarat örgütüyle iyi ilişkiler kurmuş ve bu olanaktan yararlanmaya çalışmıştı. Soğuk Savaş döneminde de Amerikalılar bu ağı kullanmak istediler.
Türk istihbarat örgütüne yeniden milli ve bağımsız bir kimlik kazandıran Türkeş, Selışık ve Doğu Ruzi Nazar’ın üç yakın dostuydu.
İngiltere’den sonra Rusya, Kürt sorununu kışkırtıyor, Türkiye’de etnik bir sorun yaratmak için olağanüstü çaba harcıyordu. Soğuk Savaş yıllarında Türkiye hep savunmada kalmış, Moskova’nın operasyonlarına karşı tedbirler almaya çalışmış ve Amerikalıların Sovyetlere yönelik çalışmalarında yardımcı olmaya uğraşmıştı. Fuat Doğu’ya göre Türkiye bunların yanında öte yandan da Sovyetler’e karşı kendi çıkarlarının gerektirdiği bağımsız operasyonlara başlamalıydı. Türkiye’nin yapması gereken, Sovyetler Birliği’ndeki milliyetler meselesini tahrik etmek ve bu konuda Sovyetleri istikrarsızlaştırıcı çalışmalar yürütmekti.
Alparslan Türkeş, başbakanlık müsteşarı olduğunda, Devlet Başkanı Cemal Gürsel’i ikna ederek, Ankara’da Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü ile Dışişleri Bakanlığı’nda Dış Türkler ve Kıbrıs Masasını kurdu. Masrafları Başbakanlık tarafından karşılanan enstitü, dış Türkler ve özellikle Sovyetler Birliğindeki milliyetler meselesiyle alakalı bilimsel çalışmalar yapacaktı. Türkeş’in tasfiyesinin ardından MBK’nın diğer üyeleri ve Başbakan İsmet İnönü enstitü ile Dış Türkler Masası’nın kapatmak istedi. Dış Türkler Masası kapatıldı, fakat enstitü Cemal Gürsel’in müdahalesiyle kapatılmaktan kurtularak çalışmalarını sürdürdü. MİT’in başına Fuat Doğu’nun geçmesiyle enstitü güçlendi ve MİT tarafından, başbakanın örtülü ödeneğinden finanse edilen bir araştırma kurumu olarak faaliyetlerini uzun yılar devam ettirdi. Sovyetler Birliği’ndeki milliyetler meselesi konusunda bir uzman olan Ruzi, enstitü ve faaliyetleri konusunda Fuat Doğu’ya yardımcı oldu.
Paşa, Sovyetler Birliği’nin bir gün dağılacağını ve bunu için şimdiden hazırlıklı olmak gerektiğini düşünerek, Sovyetler Birliğini, Sovyet sistemini iyi bilen uzmanlar yetişmesi için çaba harcadı.
Doğu’nun Sovyetler tarafından yönlendirilen darbe teşebbüsünü önleyerek darbecileri tutuklatması bardağı taşıran son damla oldu ve Moskova’nın ülke içindeki uzantıları Paşa’nın tasfiyesi için düğmeye bastı. Sonuçta Fuat Doğu görevden alınarak Lizbon’a büyükelçi olarak atandı.
20 yıl sonra Sovyetler Birliği’nin dağılması ve dağılma sebebinin milliyetler meselesi ile ekonomi olması Fuat Doğu ile Ruzi’yi haklı çıkarmıştı. Ancak MİT’te Doğu’dan sonra gelen yeni ekip, onun başlattığı çalışmaları durdurarak Türkiye’nin Sovyetler’in dağılmasına hazırıksız yakalanmasına sebep oldu.
Kürt Meselesi
Ruzi, Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve savaş yıllarında İngilizlerin Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak için etnik milliyetçilik hareketlerini kışkırttığını biliyordu. Aslında Kürtler ile Türkler, bu coğrafyada yüzyıllardır iç içe yaşıyordu. Osmanlı İmparatorluğunda çeşitli etnik grupların kültürel özerkliği vardı. Herkes kendi dilini konuşma ve kültürünü yaşatma imkânına sahipti. İmparatorluk döneminde Kürt isyanları yok denecek kadar azdı. Alevi Türkmenlerin devletle meseleleri ve merkezi otoriteye karşı isyanları Kürt isyanlarından çok daha fazlaydı. Kürtler ile Türkler, yüzyıllarca birbirlerinden kız alıp vermişler ve karışmışlardı. Kültürel olarak birbirlerinden etkilenmişlerdi. İngilizlerden sonra Rusya meseleyle ilgilenmeye başlamış ve konuyu kışkırtmıştır.
