Twitter Facebook Linkedin Youtube

DÜNDEN BUGÜNE MUSUL ve KERKÜK

Dünyanın var olduğu günden itibaren Fırat ve Dicle nehirlerinin cömertliğinde hayat bulan Ortadoğu coğrafyası, hemen hemen tarihin tüm dönemlerinde zalim diktatörler tarafından yönetilmiş, kan ve kargaşanın merkezi olmuştur.

Stratejik konumu nedeniyle tarihin ilk dönemlerinden itibaren büyük önem arz eden bu topraklar, özellikle bu coğrafyanın sahip olduğu yer altı zenginliklerinin 19. yüzyıldan itibaren fark edilmesiyle daha da önem arz etmiş ve tüm emperyalist devletlerin hedefi haline gelmiştir.

Milattan önce 3500-2500 yılları arasında Hattiler, Luviler, Turukkular, Kaslar, Amurrular, Hititler, Mitanniler, Mısırlılar, Urartular, Firigler, Kimmerler, İskitler, Medler, Manalar, Lidyalılar, İonyalılar, Yahudiler ve Makedonyalıların sahne aldığı Ortadoğu toprakları, 1055 yılında Selçukluların bölgeye gelişinden 1918 yılına kadar (genel hatlarıyla) Türk hâkimiyetinde kalmıştır.

Bugün bölgede yaşayan Türk unsurlarına her ne kadar “Türkmen” denilse de, söz konusu ifade, algı yanılsamasından başka bir şey değildir. Zira “Oğuz Boyunun Müslüman olanlarına Türk-Müslüman anlamına gelen “Türkmen” denilmiştir. Türklerin tamamına yakını Müslüman olunca, Türkmen kelimesi kullanılmaz olmuş ve Türk kelimesi yeterli görülmüştür. 1918 yılından sonra Irak’ta yaşayan Türkleri Türkiye’de yaşayan Türklerden ayırt edebilmek, biraz da kan ve kültür bağlarını unutturmak için Irak’ta yaşayan soydaşlarımızın “Türkmen” olarak anılması gündeme gelmiş, bu isimlendirme 1959 yılından sonra yaygınlaştırılmıştır. Türkmenler, İslam dinini benimseyen Oğuz Türklerinden başkası değildir.”(1) (Oğuz ÇETİNOĞLU-Türkmenname)

Bugün büyük çoğunluğu Irak topraklarında kalan Türk nüfusunun yadsınamayacak bir bölümü de, Suriye sınırları içerisinde hayatlarını devam ettirmektedirler. Özellikle Osmanlı İmparatorluğunun kılıç tutan bileğinin zayıflamasını fırsat bilen İngiltere ve Fransa, bölgeyi gerek sömürgelerine giden yolların güvenliği ve gerekse sahip olduğu petrol rezervi sebebiyle tahakkümü altına almış ve kaynayan bir kazana çevirmişlerdir. Maalesef söz konusu kaynayan kazan içerisinde haşlananlar, genelde Türkler olmuş, eline fırsat geçen herkes de ateşe odun taşımaya devam etmiştir.

Bölgenin bugünkü durumuna geçmeden evvel, özellikle 1. Dünya savaşı sonrasında elimizden hazin şekilde çıkış öyküsüne bir bakalım. İngiltere’nin 20. yüzyılda yetiştirdiği önde gelen devlet adamlarından Churchill, 1936 yılında İngiliz Avam Kamarasında petrol ve İngiltere’nin menfaatleri müzakere edilirken, şu ilginç ifadeyi kullanmıştır: “Bir damla petrol, bir damla kandan daha kıymetlidir.” 1. Dünya savaşının öncesinde ve sonrasında dünyanın en büyük sömürge devleti olan İngiltere’nin başında bulunan Churchill’in bu sözü, aslında her şeyi anlatmak için yeterlidir.

Zira yeryüzündeki en büyük petrol rezervine sahip Osmanlı Devleti, petrolün 20. yüzyılda dünyanın en kıymetli ve rakipsiz hammaddesi haline gelmesinden sonra rahat nefes alamamış, ihtilaller, ayaklanmalar ve savaşlar birbirini kovalamıştır.

