Kitabın yazarı Emre Kongar, bu kitabı resmi tarihin eksik bıraktığı yönleri tamamlamak ve ona karşı çıktığını öne süren ama daha büyük yanlışlar-saptırmalar yapan ‘gayri resmi tarih’ tezleri karşısında, gerçekleri anımsatmak için yazdığını ifade etmektedir. Kitapta başlıklar halinde farklı konulara değinilmiş ve olaylar anlatılmıştır. Aşağıda yer alan ifadeler, yazarın görüşleridir.
Resmi tarihe göre 751 yılındaki Talas Savaşında Türkler, Çinlilere karşı Araplara yardım etmişler, Araplar böylelikle savaşı kazanmışlar Türklerde bu yakınlaşmadan sonra zaten eski dinleri Şamanizm’e yakınlığından dolayı Müslümanlığı kabul etmiştir. Oysa Türklerle Araplar, Talas savaşından çok daha önce kanlı çatışmalarla karşılaşmışlardır. 700’lü yıllarda Horasan, şiddetli çatışmalara tanık olmuş Türklerin Araplar tarafından kılıçtan geçirildiği olaylar olmuştur. Yani Türklerin büyük ölçüde yenilgiler sonunda Müslümanlığı kabul ettikleri, tarihsel bir gerçektir. Talas savaşı da resmi tarihte çarpıtılarak anlatılmaktadır.
Resmi tarihte Türklerin Müslümanlığa katkıları üzerinde pek durulmaz. O dönemde inançla siyaset arasında ayrım yapılmadığından, tüm savaşlar din adınaydı. Hz. Muhammet komutasında yapılan savaşlar, mezhep savaşları, Kerbela olayı, bunlara örnektir. Temelinde din olan iktidar çatışmaları, İslam halifelerine zulümlerin yapılmasına neden olmuş sonunda Abbasi halifesi Kaaim Biemrillah Türklerin yardımına sığınmıştır. 1055’te Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, Büveyhoğullarının elinde olan Bağdat önlerine gelir. Zulümden bıkmış olan Halife, kurtulmak için henüz Bağdat’a girmeyen Tuğrul Bey adına hutbe okutur. Böylelikle, İslam’da din işleri başkanı ile yönetim başkanı ayrılmış oldu. Bu, laiklik açısından önemli bir adımdır. Gerek Selçuklular gerek Osmanlılar, şeri hukukun yanında bir de örfi hukuk alanı düzenlemiştir.
Cumhuriyet’i kuran M.K. Atatürk ve arkadaşları, Müslüman bir toplumda ilk kez laik düzene dayalı devlet oluşturdular. Böylece Tuğrul Bey ve Alparslan’la başlayan, Fatih Sultan Mehmet’le gelişen laikleşme süreci, Atatürk’le noktalandı ve Türklerin laikliğe katkısı, dünya tarihinde yerini almış oldu.
Osmanlı döneminde Alevi-Bektaşi kültürü, sürekli olarak zulme uğramıştır. Celali isyanları anlatılırken, mezhep çatışmalarına ve Bektaşilerin rolüne pek değinilmez. Kuyucu Murat Paşa, celali ayaklanmasını bastırırken, kellelerini keserek binlerce Alevi ve Bektaşiyi kuyulara doldurmuştur. Resmi tarih, celali ayaklanmasını Osmanlının yönetim zayıflığına bağlar en çok. Fakat dönem, mezhep ve dinlerin siyasal parti işlevi gördüğü bir dönemdir ve bu, sadece Osmanlı için de geçerli değildir elbet. 1970li yıllarda bile Sivas, Kahramanmaraş, Çorum gibi illerde mezhep çatışmaları yaşandı.
Resmi tarihin değinmediği bir mezhep çatışması da, yeniçerilerin ortadan kaldırılmalarında yaşanmıştır. Katledilme korkusuyla Bektaşilere sığınan yeniçeriler, tekkelerde basılıp öldürüldüler. Tekkeler kapatılıp, Bektaşi babaları sürüldü. Dürrizade, Mustafa Kemal ve arkadaşlarını idama mahkûm ederken; Börekçizade Rifat ile Alevi Bektaşi toplumu, kurtuluş savaşını desteklemiştir. Resmi tarih, bu husus üzerinde de pek durmaz.
Papa liderliğinde örgütlenen Haçlı orduları, Kudüs yerine 1204’te Bizans’a yönelir ve İstanbul’u fetheder. İstanbul’un zenginliği, askerlerin gözünü döndürür ve Kudüs yerine orayı tercih ederler. İlk iş olarak yağmalamalar başlar, şehir talan edilir. Ayasofya’ya katırlar ve fahişelerle girerek yağmalar ve mahvederler. Anadolu’da Türklerin ilerleyişini durdurmak için kurulan haçlı orduları, Bizans’ı çökerterek Anadolu’daki Ortodoks hristiyan denetimini zayıflatır ve Türklerin ilerlemesini kolaylaştırır. Bu noktada resmi tarih, Horasanlı Gazi Dervişlerin kahramanlıklarına değinir sadece (bunlar tamamen doğrudur) ama Bizansın güçsüzleşmesi etkisine pek değinilmez.