Molla Mustafa Barzani, adamlarıyla yıllarca Rusya’da yaşamış ve büyük himaye görmüştü. Ruzi uzun zaman güneydoğu illerine giderek, orada değişik fikir akımlarına mensup aydınlarla temas etti. Moskova’nın o yıllarda Kürt meselesiyle yakından ilgilendiğini, kadın-erkek yüzlerce Kürt kökenli genci Rusya’ya götürerek eğittiğini tespit etti. 27 Mayıs’tan sonra Kürt kökenli büyük toprak sahipleri askerler tarafından tutuklanıp Sivas yakınlarında bir kampa yerleştirildi. Aralarında Kinyas Kartal da vardı. Serbest bırakılmasının ardından yıllar sonra Ruzi, Kinyas Kartal’la yakın dost oldu. Kinyas Kartal 1900 yılında Gürcistan’da doğmuş, Bakü’de Rus Harp Okulu’nu bitirmiş subay olarak Rus ordusunda görev almıştı. Bağlı bulunduğu Burkan aşireti ile bölgedeki Ermeniler arasında ciddi sorunlar çıkmaya başladı. Ermeniler Rusların desteğiyle Burkan Aşireti’ne saldırınca aşiret Türkiye’ye göç etme kararı aldı. Kinyas da Kızıl Ordu bünyesindeki Ermeni birliklerinden rahatsızdı. Bir Rus generalinin kızıyla 1922 yılında Türkiye’ye kaçarak Van’a yerleşip aşiretinin başına geçti. 1960’a kadar iki kez sürgün edilen Kinyas Kartal, 1960 darbesini takiben kısa süreli tutukluluğunun ardından Demokrat Parti Van milletvekili olarak Meclis’e girdi.
Türkiye’yi kendi vatanları, devleti kendi devletleri kabul eden Kürt kökenli, bölgelerinde etkin ve itibarlı birçok insana yapılan haksızlığı Ruzi’nin anlaması mümkün değildi. Bu büyük hatalar Türkiye’ye büyük zararlar vereceği gibi bu meseleyi tahrik eden bazı devletlerin de ekmeğine yağ sürecekti. Bedirhan aşireti Reisi Hacı Bedir Ağa’nın Milli Mücadele döneminde devlete büyük hizmetleri olmuştu. Said-i Nursi Kuvayı Milliye saflarında yer almış ve Mustafa Kemal’e destek olmuştu. Kinyas Kartal, devlete bağlı, Türkiye aşığıydı. Ruzi’ye “Türkiye olmasaydı Burkan Aşireti Ermeniler tarafından tamamen yok edilirdi. Ben nasıl olur da varlığımı borçlu olduğum Türk devletine ihanet ederim?” diyerek dert yanardı.
İki büyük güç arasında rekabetin devam ettiği Soğuk Savaş yıllarında ABD için önemli olan Türkiye’nin istikrarıydı. O dönemde Kürt ayrılıkçılığını teşvik etmek, ABD çıkarlarına uygun değildi. Ruzi, çözülmediği takdirde gelecekte Türkiye’nin başına büyük dertler açacak Kürt meselesinin varlığını o yıllarda görmüştü. Türk devletinin resmi siyaseti Kürtlerin varlığını inkar üzerine kurmuştu.
Ruzi, Kürt meselesini başbakanlık müsteşarı olduğu dönemde ve Hindistan sürgününden döndükten sonra Türkeş’le konuştu. Her ikisi de var olan bir şeyin inkâr edilerek yok edilemeyeceği konusunda mutabıktı; Kürt meselesi çözülmediği takdirde, Türkiye üzerinde hesabı olan ülkelerin bu konuyu Türkiye’ye karşı kullanacaklarından emindi. Baskı ve inkârın çözüm olmayacağını biliyorlardı. Ruzi yalnızca Türkeş’le değil, görüştüğü istihbaratçılara da bu konuda dikkatli bir şekilde uyarılarda bulundu. Ancak aldığı cevap umut verici değildi. Ruzi’ye “Türkiye’de Kürt yok ki problem olsun. Onlar dağ Türkleridir.” Diyorlardı. Milliyetler meselesi nasıl ki Sovyetler’in en önemli meselelerinden biri ise, Kürt meselesi de Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli meselelerinden biriydi.