Neticede Osmanlı İmparatorluğu, Almanya ve Avusturya Macaristan İmparatorluğu ile birlikte, İngiltere, Fransa ve Rusya’ya karşı 1914 yılında girdiği 1. Dünya Savaşından yenilgiyle ayrılmış ve 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros ateşkes antlaşmasıyla savaş sonlandırılmıştır.

Türkler, söz konusu savaşta Kafkasya’da Ruslara, Çanakkale’de İngiliz ve Fransızlara, Filistin, Hicaz, Sina, Yemen ve Irak Cephelerinde de İngilizlere karşı amansız mücadeleler vermiş, binlerce askerini kaybetmiştir. Konumuzla bağlantılı olarak, bugün tarih kitaplarımızda bile fazla yer etmeyen Kut’ul Amara’da (Bağdat’ın 170 km güneyinde bir kasaba) İngilizlere karşı muhteşem bir zafer kazanmış ve İngiliz ordusunun tamamı esir alınmıştır. (13 general, 481 subay ve 13.300 er) (2) (http://tr.wikipedia.org/wiki/Kut’%C3%BCl_Ammare_Ku%C5%9Fatmas%C4%B1)

26 Ekim tarihli Panelimiz hakkında detaylı bilgi için tıklayınız.

26 Ekim tarihli Panelimiz hakkında detaylı bilgi için tıklayınız.

Asıl niyetleri; zengin petrol yatakları olan Musul ve Kerkük’ü ele geçirmek olan İngilizleri bu hezimet de durduramamış ve aldıkları takviye kuvvetlerle ilerlemeye devam etmişlerdir. Buna rağmen Mondros ateşkes antlaşmasının yürürlüğe girdiği 31 Ekim 1918 tarihinde, Musul ve Kerkük hâlâ Osmanlı Devleti elinde bulunmakta idi. Mütareke hükümlerine göre bölgede bulunan bütün kuvvetlerin yerlerinde kalmaları gerektiği halde, İngiliz kuvvetleri buna uymamışlar ilerlemeye devam etmişlerdir. 01 Kasım 1918 tarihinde Musul’u işgal edeceklerini söyleyerek Türk kuvvetlerinin 5 km kuzey yönüne çekilmelerini istemişlerdir.

Türk kuvvetlerinin başında bulunan Ali İhsan Paşa (Sabis) İngilizlerin bu taleplerini Sadrazama bildirmiş ve yapılan seri telgraf görüşmeleri sonucunda 15 Kasım 1918 tarihinde şehrin boşaltılması emri, kendisine bildirilmiş; bu talimata uygun olarak 10 Kasım 1918’de Musul, İngilizlere terk edilmiştir.

Görüldüğü üzere Musul, mütareke hükümlerine ve uluslararası savaş kaidelerine aykırı bir şekilde işgal edilmiştir. Bu itibarla bölünmez bir Türk yurdunun tespitine yönelik olarak 28 Ocak 1920 tarihinde gizli oturumla son Osmanlı Meclisinde alınan karar ile “Misakı Milli” sınırları içerisinde yer almıştır.

Bölgenin tarihi ve kültürel bağları yanında, demografik (nüfus) yönden de tartışmasız bir şekilde Türk yurdu olduğu, kesinlik arz etmesine rağmen, yukarıda da bahsettiğimiz üzere, sahip olduğu petrol rezervi gözü dönmüş emperyalistler tarafından hiçe sayılarak Türkiye’den kopartılmıştır.

1. Dünya Savaşı sonucunda başlatılan Türk Kurtuluş savaşının ana teması da; “Misak-ı Milli” olmuş ve kazanılan İstiklal Savaşı sonucunda imzalanan Lozan Antlaşmasının da ana temasını oluşturmuştur. Türkiye’nin ve Türk milletinin aksine, Musul ve Kerkük yöresiyle hiçbir bağı ve bağlantısı olmayan İngiltere, bin bir türlü ayak oyunları ile bahsi geçen Lozan Antlaşmasında bölgenin Türkiye’ye bırakılmasına mani olmuştur.