Osmanlılara imparatorluk yolunu açan olay, beyliğin Trakya’ya geçmesi ve Rumeli zenginliklerine ulaşmasıdır. Bu da doğrudan Bizans desteğiyle olmuştur. Bizans, Yuannis Paleolog ve Yuannis Kantakuzen adlı iki imparator adayının rekabetini yaşıyordu. Kantakuzen, Orhan Bey’den yardım ister, Orhan Bey de kızı Theodora ile evlenmek şartıyla yardım eder. Kayınpederine Sırplar ve Bulgarlarla olan savaşta da yardım ederek Çimpe Kalesini alır ve Trakya’ya ulaşmış olur. Resmi tarih, Ankara Savaşı konusunu da pek aydınlatmamıştır. Oysa Türk İslam tarihinin önemli dönüm noktaları, Türk beyleri arasındaki çatışmalarla olmuştur. Ankara savaşında Yıldırım Bayezit, Timur’un fillerinden dolayı değil ordunun sol kanadındaki Kara Tatarların arkadan saldırması, sağ kanattaki Aydın, Germiyan, Saruhan, Menteşe beyliklerinin Timur’un yanına geçmesi nedeniyle yenilmiştir.
Hurufilik: kendini son peygamber ilan eden Şihabeddin Fazlullah tarafından kurulmuştur. Harflerin Allah görüntüsü olduğu inancına dayanırlar. İnsanın yüzünde de Allah yazdığına inanırlar. 1394’te Fazlullah öldürüldü ama Hurufilik yayılmaya devam etti. Hurufiler, iktidarı da ele geçirmek istiyorlardı. Fatih sultan Mehmet zamanında iyice yayılarak saraya da sızdılar. Bunu öğrenen Edirne’de müftü olan Fahreddin Acemi, derhal yakılmaları için fetva verir ve bizzat kendisi de yakar. Bu konu, resmi tarih tarafından göz ardı edilir. Ancak bu dönemin siyasi koşulları içinde son derece normaldir.
Takiyettin, Mısır’da doğmuştur. Tennis kadılığına atanmıştır. 25m derinlikte kuyu kazdırarak gözlemler yapmıştır. İstanbul’a gelmiş ve Müneccimbaşılığa atanmıştır. Dönemin padişahı 3.Murat’a yeni gözlemler gerektiğini belirten rapor sunmuş, bunun üzerine 3. Murat, sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’yı görevlendirmiş, 1575’te Batı’dakilerden aşağı kalmayan bir gözlemevi inşa edilmiştir. 15 başka bilginle beraber önemli çalışmalar yapılmıştır, fakat çekemeyenler olmuştur sarayda. 1578’de veba salgını olunca, gözlemevinin uğursuzluğu olduğu söylenmiştir. Sonunda 1580’de 3. Murat, Kaptanıderya Kılıç Ali Paşayı görevlendirerek rasathaneyi top ateşleriyle yıktırmıştır.
Resmi tarihte Kırım savaşı, Osmanlının Rusları yenilgiye uğratması üzerine anlatılmaktadır. Fakat Kırım savaşı, Osmanlının mali, siyasi ve fiili çöküş sürecini başlatmıştır. Olayın temelinde ‘doğu sorunu’ yatmaktadır. Osmanlı üzerinde emelleri olan Fransa, İngiltere, Almanya ve Rusya, rekabet içindedir. Kırım savaşı, İngilizlerin Rusya’yı kışkırtması olarak anlatılmaktadır fakat aslında Rusya, Osmanlı üzerindeki İngiliz etkisini kırmak (1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması, 1839 Tanzimat Fermanı) ve kendisi etkili konuma gelmek için savaşmıştır. Osmanlı, 1854’te Kırım savaşında ilk dış borcu almıştır fakat bundan önce de İngilizler borç vermek için çok uğraşmış, bunun için David Urquhart görevlendirilmiştir. Kırım savaşında İngiltere ve Fransa, Osmanlı yanında savaşa girer ve Osmanlı ilk dış borcunu alır. Bundan sonra borç sarmalı başlayacak, Osmanlı borçlarını ödemek için bile borç alır hale gelecektir. Bundan dolayı yazar, Osmanlı İmparatorluğunun yıkılış tarihini Borçlar Yönetimi’ni (Duyun-u Umumiye İdaresi) kuran Muharrem Kararnamesi’nin ilan edildiği 20 Aralık 1881 olarak görür.
İmparatorluğun alacaklıları, Duyun-u Umumiye ile devletin en önemli gelirlerine el koydu. Memurlar, jandarmalarla beraber vergileri topluyor, ürünlere el koyarak gerekli tahsilâtı yapıyordu. Osmanlı, kendi memurlarına para ödeyemezken, Duyun-u umumiye memurları; 2000 İngiliz lirası maaş alırdı. Çünkü borç ödemesi, tahsilâttan masraflar düşülerek yapılırdı. Muharrem Kararnamesi’nin yayınlanma tarihi olan 1881’den 1.Dünya Savaşı sonuna 1918’e kadar geçen 37 yıl boyunca, Osmanlının yaşamasının nedeni, İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya arasında Doğu Sorunu’nun çözülememesidir. Osmanlının borçlarını yalnızca Türkiye Cumhuriyeti ödemedi; İtalya, Filistin, Suriye ve Lübnan, Irak, Ürdün, Maan, Bulgaristan ve Yugoslavya’da ödemişlerdir.