Yıllar sonra PKK hareketi başladığında, PKK’nın Türkiye’nin eski müttefikleri tarafından desteklendiğini gören Ruzi, Türk dostlarına, “Eğer Türkiye o zaman bu inkar siyasetinden vazgeçseydi ve son dönemlerde verilen haklar o zaman verilseydi, PKK hareketinin ortaya çıkması mümkün olmazdı.” Demişti.
Türkiye’de Geçen 11 Yılın Özeti
ABD’nin Türkiye Büyükelçiliği’ndeki görevine 1959 yılı sonunda başlayan Ruzi, 11 yıldan fazla bir süre çalıştıktan sonra, 1971 yılında Washington’a döndü.
Ruzi’nin zekâsına ve sağduyusuna hayran olduğu gazetecilerden biri Abdi İpekçi’ydi. Onunla pek çok kez görüşmüşlerdi. Ruzi Türkiye’den ayrıldıktan 9 yıl kadar sonra Abdi İpekçi öldürüldü. Ruzi’ye göre, Abdi İpekçi’nin öldürülmesi Papa 2. Jean Paul’a yönelik suikastla bağlantılıydı. Papa suikastına karışanların, İpekçi cinayetine karışanlarla aynı olması, İpekçi cinayetinin ardında da Rus gizli servisinin olabileceği ihtimalini güçlendiriyordu. Moskova’da birileri Sovyetler Birliği’nin can çekiştiği dönemde Türkiye’de bir iç savaş çıkararak Sovyetler ‘in ömrünü uzatmak istemiş olabilirdi.
Ruzi’ye göre varlığını başka bir ülkenin hizmetine sunan aydın, memleketi için son derece tehlikeli ve zararlıydı. Türkiye’de yaşadığı 11 yıl içinde birçok Türk aydınının yabancıların hizmetinde olduğunu üzüntüyle gözlemlemişti.
Ona göre Türk devletinin en zayıf yönlerinden biri, kurumların yabancı ülkelerin infiltrasyonuna açık olmasıydı. Türkiye’yle ilişkisi olan dost ya da düşman büyük devletler, devletin temel kurumlarına sızmak için olağanüstü çaba sarf ediyordu. Ruzi bu konuda güvenlik kuruluşlarının gerekli hassasiyete sahip olmadığı kanısındaydı. Türk devletinin güvenlik kurumlarının kendi aralarındaki rekabeti bırakıp özellikle bu konu üzerinde ciddiyetle durmaları gerekirdi. Bir devletin istihbarat örgütünün o devletin varlığının ve bağımsızlığının devamında önemli yeri vardı.
Siyasi İslam ve CIA’nın rolü
Siyasal İslam’ın teröre dönük yanını anlamak ve gelecekte bu akımlara karşı doğru ve yerinde tedbirler alabilmek için, onun tarihsel arka planını bilmek büyük önem taşır.
13. yüzyıl İslam bilgini İbn Teymiye ekolüne mensup olan Muhammed bin Abdülvehhab, Suudi Vehhabiliğinin ve İbn Suud tarafından kurulan Suudi devletinin fikri mimarıdır.
20 Kasım 1979’da “İslam’ı saflaştırmak ve Arabistan topraklarını kâfir kraliyet hizbinden ve onları destekleyen dini liderlerden kurtarmak” sloganlarıyla, kanlı bir terör eylemine girişerek Kabe’yi ele geçiren Cuheyman ibni Muhammed ibni Seyf el-Uteybe, Suudi Arabistan’ın resmi dni önderi Şeyh Abdüllaziz İbn Baz’ın öğrencilerinden biriydi.
CIA, Afganistan savaşı sırasında Vehhabilerin yalnızca parasından değil aynı zamanda onların savaşçı özelliğinden de yararlanmak istemişti. Afgan Arapları olarak adlandırılan mücahit grubun liderliğini yürüten Abdullah Azzam, CIA desteği ile Peşaver’de bir irtibat bürosu kurmuştu. Ana görevi Ortadoğu ülkelerinden gönüllüler getirip onları savaşa hazırlamak olan büro, El-Kaide terör örgütünün habercisiydi. O dönemde CIA, radikal İslami akımları Sovyetler’e karşı kullanmak istediğinden, “sürekli cihat” çağrısını diri tutup, Afganistan’da birbiriyle çatışma halindeki etnik grupların tamamını birleştirdi ve onları Sovyetlere karşı son derece başarılı bir şekilde kullandı.
Afganistan savaşı bittiğinde başta “Afgan Arapları” olmak üzere Vehhabi hocalar tarafından yetiştirilmiş o gençler, “ateist Ruslara” karşı zafer kazandıklarından hareketle, kâfirlere karşı cihadın bütün dünyada devam etmesi gerektiğine inanıyorlardı.
İşte 11 Eylül terör eyleminin, sözü edilen İslamcı terörün köklerini ve sebeplerini yalnızca İslam’da değil, aynı zamanda ABD’nin Soğuk Savaş stratejilerinde ve ABD yönetimlerinin kısa vadeli politikalarında aramak gerekir. Evet, ideoloji zemin Vehhabilik ve Selefiyeci İslam’dır. Müslümanların çok küçük bir kısmını oluşturan bu anlayışları esas alarak “Afgan cihadı”nı uluslararası İslami bir “Haçlı Seferi” haline dönüştüren ise CIA’nın bizzat kendisidir.
Soğuk Savaş Bitiyor
80’li yılların ortalarına gelindiğine bütün dünya, insanlık tarihinin gördüğü en büyük siyasi değişimlerin arifesinde bulunuyordu. Fakat Soğuk Savaş’ın başoyuncuları CIA ile KGB bundan haberdar değildi. 1985-1986 yıllarında CIA’nın Sovyetler Birliği ve diğer Doğu Avrupa ülkelerindeki casusluk ağı KGB tarafından tamamen çökertilmişti. Sovyetler Birliği ve diğer Doğu Avrupa ülkelerindeki CIA casusları birbiri ardına tutuklanıp idam edildi.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlayan Soğuk Savaş, her türlü kanunsuzluğun meşru kabul edildiği, yüzlerce ajanın öldürüldüğü, kapalı operasyonlarla tarafların birbirlerini zayıflatmaya, istikrarsızlaştırmaya çalıştığı kirli bir savaştı. Bu, terörün dahi meşru sayıldığı, hatta tarafların bir diğerine zarar vermek için teröristler yetiştirdiği bir dönemdi. Herkesin kendi teröristini kahraman kabul ettiği zamanlardı. Batı’ya büyük zararlar veren Çakal lakaplı Carlos, komünist dünya için kahraman, Batı dünyası içinse kanlı bir caniydi. Soğuk Savaş sonrası ABD’nin başına bela olan Usame bin Ladin, Afganistan savaşı sırasında CIA desteği ile gelişmiş ve büyümüştü.
Soğuk Savaş’ın sonunu getiren istihbarat örgütlerinin kazandıkları zaferler değil, Sovyet İmparatorluğu’nun iç dinamikleriydi. Soğuk Savaş, kanlı bir sıcak savaşın ardından ABD’nin barış beklediği bir dönemde başlamıştı.
ABD ve CIA, dünyanın her köşesinde önemli yenilgiler yaşıyor, bütün dünyada Amerikan karşıtlığı yükseliyordu. Sanki Sovyetler Birliği önündeki bütün engelleri aşmış, dünyanın tek süper gücü olma yolunda önemli mesafeler kat etmişti. Sovyet devleti, ABD yöneticilerinin yarım yüzyıla yakın bir süredir süregelen bu çatışmanın daha uzun yıllar devam edeceği varsayımıyla geleceğe hazırlandığı bir dönemde, beklenmedik bir şekilde çökmeye başladı.