Lozan’da yapılan müzakereler sonucunda Musul ve Kerkük için sonuç alınamamış ve; “Türkiye ile Irak arasındaki sınır, iş bu antlaşmanın yürürlüğe girmesinden başlayarak 12 aylık bir süre içerisinde Türkiye ile İngiltere arasında dostça bir çözüm yoluyla belirlenecektir. Antlaşmaya varılamazsa anlaşmazlık, Milletler Cemiyetine götürülecektir.” şeklinde bir hüküm ile meselenin çözümü, daha sonraya bırakılmıştır. Sanırım Lozan’daki heyetimiz, o tarihte Milletler Cemiyetinin kurucusunun ve daimi üyesinin İngiltere olduğunu, Türkiye’nin bu cemiyete üye dahi olmadığını unutmuş (!) veya söz konusu cemiyetten adil bir karar çıkacağına yürekten inanmış olsalar gerek ki, böyle bir kararın altına imza atabilmişlerdir.

Lozan’da Türkiye’yi temsil eden heyet, ülkeye geldiklerinde, Türkiye Büyük Millet Meclisinde hararetli tartışmalar olmuş ve karar, şiddetle eleştirilmiştir. Özellikle Siirt Milletvekili Necmettin Bey; “Musul’u terk etmenin, bütün doğu vilayetlerini terk etmek anlamına geldiğini, bu meselenin Cemiyeti Akvama havale edilmesinin Musul’u İngiltere’ye vermek anlamına geldiğini” ısrarla ifade etmiştir. (3) TBMM G.C.Z.C IV. S.31-35

Bugün, petrol yönünden kaybettiğimiz ekonomik kayıpların yanında, yıllardır ülkemizin ve devletimizin en büyük sorunu olan teröre ev sahipliği yapan bu bölgedeki unsurlar dikkate alındığında, Siirt Milletvekili Necmettin Beyin ne kadar haklı ve ileri görüşlü olduğu aşikârdır.

Dönemin hükümetinin, Musul ve Kerkük bölgesinin elden çıkmasında bir başka aymazlığı daha olmuştur. Zira Sultan 2. Abdülhamit Han, bahsi geçen bölgenin yer altı zenginliklerinin farkına vardıktan ve emperyalistlerin sinsi niyetlerini öğrendikten sonra, dâhiyane bir fikirle söz konusu bölgeyi, 1890 memalik-i şahane (şahsi tapusu) altına almıştır. Ancak yeni kurulan hükümet, saltanatı lağvetmiş ve tüm hanedan üyelerini vatandaşlıktan çıkartarak sınır dışı etmiştir. Dolayısıyla, hukuk dilinde bir nevi reddi mirasta bulunmuştur. Bugün birçok hukukçu tarafından dile getirildiğine göre, eğer hanedan mensupları sadece sınır dışı edilmiş ve vatandaşlıktan çıkartılmamış olsalardı, dönemin hükümetinin Musul ve Kerkük konusunda elinin daha güçlü olacağı şeklindedir.

İngilizlerin ustaca gerçekleştirdiği siyaset sonunda, 5 Haziran 1926’da imzalanan Ankara Antlaşması ile Musul’u resmen yine İngilizler tarafından kurulan Irak’a bırakan hükümet, 25 yıl süreyle bölgedeki petrol gelirinin % 10’unun Türkiye’ye bırakılmasını sağlayarak büyük bir başarı (!) sağlamıştır. Bilahare 500 bin İngiliz Lirası karşılığında bu hakkımızdan da vazgeçilmiştir.

Tüm bu gelişmelerde; o dönemde savaştan yeni çıkmış bir millet, ülkede yeni kurulmuş bir rejim ve bunların yanı sıra her zaman olduğu gibi kurtlar sofrasında yalnız kalmış bir devlet olmamızın payı şüphesiz büyüktür. Ancak unutulmaması gerekir ki, söz konusu dönemde, istiklal savaşına başladığımız dönemden daha kötü durumda olduğumuz söylenemez. Ayrıca İngiltere için de hayat güllük gülistanlık olmayıp, onların da Türklerle savaşmayı göze alamadıkları aşikârdır. Zira Türkiye’yi zorlayabilmek için Şeyh Sait isyanı gibi bir olayı tertiplemek zorunda kalmışlardır.