Gayri resmi tarihin belirttiği çöküş nedenleri, sorunu anlatamamaktadır. Bunlardan bazıları; Osmanlının dini taassuba gömülmesi, imparatorluğun doğal sınırlarına ulaşmış olması veya padişahların yabancı kadınlarla evlilik yapmalarıdır. Oysa durum, böyle değildir. Çöküşü hızlandıran sebeplerin başında İstanbul’un fethedilmesi sonucu önemli yolları kaybeden Batının, yeni yer arayışına girmesi ve Amerika’nın keşfedilmesidir. Osmanlı, Avrasya’yı elinde bulundurduğu için, bunu yeterli görmüş ve Amerika’daki gelişmelerden uzak kalmıştır. Çöküşe neden olan bir başka neden; Osmanlı devlet yapısı, ekonomisi ve siyasetinin değişmezlik üzerine kurulu olmasıdır. Bireylerin iktidara ortak olmasını güçlendirecek özel mülkiyet yoktur. Ticaret, Hıristiyanların elindedir, ordu ise devşirmelerden oluşmaktadır, yeniçeriler tımar sistemine tabidir. Milliyetçilik akımı ve kapitülasyonlar da çöküşe neden olan nedenlerdendir.
Ermeni sorununda kilit kelime, “soykırım”dır. Soykırım terimi; faşist Almanya’nın II. Dünya Savaşı’nda Yahudilere uyguladığı katliamın özel adıdır. Soykırımın olabilmesi için: 1) Katliamın resmi devlet politikası olarak yapılması 2) Bunun tek bir yerde değil, ülke çapında uygulanması 3) Bir defa değil, sürekli yapılması şartlarının bulunması lazımdır.
I.Dünya Savaşı sırasında Rusya ile işbirliği yapan Ermeniler, isyana ve savaşa başlamış ve milliyetçilik akımının etkisiyle Türklere ve Kürtlere karşı katliama girişmiştir. Doğu cephesinde savaşmakta olan orduya arkadan saldırmamaları için, Tehcir Yasası çıkarılmış ve Suriye’ye göç ettirilmişlerdir. Can ve mal güvenliklerinin sağlanması için kanunlar çıkarılmıştır, fakat gerek savaş koşulları, gerek Ermenilerle olan problemler yüzünden, gerekse salgın hastalıklar nedeniyle yolda sürgün edilen bir milyon Ermeni nüfusunun yarıya yakını ölmüştür veya öldürülmüştür.
Mondros Ateşkesiyle İstanbul’u işgal eden müttefikler, tutukladıkları Osmanlının ileri gelenlerini Ermeni sorunu yüzünden yargılamak istemiş ve Malta’ya sürmüşlerdir. İngiliz başsavcılığı, katliam hakkında resmi belge isteyince böyle belgeler bulunamamıştır ve Malta sürgünlerine dava açılamamıştır.
Batı kaynakları, 1.5 milyon Ermeninin katledildiğini yazmaktadır fakat 1918’de Boğos Nubar Paşa’nın Fransız dış işlerine verdiği raporda; bu sayı 600-700 bin civarıdır. Türkiye’nin bağımsızlık savaşında, Batılı devletlerin yanında Ermeni çeteleriyle de savaşılmıştır. Ermeni olaylarının soykırım olmadığının en güzel kanıtıdır bu. Hangi ülkede soykırıma uğradığını iddia eden bir azınlık, düzenli ordulara katılarak içinde yaşadığı devletle savaşmıştır? Fransa ve İsviçre gibi ülkelerde ‘Ermeni soykırımı yoktur’ demek bile yasaklanmıştır.
II.Abdülhamit, ülkede keyfi ve baskıcı yönetim uygulayan bir diktatör olarak anılmaktadır. Bunun nedeni Mithat Paşa ve arkadaşlarınca meşrutiyeti ilan etmesi koşuluyla tahta çıkmasına rağmen, Mithat paşayı sürgüne yollayıp, Anayasayı rafa kaldırıp, ülkeyi 30 yıl tek başına yönetmesidir. Resmi tarihin bu yaklaşımı, ona Kızıl Sultan diyenleri destekler. Abdülhamit döneminde 93 Harbi denilen 1877–1878 Osmanlı-Rus savaşı yapılmıştır. Milliyetçilik akımları ve Panslavizm, ülkeyi etkisi altına almıştır. Rusların ilerlemesi üzerine, Osmanlı barış istemiş ve Ayastafanos Anlaşması ile Karadağ, Sırbistan, Makedonya Ruslara verilmiş ve Bulgaristan kurulmuştur. Abdülhamit, savaşı bahane ederek Meclis-i Mebusan’ı dağıtmıştır. İngilizler Kıbrıs ve Mısır’ı, Fransa Tunus’u, Yunanistan Girit adasını, Avusturya Bosna Hersek’i işgal etmiş önemli toprak kayıpları olmuştur. Bu kayıpların esas nedeni, endüstrileşmenin kaçırılmış olması ve milliyetçilik akımlarıdır ama Abdülhamit’e çöküşü engelleyen bir ulu hakan da denilemez.