ABD Başkanı Reagan Sovyet ekonomisinin çöktüğünü ve bu çöküşün asıl sebebinin de silahlanma yarışında Sovyet ordusu için bütçeden ayrılan payın çok yüksek olduğunu biliyordu. Uzmanları sayesinde milliyetler meselesinin Sovyetlerin en ciddi meselesi olmaya devam ettiğini de öğrenmişti. Sovyet yönetimi, rejim muhaliflerinin küçük ve etkisiz bir azınlık olduğunu söylese de gerçeğin tam tersi olduğunu, muhaliflerin sisteme karşı olan büyük halk kitlelerinin küçük bir örneği olduğunu biliyordu. Reagan başkanlığı döneminde Sovyetlerin bu üç önemli meselesini acımasızca kullanmıştı. Soğuk Savaş’ı zaferle bitirme konusunda son derece kararlıydı. Bunun için atılması gereken ilk adım, savunmayı bırakıp ideolojik saldırıya geçmekti.
Çöküş
Sovyetler Birliği’ne ölümcül darbeyi Gorbaçov’un başlattığı reformlar vurdu. Glasnost ve Perestroyka, yıllardır devleti ayakta tutan, siyasi ve toplumsal hayatın her yanını kontrol eden tek parti diktatörlüğünün halk tarafından sorgulanması sonucunu doğurdu.
CIA, zaman zaman ağır eleştirilerin hedefi olmuştur. Ancak, başkan olur olmaz sert bir ideolojik saldırıya kalkıp Stratejik Savunma İnisiyatifi’ni (SDI) başlatarak Sovyetler Birliği’ne ölümcül darbeyi vuran Ronald Reagan’ın, bu adımları CIA’nın verdiği bilgiler ve analizler ışığında attığını unutmamak gerekir. Burada kastedilen, tek kutuplu dünyada ABD’nin izlediği dış siyaset, dünyanın çeşitli bölgelerinde yürüttüğü savaşlar ve bu siyaset gereği düzenlenen CIA operasyonları konusunda olumlu veya olumsuz bir yargıda bulunmak değil, savaşın galibinin ABD olduğunu vurgulamaktır.
40 yıldan daha fazla bir süre devam eden Soğuk Savaş, ABD’nin zaferiyle sonuçlandı ve 1991 yılında Sovyet İmparatorluğu paramparça oldu. Ruzi 50 yıl süresince Sovyetler Birliği’nde yaşayan Rus olmayan halkların, kendi bağımsız devletlerini kurma isteklerinin hiçbir zaman yok olmadığını iddia etmişti. Tarihi gelişmeler onu haklı çıkardı.
Bütün siyasi hayatlarını Komünist Parti içinde geçirmiş ve parti içinde yükselmiş, Rus olmayan önemli parti üyeleri, 1991 yılında kendi halklarının önünde bağımsızlık bayrağını taşıyarak birkaç ay içerisinde, 300 yılda savaşlarla, kanla kurulan bir imparatorluğu paramparça ettiler. Tarihi gelişme süreci, Türkiye’de bir görüşmesinde, “Bırakın bunları Ruzi, bırakın bu ham hayalleri. Onların hepsi artık Rus oldu.” Diyen İsmet İnönü’yü değil, 25 yaşında kader rüzgârlarının ülkesinden kopardığı ve 50 yıl inandığı hedefe doğru koşan Ruzi Nazar’ı haklı çıkarmıştı.
Darbelerle iktidar olan Komünistlerin darbeler sırasında katlettiği insan sayısının 5 milyondan daha fazla olduğunu görüyoruz. Yönetime geldikten sonraysa sistemin yerleşmesi için 3 ila 5 milyon arasında eski subay, eski bürokrat, aristokrat, toprak sahibi, din adamı ve kapitalist katledildi. Tarım arazilerinin devletleştirilmesi sırasında 10 milyon civarında çiftçinin kurşuna dizilerek veya çalışma kamplarında öldürüldüğünü öğreniyoruz. 30’lu yılların sonuna doğru, Komünist Parti’den atılan bir buçuk milyon insan ortadan kaldırıldı. İnsanlık tarihinin gördüğü benzerlerine ancak Nazi Almanyası’nda rastlanan toplama kamplarında milyonlarca insan hayatını kaybetti. Sovyetler Birliğinde 70 yıl boyunca öldürülen toplam insan sayısının 30 milyondan fazla olduğu tahmin ediliyor. Bu sayıya 1917 Ekim devriminden sonra çıkan iç savaşta ve ikinci dünya savaşı sırasında hayatlarını kaybedenler dâhil değildir.
Özbekistan
1991 yılı Eylül ayında bağımsızlığını ilan eden Özbekistan ABD tarafından henüz tanınmamıştı. Washington, Özbekistan’ı tanıma konusunu ağırdan alıyordu. 1992 başında Özbek yönetimi Ruzi’den Özbekistan’ın ABD tarafından tanıması noktasında yardım istedi. Bu Ruzi’nin son operasyonlarından biri olacaktı. Ruzi, dostlarıyla görüşüp Taşkent’e gizli bir heyet gönderilmesini sağladı. Bu gizli bir misyondu. Dört kişilik heyet, İstanbul üzerinden Taşkent’e geldi. Heyet burada devlet başkanı düzeyinde görüşmeler yaptı. Washington’a döndükten bir hafta sonra da ABD, Özbekistan Cumhuriyetini bağımsız bir devlet olarak tanıdı.
İstanbul ile Taşkent arasında doğrudan uçak seferleri 1992 yılı başında başlamıştı. Orta Asya cumhuriyetleri bağımsızlıklarını ilan etmiş, Birleşmiş Milletlere üye olmuş ve dünyanın birçok ülkesi tarafından bağımsız devletler olarak tanınmıştı. Ruzi artık doğduğu, çocukluk ve ilk gençlik yıllarını geçirdiği vatan topraklarını ziyaret edebilirdi. Ruzi,Mayıs ayı başında oğlu Erkinle birlikte İstanbul’a geldi. Türkiye’deki dostları tarafından havalimanında sevgi ve saygıyla karşılandı. Oldukça heyecanlıydı. 50 yıldan fazla bir süredir ayrı kaldığı vatan topraklarına dönüyordu.
Sonsöz
Türkistan cumhuriyetlerinin Tekbaşlarına tarih sahnesinde varlıklarını devam ettirme şansları yok denecek kadar azdır. Ancak aralarında iktisadi, kültürel ve siyasi entegrasyonu gerçekleştirmeleri halinde tarihteki birbirini tamamlayan güçler olarak yaşamaya devam edebilirler. Hem üretim ve kaynaklar olarak hem kültürel olarak Türkistan halkları birbirini tamamlayıcıdır.
Geçen asrın başında bütün Türkistan’da son derece güçlü olan kabilelerin tamamından bir Türkistan milleti ve bu toprakların tamamı üzerinde bir Türkistan Devletler Federasyonu yaratmaya yönelik Cedidizm akımı, son dönemde genç kuşaklar arasında her gün biraz daha güç kazanmaktadır.
1500 yıldır var olan Türkistan fikri ve ideali için destani bir mücadele verildi. 18. 19. Ve 20. Yüzyıllarda bu ideal için milyonlarca insan kan döktü. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Sovyet Kızıl Ordusu saflarında vatanları Türkistan Cumhuriyetlerini Nazi saldırganlarına karşı korumak için milyonlarca genç can verdi.
Aşırılığın ve terörizmin ideolojik zenginliği Taliban / El-Kaide anlayışıdır. Türkistan’daki din anlayışı yüzyıllardan beri katı yorumlara, Vehhabiliğe karşı olmuştur. Türkistan tarih boyunca dinlerin ve inanç sahiplerinin barış içinde bir arada yaşamasından yana olan hoşgörülü İslam anlayışının beşiği olmuştur. Türkistan, Türk tasavvufunun ana damarlarının kaynağıdır. Nakşibendilik, Mevlevilik, Bektaşilik Türkistan kaynaklıdır. Türkistanlı Hoca Ahmet Yesevi, “ Garip fakir yetimlerin başın sıvazlayıp, gönlü katı insanlardan kaçtım işte.” Der. Yesevi okulunun Anadolu’daki takipçilerinden Yunus Emre “Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan / Halka müderris olsa hakikatte asidir.” Der.
Ruzi’ye göre Türkistan’da yeniden hayat bulması gereken din anlayışı işte Yesevi’nin bu Türkistan İslam’ıdır
Ruzi’nin Türkistan gençlerine vasiyeti şudur: “Türkistan’da iktisadi, kültürel ve siyasi entegrasyonu tamamlayın, Türkistan Devletler Birliği’ni kurun. O topraklarda yeniden geçmişte olduğu gibi özü sevgi ve hoşgörü olan Türkistan İslam’ını hâkim kılın.
.
SASAM Stajyeri – Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğrencisi
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.
Sahipkıran AKADEMİ kategorisinde yayınlanan diğer yazılar için tıklayınız.