İngilizlerin karakteristik özelliklerinden birisi olan bu ve benzeri olaylar, özellikle Arap coğrafyasında yıllardır uyguladıkları bir metot olmakla birlikte, hedefe aldıkları ülkeleri ve milletleri sürekli bu tür gailelerle uğraştırıp, güçsüz duruma düşürdükleri ve hareket alanlarını kısıtladıkları, tarihi bir hakikattir.

Yine böyle bir tertibin sonucunda; “yeni devletin güney hudutları civarında 1927 yılında çıkan bir Nasturi isyanı, bölgede geniş çaplı bir harekâtı lüzumlu kılmıştı. İsyanı bastırmak maksadıyla ordu kumandanı Cevat Çobanlı’nın emrindeki 7. Kolordu Diyarbakır’daki birliklerle de takviye edilerek hemen hemen tam mevcutlu bir ordu haline getirildi. Bu kuvvet, 7. Kolordu komutanı Cafer Tayyar EĞİLMEZ’in emrine verildi. Bu harekât, Musul’a bir emrivaki için mükemmel bir fırsat vermişti. Mustafa Kemal Paşa, Fevzi Çakmak ve Cafer Tayyar Paşa arasında bu emrivakiyi gerçekleştirecek müzakereler yapıldı ve tam bir mutabakata varıldı. 7. Kolordu, Nasturi harekatını büyük bir süratle tamamladı ve Paşanın kumandasındaki birlikler bir anda Musul’a iniverdi. 1927 yılında gerçekleşen bu işgal üzerine, İngiltere şiddetli bir reaksiyon gösterdi ve Ankara’ya Musul’un derhal tahliye edilmesi hususunda sert bir nota verdi. Birbirini takip eden notalardan sonra Ankara, tahliyeye karar verdi ve Cafer Tayyar Paşaya durum bildirildi. Karar karşısında şok olan Paşa, İngiltere’nin blöf yaptığını ileri sürüyor ve Musul’u asla tahliye etmeyeceğini söylüyordu. Telgrafla anlaşamayacaklarını gören Mustafa Kemal Paşa, Cafer Tayyar Paşa’yı Ankara’ya çağırmış ve sert münakaşalardan sonra Türk ordusunun geri çekilmesine karar verilmişti. Cafer Tayyar Paşa, Musul’un Türk olduğunda ısrar ediyor ve tahliye yoluna gitmek istemiyordu. Genç Türk Devletinin mukadderatını elinde bulunduran Gazi Mustafa Kemal Paşa ise yeni devletin İngiltere ile arasının açılmaması ve yeni badirelere sürüklenmemesi için paşayı tahliye hususunda tazyik ediyordu. İşte böyle çekişmeli müzakereler sonucunda tahliyeye karar veriliyor ve Cafer Tayyar Paşa, 7. kolordu komutanlığından alınıyor ve geri çekilme ancak tahakkuk ettirilebiliyordu.” (Raif Karadağ, Petrol Savaşları S:217-218)

Yukarıdaki anekdot, bugün itibariyle pek bilinmese de ve eğer doğru ise, gerçekten o dönemde çok büyük bir fırsat daha kaçırılmış oluyordu. Zira İngiltere’nin, meselenin cereyan ettiği tarihlerde Türkiye ile harbi göze alamayacak kadar başka meselelerle meşgul olduğu tarihi bir gerçektir. Zira İngiltere, o dönemde Bakü petrolleri için Rusya ve Amerika ile karşı karşıya gelmiş ve tüm enerjisini oraya sarf etmekle meşguldür.

Ankara antlaşması ile kesin olarak belirlenen sınır çizgileriyle artık çizginin öbür tarafında Suriye ve Irak’ta bırakılan soydaşlarımız, kaderleri ile baş başa bırakılmıştır. Zira sınırın bu tarafında da yoksulluk ve sefalet hüküm sürmekte, harabeye dönen ülkenin yeniden inşası bile yapılamamaktadır.

Dönemin iletişim ve teknolojisi de göz önüne alındığında, daha doğru ve objektif değerlendirmeler yapılabilir ve birbirinden bihaber yaşayan aynı soydan gelen toplumun maruz bırakıldığı vahşetlere ve durumlara tepkisiz ve ilgisiz kalınmasına bir nebze olsun hak verilebilir.