Abdülhamit, yabancı sermayelerle demiryolları ve telgraflar yaptırmıştır. Basını sıkı denetim altına almış, büyükçe olan burnu nedeniyle yıldız ve burun sözcüklerini sansürlettirmiştir. Aydınlar tarafından yapılan baskı ve tehditler sonucu, II. Meşrutiyet’i ilan etmiştir. Askerlerin Şeriat isteriz diyerek 31 Mart ayaklanmasını yapmalarıyla tahttan indirilmiştir. Dönemin koşullarına baktığımızda, Abdülhamit’e Kızıl Sultan da denilemez. Çöken bir imparatorluğu yönetmeye çalışan ve dönemin koşulları içinde başarısız olmaya mahkûm bir padişahtı denilebilir.
Vahdettin, Kurtuluş Savaşı karşısında tercihini İngilizlerden yana kullanmış, Kurtuluşun İngilizlerde olduğuna tüm iyi niyetiyle inanmıştır. Bu inancı, onu Kurtuluş Savaşına karşı mücadeleye götürmüştür. Dönemin nesnel tarihine bakarsak; Mondros Ateşkesi imzalanıyor. 24 Kasım 1918’de Vahdettin’in İngiliz The Daily Mail gazetesi muhabiri Ward Price’a yaptığı açıklamada; ‘İngiliz milletine karşı beslediğim sevgi ve hayranlığı, babam Abdülmecit’ten miras aldım’ demiştir. 10 Ocak 1919’de İngiliz Komiseri Calthorpe, Londra’ya gönderdiği gizli mesajında şunları yazmıştır: ‘Padişah, tüm umudunu İngiltere’ye bağladı. Her istediğimiz kimsenin tutuklanıp cezalandırılmasına razı. İngiliz Hükümetinin halifelik makamında kalması için kendisine yardım edip etmeyeceğini soruyor.’ Hükümeti kurmasından 5 gün sonra Sadrazam Damat Ferit, İngiliz Yüksek Komiserliği’ni ziyaret ediyor ve Yüksek Komiser Vekili Amiral Webb bu ziyareti Londra’ya şöyle bildiriyor: ‘Daha önce özel olarak bana iletmiş olduğu, kendisi ve efendisi Padişah’ın Allah’tan sonra İngiltere’ye umut bağladıkları yolundaki güvencesini birçok kez tekrarladı. Bu mesajı size iletmemi arzuladı.’
6 Mart 1922’de Londra konferansına gidecek heyeti temsil eden Yusuf Kemal Tergirşenk, önemli evrakların bulunduğu çantasını İstanbul’da eşinin babasının evine bırakmış ve başka yerde kalmaktadır. Bunu öğrenen Vahdettin’in hafiyeleri, eve gizlice girerek çantayı alır, belgelerin fotoğrafını çekip İngiltere’ye gönderirler.
26 Mart 1922’de Vahdettin, İngiltere ile özel ve gizli anlaşma isteğinde bulunur. Büyük taarruzun zaferle sonuçlanması ve saltanatın kaldırılması üzerine Vahdettin, Malaya denilen İngiliz savaş gemisiyle ülkeden kaçar ve 1926’da San Remo’da ölür.
Yazar, konunun sonunda Vahdettin’in tabii ki düşman tarafından yetiştirilmiş bir casus veya hain olmadığını, fakat Kurtuluş Savaşı’na karşı tercihini İngilizlerden yana kullandığını belirtiyor.
I. Dünya Savaşı sırasında ABD ve Türkiye, birbirlerine savaş açmamıştır. Lozan Barış Anlaşması’ndan sonra ABD-Türkiye arasında Lozan’da Dostluk ve Ticaret Antlaşması imzalandı. Antlaşmada; vatandaşların karşılıklı durumları, kapitülasyonlar, birbirlerine en çok gözetilen ülke statüsünün tanınması gibi maddeler yer alıyordu. Anlaşmanın imzalanması ile Amerika’daki Ermeni Lobisi ayaklandı ve Lozan’a Hayır kampanyası başlattı. Komite liderlerinden birisi Vahan Kardaşyan isimli Ermeni avukattı ve çok ağır propaganda içindeydi. 1923’te başlayan Lozan tartışması, 1926’ya kadar sürdü. İktidardaki Cumhuriyetçi Parti, Hükümet, Dışişleri Bakanlığı, Ticaret Odaları ve Türkiye’deki Amerikan misyonerleri anlaşmanın onaylanmasını savunuyordu. Muhalefetteki demokrat parti, kilisenin bir bölümü, Ermeniler, Rumlar ise reddedilmesini ve Türkiye ile ilişki kurulmamasını istiyordu. Sonunda anlaşma, senatodan geçemedi ve reddedildi. 17 Amerikan gazetesi kararı alkışladı, 75 gazete ise tepki gösterdi.
Karar üzerine Türkiye’nin tepkisini engellemek için Amiral Bristol, Türkiye’ye gönderildi. Oysa Türkiye sert tepki vermedi, çünkü bu kararın hükümetin görüşlerini yansıtmadığını biliyordu. Karşılıklı ilişkileri düzenlemesi amacıyla bir Modus Vivendi (geçici anlaşma) yapıldı. Ermeni lobisi, bu defa Modus Vivendiyi aşırı tepkiyle karşıladı. Joseph C. Grew, ABD’nin Türkiye büyükelçiliğine atandı, Ahmet Muhtar Bey de Washington büyükelçiliğine atandı.
Resmi tarih, Kurtuluş Savaşı’na katılan herkesin, halkın ve komutanların cumhuriyetçi olduğu gibi bir izlenim vermektedir fakat öyle değildir. Halkın cumhuriyet gibi bir tercihi yoktur, çünkü asırlardır Hilafetle yönetilmektedirler. Onların amacı Halifeliği de içine alan bir Kurtuluş mücadelesidir. M.Kemal’in silah arkadaşları, onun cumhuriyetçi eğilimlerini sezdikçe hilafetten yana tavır koymuşlar fakat zaferler kesinleştikçe Cumhuriyet’e istemeyerek boyun eğmişlerdir.
Kurtuluş Savaşı kazanıldığında, M. Kemal’in önünde Hilafet, Komünizm, Faşizm ve Cumhuriyet seçenekleri vardı. M. Kemal, içlerinden en zor olanını seçti. Yüzyıllardır kul olma bilinciyle yaşamış insanlara vatandaşlık bilinci verilecekti. Türkiye’de demokrasi bilinci, yukarıdan aşağıya devrimlerle gerçekleştirilmiştir.
Demokrat Partinin iktidardan düşürülmesinden sonra gelen partiler, onun devamı niteliği taşımış ve hem Demokrat Partiyi hem de Adnan Menderes’i gerçeklerden uzak bir şekilde yüceltmişlerdir. DP kapatıldıktan sonra kurulan Adalet Partisi ve 1980 darbesiyle AP kapatıldıktan sonra kurulan Doğru Yol Partisi, doğrudan doğruya DP’nin devamıdır. Süleyman Demirel ve Tansu Çiller, Menderes’in halefleridir. Menderes’in idamı, şüphesiz bir siyasal cinayettir fakat bu, ona mazlum kimliği kazandırmış ve şehit mertebesine yükseltmiştir. Bu, onun demokrasiyi rafa kaldırmış olduğu gerçeğinin önüne geçmiştir. DP, muhalefet hakkını kısıtlamış, CHP’nin mallarına el koymuş, basın özgürlüğü ve pek çok hakkı kısıtlamış, hapishaneleri gazetecilerle doldurmuş, üniversitelerdeki bilim özgürlüğüne müdahale etmiş, ispat hakkı isteyen basın ile “İsmail hakkı mı o da ne?” diyerek dalga geçmiş, kendisine oy vermeyen Kırşehir ilini ilçe yapmıştır.
“Odunu aday göstersem milletvekili seçtiririm” diyerek, milletvekillerini nasıl bir gözle gördüğünü ifade etmiş ve partisine “siz isterseniz hilafeti bile geri getirirsiniz” diyerek laikliğe ve demokrasiye inancı olmadığını ortaya koymuştur. Üniversite hocalarına kara cüppeliler, orduya battal gazi ordusu ve “Ben orduyu yedek subaylarla bile yönetirim” diyerek üniversiteyi ve orduyu aşağılamıştır.
Said Nursi’nin elini öperek siyaseti din üzerinden götürdüğünü göstermiştir. En sonunda sivil bir darbe yaparak mecliste kurduğu komisyonla demokrasiye tamamen son vermiştir. 27 Mayıs askeri darbesi, Menderes’in sivil darbesine karşı ‘demokrasiyi korumak için’ yapılan karşı eylemdir ama siyasal idamlarla ve askerlerin yönetime müdahalesinin önünü açmasıyla çok olumsuz sonuçlar doğurmuştur.
DP’nin Mecliste kurduğu Komisyonun görevi; Muhalefetin rejim aleyhtarı faaliyetlerini araştırmaktı. CHP yargılanacak ve büyük olasılıkla kapatılacaktı. Menderes’in yüzde elli üzerinde olan oy oranı, 1957 erken seçimlerinde yüzde ellinin altına düşmüştü. CHP, kapatılacak ve seçimlere rakipsiz girerek iktidarını sürdürecekti. Demokrat Partinin 1950’de seçimleri kazanmasındaki başarı, Menderes’in değil, İsmet İnönü’nündür. İsmet İnönü, demokrasiyi kurmuştur. Peki, neden İsmet İnönü’nün kararıyla çok partili döneme geçilen Türkiye’de bundan yararlanarak iktidara gelen DP ve lideri Menderes, demokratik süreci desteklemedi? İlk olarak; DP yöneticileri, tek partili dönemin CHP’sinde yetişmişlerdir ve tek parti uygulaması geleneğinden kurtulamamışlardır. İsmet İnönü, çok partili rejime geçişte yalnızdır çünkü kimse buna inanmamaktadır. İkinci olarak 1950 Türkiye’si demokratik bir rejim bilincine ve bunu sağlayacak alt yapıya sahip değildir. Üçüncü neden ise Türkiye’yi etkisi altına alan Soğuk Savaş, anti-komünist niteliğiyle dinci ve muhafazakâr ideolojilere ve siyasete destek vermektedir.
Yazara göre Demokrat Parti ve Menderes, ellerine geçen ‘demokrasiyi geliştirme’ fırsatını çöp sepetine fırlattılar ve böylece hem kendilerine, hem ülkeye yazık ettiler.
Çok partili dönemde ilk askeri müdahale, DP yönetiminin rejimi yozlaştırmasına karşı yapıldı ve dünyadaki diğer askeri müdahalelerden farklı olarak demokrasiyi rafa kaldırmak için değil, demokrasiyi işletmek için gerçekleştirildi. 27 Mayıs askeri müdahalesinin hazırlattığı 1961 Anayasası, bugün bile dünya anayasaları içinde en demokratik olma özelliğini korumaktadır. 1950’de iktidara gelen Demokrat Partinin demokrasiyi geliştirmemesinin asıl nedeni; Türkiye’de demokrasiyi kuracak ve koruyacak sermaye ve işçi sınıfının olmamasıdır. Menderes, işçilere haklarını vereceğini vaat etmiş, daha sonra bunu yapmamıştır. Ama buna rağmen 1954 seçimlerinde oy oranı artmıştır. Çok partili hayatımızın ilk askeri darbesi, bu koşullarda sivillerin demokrasiyi rafa kaldırma çalışmalarına engel olmak için yapılmıştır.
27 Mayıs askeri darbesinden sonra 1961 de yeni seçimler yapıldı ve hiçbir parti çoğunluğu alamadığı için, en çok oyu alan CHP’nin lideri İsmet İnönü başkanlığında yeni sivil hükümet kuruldu. Askerler, sözlerini tutmuş ve demokratik bir anayasa uygulamaya koyarak yönetimi sivillere bırakmışlardı. Darbeyi yapan askerler, sadece ordu hiyerarşisine uygun olmayan bir hareketi gerçekleştirmekle kalmayıp, kendi aralarında da bölünmüşlerdi: Alparslan Türkeş ve on üç arkadaşı, daha uzun dönem iktidarda kalmak arzusundaydı.
Darbe sırasında yurtdışında olduğu için iktidara ortak olamayan Albay Talat Aydemir ve arkadaşları da huzursuzdu. Ankara’da Harp Okulu Komutanı olan Talat Aydemir, 22 Şubat 1962’de askeri öğrencileri silahlandırarak darbe girişiminde bulundu, halkın ya da ordunun desteklemediği bu hareket, İsmet İnönü Hükümeti tarafından bastırıldı. Bir kez daha girişimde bulunan Talat Aydemir, bu kez idam edilerek cezalandırıldı.
1965 seçimlerinde, DP’nin devamı olan Adalet Partisi, tek başına iktidara geldi. Adalet Partisi’nin genel başkanı olan Süleyman Demirel, başbakan olduktan sonra 1961 anayasasının Türkiye için lüks olduğunu ve bu anayasa ile ülkenin idare edilemeyeceğini söylemeye başladı. Bir süre sonra, sol örgütlerin öğrenci ve genç kökenli goşist anarşisi, Türkiye’ye egemen oldu. Ordu içinde kıpırdanmalar başladı. Celil Gürkan liderliğinde bir grup subay, Yön ve Devrimler dergilerinde ulusal sol anlayışına göre düşünce üreten Doğan Avcıoğlu ile işbirliği içinde (kendilerince) ‘Atatürkçü’ bir darbe hazırlığına girişti. Celil Gürkan grubu, planladığı darbeyi yapamadı ama 12 Mart 1971’de Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç liderliğindeki ordu, hiyerarşi içinde bir darbe yaptı.
12 Mart darbesi, ordu kendi içinde de sol düşünceli subaylar ekseninde bölündüğü ve bu subaylar birtakım sivillerle işbirliği yapmakta olduğu için tam anlamıyla sola karşı bir nitelik taşıdı. Ülkenin aydınları ve yazarları, ‘’komünist’’ oldukları gerekçesiyle tutuklandı, işkence gördü. Ordu, kendi içinde bir hesaplaşma içinde olduğu için, 12 Mart’ın sağcı Süleyman Demirel’i iktidardan uzaklaştıran darbesi, tam anlamıyla solu ezen bir uygulama yaptı. 12 Mart darbesi, Soğuk Savaş’a ve anti-komünizme uygundu. 12 Mart darbesi, 27 Mayıs’ın getirdiği 1961 Anayasası’na karşı yapılmıştı; askerler askerlerin yaptığını bozuyordu. 12 Mart darbesi, 1961 rejimini tümüyle değiştiremedi, son hesaplaşmayı ileriye attı.
1961 Anayasası’na konulan Milli Güvenlik Kurulu’nun amacı; askerlerle siviller arası kopukluğu önlemek, etkileşimi sağlamak ve 27 Mayıs müdahalesi gibi darbelerin önüne geçmekti. Ama kurul, 1960’dan sonraki darbeleri önleyemedi. Gerek 12 Mart 1971’de, gerek 12 Eylül 1980’de askerler, MGK üyeleri olan komutanların yönetiminde iki darbe daha yaptı. İki darbe sırasında da başbakan, Süleyman Demirel’di, her iki darbe sırasında da iktidardan uzaklaştırıldı ve 12 Eylülden sonra tutuklanarak uzun süre siyaset yapması yasaklandı. 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin amacı, Soğuk Savaş bağlamında Batı’nın Sovyetler Birliği’ne karşı savaşında, Türkiye Cumhuriyeti’nin dinci ve milliyetçi ideolojilere uygun olarak anti-komünist bir yapıda yeniden biçimlendirilmesiydi. Yani demokrasiyi yozlaştıran sivillere karşı, askerlerin demokrat amaçlı darbesi, askerlerin yine kendilerinin yürürlüğe koyduğu anayasayı budamak ve değiştirmek için yaptıkları anti-demokratik amaçlı darbelere yol açmıştı. 1965–1980 arası dönemde pek çok aydınımızı ve öğrencimizi kaybetmemizin nedeni, demokratik haklar ve özgürlükler kullanılarak demokrasinin tahrip edilmesi ve yerine, herkesin kendi kafasındaki modele göre otoriter bir rejim getirme çabalarıydı.
12 Mart darbesi, ilk kez Atatürkçülük adı altında baskıcı bir uygulamaya yol açtı. Sonra 12 Eylül darbesiyle pekişecek olan bu uygulama, günümüzde pek çok ‘İkinci Cumhuriyetçi’ diye nitelenen yazarın sergilediği ‘Atatürk Düşmanlığının’ tohumlarını serpti.
Bülent Ecevit, ‘Darbe, bana karşı yapılmıştır’ diyerek darbeye karşı çıktı ve sonrasında yapılan seçimlerden de birinci parti olarak çıktı ve başbakan oldu. Bülent Ecevit’i hem Kıbrıs Fatihi yapan, hem de Erbakan liderliğinde dinci anlayışın devlet içine sızmasına yol açan süreç, böyle başlamış oldu. Siyasal İslam, ilk kez Ecevit’in desteğiyle iktidara gelmiş bulunuyordu. Ecevit-Erbakan koalisyonu, sorunlu oldu. Örneğin Milli Selamet Partisi, siyasal af konusunda koalisyon partileri arasında varılan anlaşmayı, sağdaki fikir suçluları affedildikten sonra soldaki fikir suçlularının affına destek vermeyerek bozdu. Kıbrıs müdahalesinden sonra CHP-MSP gerginliği artınc,a Ecevit koalisyonu bozdu. Ecevit’in koalisyonu bozmasıyla orta sağda hiç anlaşamayan milliyetçi sağ ve dinci sağ partiler birleşerek, Demirel’in başkanlığında Birinci Milliyetçi Cephe Hükümeti’ni kurdular. Sağ kesim, iktidara ortak olmuştu. İktidar dışı sol gruplar, parlamento dışı muhalefet adı altında kendi modelleri için çabalarken, terörist yöntemleri de kullanıyorlardı. Artık ortalık çok karışmış, sağ tarafı doğrudan hükümetçe desteklenen bir sağ-sol çatışması ve terör, başta üniversiteler olmak üzere Türkiye’yi etkisi altına almıştı. Milliyetçi Cephe Hükümetleri’nin ülkeyi kana bulamasından bıkan seçmen, sosyal demokratlara tarihin en büyük desteğini vererek 1977 seçimlerinde CHP’yi birinci parti yaptı ama Ecevit, yine tek başına hükümet kuracak çoğunluğa ulaşamadı. Daha sonra azınlık hükümeti olarak iktidara gelen Demirel, ekonomik restorasyon programını, yani Özal’ın hazırladığı 24 Ocak 1980 kararlarını yürürlüğe koydu. Ekonomik sıkıntılar, doğrudan halkın sırtına yükleniyordu. Bu durumun demokratik bir ortamda seçilmiş iktidar tarafından yürütülmesi imkânsızdı. Buna günde otuza yakın kurbanın verildiği bir ortam da eklenince, yeni bir darbe kaçınılmaz oldu.
80 darbesi, esas olarak 1961 anayasasını tamamen rafa kaldırmak için yapılmıştı. Bu anayasa ile ülkenin yönetilemeyeceğini, en başta Demirel söylüyordu. Sivil politikacılar rejimi işletmekte başarısız kamışlardı, ekonomi tam bir çıkmaza girmiş, ülkede can güvenliği kalmamıştı. Sivil politikacılar, özelliklede sağ kesim, ülkenin içinde bulunduğu teröre taraf haline gelmiş, askerler de sivil politikacılara güvensiz hale gelmişti. 12 Eylül darbesinden sonra terör eylemlerinin hemen kesilmesi de bunun bir sonucudur. 12 Eylül yönetimi, ülkeyi anti-komünist bir yapıda yeniden biçimlendirmek ve iktidarı sivillere devrettikten sonra bu yeni biçimde uzunca süre söz sahibi olmak istiyordu. Bu nedenle, anayasa yapmaktan bile önce eğitime el atıldı. Üniversitelerin yapısını dinci ve milliyetçi personelle yeniden biçimlendirirken, imam hatip okullarından üniversitelere doğrudan geçişi kolaylaştırıp ülkenin geleceğini belirlemek açısından önlemler aldılar.
12 Eylül yönetimi, kendi denetiminde yapılan 1983 seçimlerini, Amerikalıların da desteğiyle Özal’ın kazanmasını sağlayacak koşullarda gerçekleştirdi. Böylece Türkiye’de bir yandan ekonomik alanda dışa açılma olurken, öte yandan hukuk düzeninin ve ahlakın çöküşü, hortumculuk, siyaset-medya yozlaşması başladı.
Sonuç olarak 1960–1980 arasındaki darbeler döneminin son askeri darbesi olan 12 Eylül darbesi, ülkeyi hem şeriat tehdidine açık hale getirdi, hem bir Atatürk düşmanlığı başlattı, hem de medyadaki ve siyasetteki kirli ittifak ile yolsuzlukların ve hortumculuğun tohumlarını attı. 12 Eylül darbesi, Turgut Özal’ı ve Anavatan Partisi’ni yarattı. Özal’ın en büyük ve kalıcı işi, ahlaksızlığın ve yolsuzluğun kurumlaştırılması oldu. İç öğelerin dışında, dünya değişmiş, Sovyetler çökmüş, anti-komünizm tüm yozlaşma ve yolsuzlukların koruyucusu durumuna gelmişti.
28 Şubat 1997 MGK kararları, bu ortamda alınmıştı. Bu kararlara göre; artık birinci derecedeki tehlike komünizm değildi. MGK üyesi askerler, ortadan kalkan milli tehlike komünizmin yerine, yeni bir çözümlemeyle ülkeyi komünizmle savaş altında ele geçiren irticayı öne çıkardılar. Bu andan itibaren 12 Eylülden beri orduya destek veren YÖK başta olmak üzere sağcı ve dinci siyaset, askerleri karşısına aldı ve 28 Şubatı reddetti. Oysa ülke, ‘komünizmle ve PKK ile savaş’ adı altında, eğitimini dinci öğelere, güvenliğini ise aşırı milliyetçi öğelere teslim etmişti ve TSK’nın yaptığı, sadece bunu ortaya koymaktı. Ardından Susurluk olayı patlak verdi ve ülkenin sadece irticacın değil, Özal yüzünden güçlenen PKK terörüne karşı yürütülen mücadele bahanesiyle yasadışı milliyetçi uygulamaların da pençesine düştüğü ortaya çıkmıştı. Susurluk olayının açıklanması için ‘’Sürekli aydınlık için 1 dakika karanlık’’ sloganlarıyla her gece saat 9’da tüm ülkede ışıklar yakılıp kapatılıyordu. Bu, Erbakan-Çiller koalisyonunun laikliği tehlikeye düşüren uygulamalarının da protestosu haline gelmişti.
Türkiye’de demokrasinin henüz kurumsallaşmadığını düşünenler; ‘Millet ne yaparsa, güzel yapar’ gibi bir yaklaşımın yani Hitler’i iktidara getiren Faşizme ve Şeriata açık bir çoğunluğun baskısı anlayışının, aynen DP döneminde olduğu gibi her an iktidar tarafından uygulanacağından kaygı duyanlar, iktidarın şeriatçı özleminin karşısında tek güç olarak orduyu gördüklerinden bu gelişmeleri, demokrasinin geleceği bakımından kaygıyla izlemektedirler.
Bugün Türkiye’de çelişkiler ortaya çıkmıştır. Şeriatçıların, etnik politikacıların, Avrupa Birliği’nin ve bu üçlüye destek verenlerin iddiası, demokrasi adına ordunun siyasal rolünün tamamen ortadan kaldırılmasıdır. Buna katılmayan bazıları ise demokrasinin, çoğunluğun baskısı yoluyla Şeriat düzenine kaydırılacağı kaygısıyla, yine demokrasiyi korumak adına ordunun siyasal rolünden rahatsız değillerdir.
Yazara göre; gerçek ve olgunlaşmış bir demokraside, ordunun bekçiliğine ihtiyaç olmamalıdır. Gerçek demokraside iktidar, gücünü olumsuz yöne kullanmaz, ordu da buna dur demek zorunda kalmaz. Yani yazara göre sorun; iktidarın gerçekten demokrasiye inanıp inanmadığıdır.
Hande HIZARCI
SASAM Stajyeri – Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğrencisi
Sahipkıran AKADEMİ kategorisinde yayınlanan diğer yazılar için tıklayınız.
herkes inanmak istediğine inanır ama herkes bir gün hesap verir… sizde bu iftiralara çanak tuttuğunuz için hesap vereceksiniz…
Kardelen Bey/Hanım(?); bir kitabın özetini yayınlamaktan dolayı hesap vermemiz gerekirse, bundan çekinmeyeceğimizi bilmenizi isteriz.
Yazdıklarınızın uzaktan yakından Osmanlı tarihi ile bir alakası yok…
Kemal Bey, bu bir kitap özeti. Dolayısıyla özette yer alan ifadeler, kitabın yazarı Emre KONGAR’a ait. Kaçırmış olabilirsiniz düşüncesiyle hatırlatmak istedik.