Ancak terk ettiğimiz bu bölgede 1959’da öyle bir hadise yaşanmıştır ki, sonucunda dönemin hükümetince alınan kararı anlamak mümkün değildir. Özellikle Kerkük’te 14 Temmuz 1959 tarihinde meydana gelen olaylarda yüzlerce Türk hunharca katledilmiş, birçok önde gelen şahsiyet kurşuna dizilerek hayatlarına son verilmiştir. Olayın Türkiye’de duyulmaya başlaması üzerine dönemin iktidarı, inanılması güç bir karara imza atmış ve “Bakanlar Kurulunun 21 Ekim 1959 tarihinde aldığı kararla, 14-16 Temmuz 1959 tarihinde Irak’ın Kerkük bölgesinde Türklerin katliamı ile sona eren olaylarla ilgili resim, film ve sair dokümanların Türkiye’ye girmesi veya dağıtılması yasaklanmıştır.”

Bu kararın hangi mantıkla alınıp uygulandığını merak etmekle birlikte, yine aynı bölgelerde bugün devam eden savaş sebebiyle, Suriye tarafında bulunan Kobani’deki çatışmaları bahane ederek, ülkemizi kaosa sürüklemeye çalışan ve sokakları savaş alanına çeviren zihniyetin tutum ve davranışlarına benzer olaylardan (!) korkularak bu utanç verici karara imza atılmış olabileceği sonucuna varılabilir.

2003 yılında, Irak’ta Saddam Hüseyin rejiminin yıkılmasından sonra, Musul ve Kerkük’e saldıran peşmerge lideri Mesut Barzani’ye ait silahlı kuvvetler, ilk iş olarak bu şehirlerin tapu dairelerine saldırmış ve tarihi kayıtların yok edilmesini sağlamıştır. Bölgedeki yüzyıllardır süregelen Türk hâkimiyetinin resmi tescili olan kayıtları yok ederek, Türk varlığına kast eden zihniyet bilmelidir ki, bir yerleşim yerinin nüfus hareketlerini inceleyebilmek için, o yerin kabristanlarını incelemek yeterlidir. Irak’ta meskûn olan, Musul, Kerkük, Telafer, Tuzhurmatu vb. Türk şehirlerinde ve Suriye’deki Türk yerleşim yerlerinde ki kabristanlıklar incelendiğinde, buraların yüzyıllardır Türk yurdu olduğu gayet net bir şekilde anlaşılacaktır ve bunun aksini iddia etmek abesle iştigalden öteye geçmeyecektir.

Yazımızın başında ifade ettiğimiz gibi kaynayan kazan durumunda olan Ortadoğu’da, yıllardır soydaşlarımız kaynatılmakta iken, son dönemde söz konusu kazana yörenin diğer etnik unsurları da dahil edilmek istenmekte, peşmerge, PYD, IŞİD gibi isimler altına yeni maşalar icat edilerek, etnik ve mezhepsel senaryolarla yeni oyunlar oynanmaktadır.

Yazımızın ana temasını oluşturan petrol, bu bölgede tükenmediği müddetçe, emperyalistlerin senaryoları da maalesef tükenmeyecektir.

Allah başta milletimiz olmak üzere, İslam âlemi üzerine yıllardır çöreklenmiş olan bu zihniyeti bu bölgeden defetmeyi ve huzur ve barış içerisinde yaşayacağımız günleri gösterir inşallah.

.

Zafer TEKİNzafertekin@sahipkiran.org

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.

Zafer Tekin Hakkında

Zafer TEKİN: (Ankara) 1976 Eskişehir doğumludur. Selçuk Üniversitesi Adalet Yüksek Okulu (Önlisans) ve Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü (Lisans) bölümlerinden mezun olmuştur. Türkiye hukuk sistemi, halkla ilişkiler ve Türkiye’nin siyasi tarihi alanında çalışmalar yapan TEKİN, orta düzeyde İngilizce bilmektedir.

Yorumlar (1)

  1. Huseyin Savran dedi ki:

    güzel bir derleme

Yorum Ekleyebilirsiniz


%d blogcu bunu beğendi: