Twitter Facebook Linkedin Youtube

KALKINMA VE DEMOKRATİKLEŞME

“Kalkınma ve Demokratikleşme: Modernleşme Üzerine Bugün Bildiklerimiz…” adlı makalenin çevirisi

Yazarlar: Ronald Inglehart ve Christian Welzel. Ronald Inglehart, Michigan Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi alanında profesör ve World Values Survey adlı kuruluşta direktörlük yapıyor. Christian Welzel Jacobs Üniversitesi’nde (Bremen, Almanya) Siyaset Bilimi alanında profesör ve Modernleşme, Kültürel Değişim ve Demokrasi kitabının Ronald Inglehart’la birlikte ortak yazarı.

____

Son birkaç yılda hızlıca yaygınlaşan demokratikleşme yerini durgunluğa bıraktı. 1985-1995 arasında, ülkelerin demokrasiye geçiş skorları, demokrasinin geleceği üzerine iyi bir tablo çizilmesine olanak sağladı. Ama daha sonra demokrasi, Bangladeş’te, Nijerya’da, Filipinler’de, Rusya’da, Tayland’da ve Venezüella’da geriledi ve Bush yönetiminin Afganistan ve Irak’a demokrasi götürme girişimi iki ülkeye de kaosun hâkim olmasıyla sonuçlandı. Böylece Rusya’nın ve Çin’in büyüyen gücünün de etkisiyle, gözlemciler demokrasinin artık ulaşabileceği yere ulaştığını ve daha fazla genişleyebilmesinin mümkün olmayacağını tartışmaya başladılar.

Aslında bu sonuç hatalı… Toplumlar gerçekte daha karmaşık bir realiteye mahal verilmesini gerektiriyor. Demokratik kurumlar hiçbir yerde, hiçbir zaman kolayca kurulamıyor, demokrasi belirli sosyal ve kültürel koşulların yerine getirilmesi ile ortaya çıkabiliyor ve kendini sürekli kılabiliyor. Bush yönetimi bu gerçekliği ihmal etmişti Irak’a demokrasi götürme girişiminde. Zira yönetim, iç güvenliği sağlamada eksik kalmıştı ve harcanan emeği boşa çıkarması muhtemel ortaya çıkarabilecek kültür ögesini önemsememişti.

İyi haber ise, yeterince fazla olan ampirik verilere göre; demokrasiyi mümkün kılan koşulların modernleşmeye doğru bir süreç meydana getirmesidir. Modernleşme, endüstrileşmeye bağlı gelişen bir tür sosyal sendromdur. Bir kere ortaya çıkınca, tüm hayata nüfuz etme meyli taşır; uzmanlaşma, kentleşme, eğitim seviyesinin yükselmesi, hızlı ekonomik büyüme getirir beraberinde. Bu durum kendi kendini çalıştıran bir mekanizma oluşturur ve böylece sosyal hayat ile politik kurumlarda dönüşüm meydana gelir. Politik sürece katılım artar ve uzun vadede demokratik siyasal kurumlar hızla artar. Bugün, elimizde demokratikleşmenin neden ve nasıl olduğuna dair hiçbir zaman olmadığı kadar sağlam fikirler var.

Uzun vadeli demokrasi hareketleri dalgalı haldedir. Yirminci yüzyılın başlarında, sadece bir avuç dolusu demokrasi mevcuttu ve üstelik günümüz standartlarından da uzaktı. Birinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş sonrası üç dalga halinde demokratikleşme hareketleri meydana geldi. Her artış beraberinde daha sonra meydana gelecek bir küçülme meydana getirse de demokratik ülke sayısı ilk baştaki sayının altına asla inmedi.

Uzun vadede, modernleşme demokrasiyi getiriyor. Bu, Çin ve Rusya’nın ekonomik atılımlarının pozitif özelliği olduğunu gösterir. Zira bu değişiklikler, ilerleyen yıllarda liberal ve demokratik siyasal sistemler getireceğe benziyor. Ayrıca, demokrasinin defansif görünmesi üzerine panik olmak yersiz. Modernleşme ve demokrasi dinamikleri giderek daha açık hale geliyor ve bu durum uzun vadede başarısız olacağa benzemiyor.

Büyük tartışma

Modernleşme konsepti, uzun bir geçmişe sahip. On dokuzuncu ve yirminci yüzyıllar boyunca modernleşme üzerine Marksist teori; özel mülkiyetin feshinin sömürgeciliğe, çatışmaya ve eşitsizliğe son vereceğini duyurdu. Karşıt görüş kapitalizm ise iktisadi kalkınmanın hayat standartlarını yükselteceğini ve demokratikleşmeyi getireceğini söyledi. Bu iki görüş, Soğuk Savaş boyunca karşı karşıya geldi. 1970’lerde komünizm durgunluğa girdi ve birçok fakir ülkede, ne iktisadi gelişim ne de demokratikleşme görüldü. Soğuk Savaş sonrası, modernleşme konsepti yeniden hayat buldu. Önceki versiyonlarının aşırı basitleştirmelerinden soyutlanmış halde, modernleşme konsepti demokratik barış tezini, süregiden kültürel değişimleri (cinsiyet eşitliği gibi) açıklayabiliyor.

İnsanlık tarihinin büyük bölümünde teknolojik ilerleme, aşırı yavaş gerçekleşmişti. Yiyecek üretimindeki ilerlemeler ise nüfus artışına denk geldiğinden, hayat standartlarında iyileşme görünmüyordu. Bu durum, Sanayi Devrimi ile ve sürdürülebilen kalkınma ile değişmeye başladı. Bu süreçte iki rakip görüş, kalkınmakta olan üçüncü dünya ülkelerinin modernleşme yolunda kesin adımlar atacağı yönünde birleşmişlerdi.

Soğuk Savaş altında, Amerika’da modernleşme görüşü ortaya çıktı. Bu görüşe göre gelişmemişlik, doğrudan ülkelerin psikolojik ve kültürel niteliklerinden kaynaklı. Geri kalmışlık, mantıklı olmayan geleneksel dini inançların ve başarıya ulaşmayı köstekleyen komünal değerlerin bir yansımasıdır. Zengin batı demokrasileri, geri kalmış ülkelere iktisadi, kültürel ve askeri yardımda bulunarak modern değerleri öğretebiliyor ve daha iyi konuma gelebilecekleri bir süreç getirebiliyordu. 1970’lerde, bu yardımların refah ve demokrasi üzerine ilerlemeye yol açmadığı görüldü. Bağımlılık teorisyenlerince eleştirildi bu durum, onlara göre zengin ülkeler, fakirleri ticaretle sömürür ve fakir ülkeleri kendilerine bağımlı hale getirir. Gelişmekte olan ülkelerdeki elitler, bu düşünceyi yani fakirliğin iç problemlerle veya yerel liderlerin yozlaşmasıyla alakalı olmadığı fikrini benimsedi, suçu global kapitalizme yüklediler. 1980’lerde bağımlılık teorisi modaydı. Üçüncü dünya ülkeleri sadece ithal ikameci politikaları benimseyerek küresel sömürgeden kaçabilirlerdi. Sonraları, bu ithal ikameci sistemin başarısızlığa uğradığı görüldü. Küresel ticarete en az entegre olmuş Myanmar, Küba, Kuzey Kore gibi ülkeler başarılı olamadılar ve çok az büyüyebildiler. İhracata dayalı olan stratejiler ise sürdürülebilir kalkınma getirmede daha etkiliydi, dolayısıyla demokrasi getirmede de. Doğu Asya’nın hızlı ekonomik kalkınması ve Tayvan ile Güney Kore’nin süregiden demokratikleşmeleri, şu basit iddiayı doğrular niteliktedir: “Küresel piyasa için yapılan üretim, iktisadi büyümeyi getirir. Yüksek teknolojili ürün üretmek için beşeri sermayeye ve işgücünü güncellemeye dayalı yatırımlar, eğitimli orta sınıfı genişletir ve getiri oranını artırır. Orta sınıfın güçlenmesi, liberal demokrasinin gelmesi adına bir baskıdır.”

Amma velakin, bugün dahi bir konuşmacı, ekonomik kalkınma üzerine olan bir konferansta modernleşme üzerine konuşursa, muhtemeldir ki dinleyiciler, modernleşme teorisinin ‘az gelişmiş uluslar’ versiyonunun bağımlılık teorisi eleştirisinin tekrarını duyacaklardır (sanki modernleşme teorisi üzerine tüm olan biten oymuş, Marx, Weber ve Durkheim hiç yaşamamış ve 1970’ten sonra hiç yeni gelişme olmamış gibi).

Modernleşme: gözden geçirilen bir görüş

Erken dönem modernleşme teorileri, birkaç bağlamda hatalıydı. Bugün, kimse özel mülkiyeti feshedecek bir proletarya devrimi beklemiyor. Ayrıca kimse sanayileşmenin otomatik olarak demokratik kurumları beraberinde getireceğini de beklemiyor; komünizm ve faşizm de bilakis sanayileşmeden kaynaklanabilir. Ama birçok kanıt gösteriyor ki, modernleşme teorisinin merkezi varsayımı, doğrudur: “İktisadi kalkınma; toplumda, kültürde ve siyasette önemli ve tahmin edilebilir değişimler getirebilir.” Ama erken dönem modernleşme teorileri birkaç bağlamda gözden geçirilmeye ihtiyaç duyuyor.

İlk olarak, modernleşme düz bir süreçten ibaret değil. Belirsiz şekilde aynı doğrultuda hareket etmek yerine, dönüm noktalarına sahiptir. Ampirik kanıtlar gösteriyor ki, modernleşmenin her fazı, insanların dünya görüşlerinde değişiklik oluşturuyor. Sanayileşme, bürokratikleşme, hiyerarşi, otoritenin merkezileşmesi, sekülerleşme ve gelenekselin bırakılmasına öncülük eder. Post-endüstri toplumunda ise bürokratikleşme ve merkezileşmekten ziyade, bireysel otonomi ve otoriteden kurtulmuş öz-anlatım* değerler üzerine vurgu yapar.

Dolayısıyla, ceteris paribus, yüksek iktisadi kalkınma düzeyi insanları tolerans sahibi yapar, karar-alma sürecine dâhil eder. Bu süreç, deterministik değildir ve ileriye yönelik tahminler sadece olasılık düzeyindedir. Zira ülke üzerinde sadece ekonomik faktörler etkili değildir, lider veya ülkelerde oluşan özel olaylar da etkilidir. Dahası, modernleşmenin getirdiği değişimler, tersine döndürülemez değildirler. Almanya, İtalya, İspanya ve Japonya, Büyük Buhran’dan sonra ciddi iktisadi bunalıma girdi. 1990’larda Sovyet halefi ülkelerde de durum böyleydi.

İkincisi, sosyo-kültürel değişim, geçmişle bağlantılıdır**. Ekonomik gelişimin insanların dünya görüşlerinde gözle görülür değişim oluşturmasına rağmen toplumların kalıtsal özellikleri, din ve ideoloji (İslam, komünizm vs.) altında şekillenir. Değerler sistemi, modernleşme ile geleneklerin etkileri arasında etkileşimi yansıtır. Hem doğu hem de batıdaki modernleşme teorisyenleri, din ve etnik geleneklerin ortadan kaybolacağını düşünse de, din ve gelenek tarih içinde kalıcılıklarını kanıtladılar. Endüstri toplumlarını oluşturan halkların zenginleşmesi ve daha da eğitimli hale gelmesine rağmen, tek bir küresel kültür oluşturmak hayli zor… Kültürel geçmiş, muazzam şekilde değişen dünyaya direniyor.

Üçüncüsü, erken dönem modernleşme teorilerinin etnosentrik versiyonlarının kabul etmesine karşıt olarak, modernleşme ile batılılaşmayı eş tutamayız. Endüstrileşme süreci batıda başladı ama birkaç on yıl boyunca Doğu Asya, dünyanın en hızlı ekonomik büyüme oranlarını yakaladı ve Japonya, yaşam süresi beklentisi ve diğer bazı modernleşme göstergelerinde başı çekiyor. ABD küresel kültürel değişimler için model konumunda değil ve popüler modernleşme teorilerinin varsayımlarının aksine, endüstrileşen toplumlar giderek ABD gibi olmuyor. Esasında ABD, çoğu yüksek gelirli toplumdan daha fazla geleneksel değerlere sahip.

Dördüncüsü, modernleşme otomatik olarak demokrasiyi getirmez beraberinde. Onun yerine, uzun vadede demokrasinin gelme ihtimalini artırabilecek sosyal ve kültürel değişimleri oluşturur. Basitçe söyleyecek olursak; yüksek bir “kişi başı gelir” düzeyini sürdürebilmek, demokrasi üretmez. Eğer üretseydi, Kuveyt ve BAE dünya için model demokrasiler haline gelirdi. Post-endüstriyel toplumların ortaya çıkışı, katı sosyal ve kültürel değişimler getirdi –ki bu değişimler demokratikleşmeye yol açabilir. Kendisini öncelikli olarak düşünmeye alışkın yüksek eğitimli toplumlar olmaksızın bilgi toplumları işlevsizdir. Dahası, iktisadi güvenlik seviyesinin artırılması öz-anlatım değer sendromuna yapılan vurguyu artırır. Bu değerler, serbestçe yapılan seçimlere öncelik verir ve insanları politik eyleme güdüler. Böylece demokratikleşmeden kaçınma zorlaşır, çünkü açık toplumlarda talepleri baskılamak, oldukça maliyetlidir. Dolayısıyla, üstün seviyesindeyken modernleşme, demokratik kurumları güçlendirecek sosyal ve kültürel değişimlerin oluşmasını sağlar.

Modernleşmenin temel fikri; ekonomik ve teknolojik ilerlemenin birtakım politik ve sosyal değişiklikler getireceğidir. Ampirik kanıtlar da bu fikri desteklemekte. Ekonomik kalkınma, insanların inanç ve güdülerindeki değişimlerle doğrudan bağlantılı ve bu değişimler dinin rolünü, meslek motivasyonunu, doğurganlık oranını, cinsiyet rollerini ve cinsel normları yeniden şekillendiriyor. Ve bu değişimler ayrıca demokratik kurumların gelmesi adına talebi artırıyor. Böylece demokrasinin oluşumu hızlanıyor ve savaş halk tarafından kabul edilemez hale geliyor.

Kültürel değişimin ampirik kanıtı

Yeni ampirik kanıtlar modernleşmenin nasıl dünya görüşünü ve motivasyonları değiştirdiği üzerine değerli görüşler sağlıyor. 1981’den 2007’e kadar World Values Survey ve European Values Study beş adet temsili ulusal anketi yürüttü ve bu anketler yaklaşık dünya nüfusunun yüzde 90’ını kapsıyordu. Farklı milletten insanların inançları ve değerlerinin farklılıklarını gösteriyor sonuçlar. Bazı ülkelerde insanların yüzde doksan beşi Allah’ın hayatlarında çok önemli olduğunu söylüyorken bazılarında bunu sadece yüzde üçü söylüyor. Bazı toplumların yüzde doksanı erkeklerin kadınlardan daha fazla iş sahibi olma hakkına sahip olması gerektiğine inanırken, bu oran diğerlerinde yüzde sekize düşebiliyor. Bu farklılıklar toplumların ekonomik kalkınmışlıklarıyla yakından ilişkili: düşük gelirli toplumlardaki insanlar dine ve geleneksel cinsiyet rollerine zengin ülkelerdeki insanlardan daha fazla vurgu yapıyorlar.

1

Değerler anketi gösteriyor ki; zengin ülkelerde yaşayan insanların dünya görüşleri sistematik olarak düşük gelirli toplumdaki insanlardan politik, sosyal ve dini normlar bağlamında farklılaşıyor. Farklılıklar iki boyuta sahip: geleneksel değerler vs. seküler değerler ve sağkalım* değerler vs. öz-anlatım değerleri. Gelenekselden sekülere geçiş tarım toplumundan endüstri toplumuna geçişle bağlantılı. Geleneksel toplumlar dine, geleneksel değerlere ve otoriteye karşı olan saygı ve itaatkârlığa vurgu yapar, bu toplumlar kürtajı yasaklamaya meyillidirler ve yüksek bir ulusal gurur taşırlar.

Sağkalımdan öz-anlatıma geçiş ise post-endüstriyel toplumun yükselişiyle bağlantılı. Sağkalım değerler ekonomik ve fiziki güvenliğe, politik aktivizme, çevrenin korunmasına, cinsiyet eşitliğine ve etnik azınlıkların yükselen toleranslara, yabancılara öncelik verir. Bu değerlere yapılan artan vurgu güvenin ve toleransın hâkim olduğu bir kültür oluşturur ve bu kültür içinde insanlar bireysel özgürlük ve öz-anlatıma yüksek değer biçerler.

İki boyut da ekonomik kalkınmayla yakından ilişkili: yüksek gelirli ülkelerin değer sistemleri düşük gelirli olanlardan kesin biçimde ayrılıyor. Dünya Bankası’nın yüksek gelirli olarak tanımladığı her ülkede öz-anlatım ve seküler değerlere vurgu var. Düşük gelirli olanlar ise bu iki değer konusuna daha az önem atfediyor. Orta ve orta üstü gelirliler ise iki farklı değerlerin arasında seyir ediyor. Modernleşme teorisinin ima ettiği şey ülkelerin inançları ile değerlerinin ekonomik kalkınma seviyelerini yansıtmasıdır.

Değer sistemleri ile kişi başı gelir arasındaki güçlü ilişki iktisadi gelişmenin toplumun değerleri ve inançlarında tahmin edilebilir değişiklikler yaratabileceğini öneriyor(zaman serisi analizleri de bu bulguyu destekliyor). Verili ülkelerin 1981-2007 arasında birbirini izleyen değerler anketlerini karşılaştırırsak, GSYH’lerinde artış yaşayan neredeyse bütün ülkelerin değerlerinde de birtakım tahmin edilebilir değişiklikler gözleriz.

Değerler anketi kültürel değişimin geçmişle bağlantılı olduğunu da gösteriyor. Toplumun kültürel kalıtımı küresel kültürel haritadaki yerini şekillendiriyor. Bu harita farklılaşmış ülke kümelerini (Protestan Avrupa, Katolik Avrupa, eski komünist ülkeler vs.) gösteriyor. Değişik toplumlarca vurgulanan değerler toplumların ekonomik kalkınma, dini ve kolonyal geçmişleri ile uyumlu bir düzen içinde. Toplumların kültürel geçmişleri o toplumların baskın değerlerini şekillendirmeye devam etse dahi, iktisadi gelişmeler bu değerlerde önemli sonuçları olan değişiklikler meydana getirebilir. Zamanla, bu değişim dini inançları, doğum oranını, cinsel normları şekillendirir ve demokratik kurumlar için fazlaca talep yaratır. Anketin içerdiği yirmi beş yıl boyunca, çoğu ülkedeki insanlar öz-anlatım değerlerini öne çıkarmaya başladı. Bu kültürel değişim demokrasi olmayan yerlerde demokrasinin oluşumunu sağladı ve olan yerlerde de demokrasinin daha etkili hale gelmesine yol açtı.

Kalkınma ve demokrasi

50 yıl önce, sosyolog Martin Lipset zengin ülkelerin fakirlere nispeten demokrasiye daha yakın olduğunu söyledi. Bu ilişki arasındaki nedensellik şu şekilde sorgulanıyor: zengin ülkeler demokrasiyi, demokrasi ülkeleri zenginleştirdiği için mi benimsemeye meyilli yoksa kalkınmanın kendisi mi demokrasiyi getiriyor? Bugün, açıkça görünüyor ki, ekonomik kalkınma demokrasiyi getiriyor. İlk sanayileşme dönemi boyunca, otoriter devletler demokratik olanlar kadar yüksek büyüme oranları yakaladılar. Ama bir seviyeden sonra, demokrasi daha mücadeleci çıktı. Dolayısıyla, 1990’lardaki demokratikleşmiş ülkelerin skorları arasında çoğu orta gelirliydi: hemen hemen tüm yüksek gelirliler zaten demokrasiydi, ve birkaç düşük gelirli ülke de demokrasiye geçiş yapıyordu. Dahası, bu 1970-1990 arasında demokratikleşmiş ülkeler içinde, demokrasi Arjantin’inkine benzer veya daha yüksek ekonomi seviyesine sahip ülkede hayatta kaldı, bu seviyenin altındakilerde ise demokrasinin yaşama süresi ortalama sadece sekiz yıldı.

Kalkınma ve demokrasi arasındaki güçlü ilişki ekonomik kalkınmanın demokrasi için hızlandırıcı olduğunu gösteriyor. Kalkınmanın neden demokrasiye öncelik ettiği sorusu ise yoğun şekilde tartışıldı, ama cevap yeni yeni ortaya çıkmaya başladı. Cevap, bir ülkenin GSYH düzeyini bir seviyenin üzerine çıkardığında otomatik olarak demokratik kurumlara sebep olmasına yol açacak güçlerden kaynaklanmadığı yönünde. Onun yerine, iktisadi kalkınma insanların davranışlarını etkilediği ölçüde sosyo-politik değişimler getirebilir. Sonuç olarak, ekonomik kalkınma demokrasi için bağlayıcıdır denilebilir, ilk olarak aktif, eğitimli, geniş bir orta sınıf oluşturur –ki bu orta sınıf kendisi için düşünmeye alışmıştır ve ikinci olarak insanların değer ve motivasyonlarını dönüştürür.

Bugün, anahtar değişikliklerin ne olduğu ve bunların ülkelerde nasıl bir sürece sahip olduklarını ölçmek daha mümkün. Değerler anketindeki verinin çok değişkenli analizi ekonomik, sosyal ve kültürel değişikliklerin göreli etkisini açığa kavuşturulmasını mümkün kıldı ve sonuçlar kalkınmanın bilgi sektörünü iyileştirme ve az-anlatım değerleri öne çıkarma aracılığıyla demokrasi için katalizör görevi gördüğünü gösteriyor. Savaşlar, bunalımlar, kurumsal değişiklikler, elitlerin kararları ve liderlerin ne olacağına dair etkileri de rol oynasa da en önemli faktör kültürel değişimlerdir demokrasinin başlangıcı ve devam edebilmesi için.

Modernleşme eğitim seviyesini artırır, bağımsız düşünme gerektirecek işlere işgücünün hareketini sağlar, politikada halkı daha aktif hale getirir. Bilgi toplumunun ortaya çıkışıyla, insanlar kendi inisiyatiflerini kullanmaya ve yargılamada bulunmaya alışkın hale gelirler ve ayrıca hiyerarşik ve katı otoriteyi sorular hale gelirler.

Modernleşme hem de insanları ekonomik olarak güvenli hale getirir. Öz-anlatım değerlerinin giderek yaygınlaşması insanların yaşam haklarını garantiye almalarına bağlıdır. Özgürlük ve otonomi için duyulan istek evrensel bir özlem. Birincil derecedeki ihtiyaçlar insanlar için erişilmesi zor olan ihtiyaçlar olmaktan çıktıkça, özgürlük ve otonomiye verilen öncelik artmaya başlar. Demokrasi için temel güdü (serbestçe seçim-tercih yapmak için duyulan arzu)böylece daha önemli rol oynamaya başladı. İnsanlar, siyasette serbestçe tercih yapabilmeye giderek daha fazla vurgu yapıyor ve sivil ve politik özgürlükle birlikte demokratik kurumlar talep ediyorlar.

Etkili demokrasi

1987-1995 arasındaki demokrasi patlaması(yayılması) boyunca, seçimsel demokrasi* dünya çapında yayılma şansı buldu. Stratejik elit anlaşmaları bunda önemli rol oynadı, demokratikleşme yolunu açan soğuk savaş sonrasındaki uluslararası ortam bu sürecin tesis edilmesini sağladı. Başlangıçta, özgür ve adil seçim yapan her rejimi demokrasi olarak görme eğilimi vardı. Ancak birçok yeni demokrasi yozlaşmadan zarar gördü ve hukuk üstünlüğü ilkesini uygulamada başarısız oldu. Artık ‘seçimsel demokrasi’nin yetersizliği vurgulanıyor. Demokratik teorinin vurguladığı hükümetin kararlarını etkileme gücü halk tarafından sağlanamıyor, tercihler politik elitler tarafından ihmal ediliyor. Bu durum etkin ve etkin olmayan demokrasileri ayırt etmek için önemli bir ayrım.

Demokrasinin önemi sıradan vatandaşı güçlendirmesinden geçer. Etkili demokrasi sadece kâğıt üzerinde var olan sivil ve politik hakları göstermekle kalmaz hem de yetkililerin bu haklara ne derece saygılı olacaklarını gösterir. Bu iki içerikten ilki(kağıt üzerindeki hakların varlığı) Freedom House tarafından yıllık olarak ölçülür. Toplum özgürce seçimlerini yapabiliyorsa FH ülkeyi ‘free’ olarak oylamaya meyillidir. Dolayısıyla, bazı analizlerin geniş çaplı yozlaşmanın yeni demokrasileri daha az etkili hale getirdiği görüşünü savunmasına rağmen yeni demokratikleşen Doğu Avrupa ülkeleri batıdaki kurulmuş demokrasi düzenleri kadar yüksek skor alabiliyor. World Bank’s Effective Governance demokratik kurumların etkililiklerini ölçüyor. Sonuç olarak, etkili demokrasi indeksi iki bu iki skor tarafından içeriliyor. Resmi demokrasi FH tarafından, elit ve kurumsal entegrasyon World Bank tarafından ölçülüyor.

Etkili bir demokrasi, seçimsel demokrasiden daha yüksek standartlara sahip. Seçimsel demokrasi neredeyse her yerde kurulabilir, ama gücü elitlerden halka aktarmadıkça uzun sürmeyecektir. Etkili demokrasi, nispeten gelişmiş altyapının olduğu yerde ortaya çıkar. Bu altyapı sadece ekonomik kaynakları içermez ayrıca geniş çaplı katılımcı davranışları da içerir ve otonomi üzerinde durur. Buna göre, durum öz-anlatıma vurgu yapan halkla alakalı hale gelir. Aslında, toplumların değerleri ile politik kurumları arasında çok güçlü bir korelasyon var.

2

Görünen o ki, istikrarlı demokrasiler güçlü bir öz-anlatım gösterirler. Çoğu Latin Amerika ülkesi ‘başaramayan’* statüsünde ve toplumlarının değerlerince tahmin edilen etkili demokrasiden daha düşük bir etkililiğe sahip demokrasileri. Bu durum hukuk üstünlüğünün seviyesinin artırılmasının daha üst seviyede demokrasiyi getireceğini gösterir. İran da başaramayıp ve teokratik rejime sahip olanlardan. Bu rejim insanların arzuladıklarından daha düşük bir demokratik yapıya izin veriyor ancak. Elitler düzeyinde siyasete odaklananlar için şaşırtıcı olacak ama İran halkı demokrasiye görece güçlü bir destek sunuyor. Aksine; Estonya, Kıbrıs, Macaristan, Polonya, Letonya, Litvanya gibi ülkeler ‘başarmışlar’** kategorisindedirler ve toplum değerlerinin tahmin ettiğinden daha yüksek seviyede demokrasiye sahipler, muhtemelen AB’nin etkisiyle.

Soru şu: öz-anlatım değerler mi demokrasiye öncülük eder, demokrasi mi öz-anlatımın ortaya çıkış nedenidir? Kanıtların gösterdiği öz-anlatımın demokrasiye neden olduğu yönünde. Demokratik kurumlar öz-anlatımın ortaya çıkması için gerekli değil. Zaman serileri kanıtları gösteriyor ki, 1988-1992 demokratikleşme dalgası öncesindeki yıllarda, öz-anlatım değerleri jenerasyonlar arası bir süreç boyunca ortaya çıktı –sadece Batı demokrasilerinde değil, aynı zamanda bir çok otoriter toplumda da. 1990’a kadar, Doğu Almanya ve Çekoslavakya toplumları(dünyada en otoriter rejimle yönetilen iki toplum) yüksek seviyede öz-anlatım değerler geliştirdiler. Buradaki önemli faktör politik sistem değildi, gerçek şu ki, bu iki toplum komünist ülkeler içindeki en ileri ülkelerdi ve eğitim seviyeleriyle sosyal refah sistemleriyle de ilerdeydiler. Dolayısıyla, Gorbaçov, Brezhnev Doktrini’ni duyurduğunda, yani Sovyetlerin askeri müdahale tehditlerini ortadan kaldırdığında, iki toplum demokrasiye doğru kaydılar.

Son birkaç on yılda, öz-anlatım değerler yayılıyor ve giderek güçleniyor, böylece insanları politikada daha aktif, müdahaleci pozisyona sokuyor (Aslında, 1988-1992 arasında tahmin edilemeyen sayıdaki insan kalabalığı düzenledikleri gösterilerle demokrasi dalgasının kendilerine uğramasına yardım etti). Bu, otoriter sistemlerin kaçınılmaz olarak son bulacaklarını mı ima ediyor? Hayır, kaçınılmaz değil. Öz-anlatım değerler otoriter sistemlerin meşruiyetine zarar veriyor, ama kararlı otoriter elitler orduyu, istihbaratı kontrol ettiği müddetçe, elitler demokrasi yanlısı hareketleri bastırabilirler. Hala, bu yönelimleri kontrol etmek baskıcı rejime maliyetli olsa dahi, baskı uygulayarak etkili bilgi sektörünün oluşumu engellenebilir.

Modernleşmenin çıkarımları

Uluslararası ilişkiler için modernleşmeyi anlamak geniş çıkarımlara sahip. Mesela, ileri demokrasilerin neden birbirleriyle savaşmadıklarını açıklamaya yardım eder. Adam Smith’ten Kant’a uzanan yeni çalışmalar bu iddiaya güçlü ampirik destek sağlıyor. On dokuzuncu yüzyıl başında ortaya çıkmalarından beri, liberal demokrasiler defalarca savaştılar, ancak birbirleriyle asla savaşmadılar. Yeni modernleşme teorileri gösteriyor ki, demokratik barış fenomeni demokrasiden ziyade kültürel değişimlerle bağlantılı.

Tarihin erken dönemlerinde, demokrasiler sıklıkla birbirleriyle savaşmışlardı. Ama zaman ilerledikçe bazı normlar hüküm sürmeye başladı, köleliğin sona ermesi, cinsiyet eşitliği için olan hareketlerin modern toplumlarda ortaya çıkması gibi. Modern toplumlardaki diğer kültürel değişimler ise savaşın giderek daha az kabul edilebilir hale gelmesi, insanların tercihlerini açıklama ve politika üzerine daha fazla etkili olabilme ihtiyacı duymalarıdır. World Values Survey’e göre yüksek gelirli ülkelerdeki insanlarda düşük gelirli toplumlardaki insanlara nazaran daha az yabancı düşmanlığı ve ülkesi için savaşma isteği var. Dahası, ekonomik olarak kalkınmış demokrasiler birbirlerine karşı daha barışçıllar. Böyle toplumlarda sivil savaş da fakir demokrasilere göre çok daha az.

Modernleşme teorisi ABD dış politikası için uyarıcı ve cesaret verici niteliktedir. Irak burada uyarıcı kısmı oluşturuyor. Demokratikleşme hemen hemen her yerde ortaya çıkabilmesine karşın, modernleşme teorisi demokrasinin bazı belirgin koşullar altında güçlenebileceğini söyler. Aralarında Saddam rejiminin alevlendirdiği etnik bölünmeleri de içeren birçok faktör Irak’ta demokrasinin kolayca kurulabileceğini gerçekçi bulmuyor. Saddam’ın yenilgisinden sonra, fiziki güvenliğin çökmesine izin vermek çok ciddi bir hataydı. Bireyler arası güven ve tolerans insanlar kendilerini güvende hissettiklerinde ortaya çıkar, ve Irak şu an en büyük yabancı düşmanlığına ev sahipliği yapan ülke. Yabancı düşmanlığını anlayabilmek için kullanılabilen iyi göstergelerden biri insanların komşu olarak yabancı birini isteyip istemedikleri sorusuna verilen cevaptır. 80 ülke arasında, medyan konumundaki ülkede bu istememe oranı %15. Irak Kürtlerinin %51i, Irak Araplarının %90ı yabancı komşu istemiyor. Bu koşullar altında, Irak, Zimbabve ve Pakistan’la birlikte öz-anlatım değerlerinin ve etkili demokrasinin en az seviyede olduğu yerler.

Modernleşme teorisinin ABD dış politikası için pozitif çıkarımları da var. Birçok kanıt da destekliyor ki, ekonomik kalkınma demokratik değişim için ana koşul. Yani Washington kalkınmayı cesaretlendirebilecek yapabileceği ne varsa yapmalıdır. Küba’ya demokrasi götürmek istiyorsa, izolasyoncu politikalar amaca zarar verici nitelik taşır. Birleşik Devletler ambargoyu kaldırmalı, iktisadi kalkınmayı desteklemeli ve dünyaya sosyal bağını kurmasına yardımcı olmalıdır. Hiçbir şey kesin değil ama ampirik kanıtlar güvenlik hassasiyetinin gelişmesi ve öz-anlatım yapılan vurgunun artmasının otoriter rejimlerin kökünü kazıyacağını söylüyor.

Benzer şekilde, bazı gözlemciler Çin’in ekonomik kalkınmasını tehdit olarak algılasa da, uzun vadede bu kalkınma pozitif çıkarımlara sahip. Çin’in tekil* politik yapısının altında demokratikleşmenin sosyal altyapısı ortaya çıkar, ve gözlemcilerin fark ettiklerinden daha iyi bir gelişim izler. Çin şimdi Şili, Polonya, Güney Kore ve Tayvan’ın demokrasiye yaptığı geçişlerinde olduğu gibi öz-anlatıma büyük vurgu yapıyor. Ve, sadece siyasetteki elitlere odaklanan gözlemciler için şaşırtıcı olan İran’ın da bu eşiğe yakın olması. Çin Komünist Partisi ve İran’ın teokratik liderleri ülkenin askeri ve güvenlik güçlerini kontrolde tuttukça demokratik kurumlar ulusal seviyede ortaya çıkmayacaktır. Ama liberalleşme için büyük çaplı artan bir baskı artık ortaya çıkıyor ve bunu bastırmak ekonomik verim ve genel ahlak için artan maliyete sahip.

Çin’in gittikçe artan refahı ABD ulusal çıkarları için yararlı. Daha geniş olarak söyleyeceksek, modernleşme teorisi ABD’nin dünya çapında ekonomik kalkınmayı cesaretlendirmesi ve hoş karşılaması gerektiğini ima eder. Karmaşık ayarlamalar, düzenlemeler gerekse de, uzun vadede daha fazla tolerans sahibi, daha az yabancı düşmanı ve daha demokratik toplumlar ortaya çıkarılabilir.

.

Çeviren: H.Z.

 

 

sahipkiran Hakkında

Sahipkıran; 1 Aralık 2012 tarihinde kurulmuş, Ankara merkezli bir Stratejik Araştırmalar Merkezidir. Merkezimiz; a) Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü savunan; ülkemizin her alanda daha ileri gitmesi ve milletimizin daha müreffeh bir hayata kavuşması için elinden geldiği ölçüde katkı sağlamak isteyen her görüş ve inanıştan insanı bir araya getirmek, b) Ülke sorunları, yerel sorunlar ve yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın sorunlarına yönelik araştırma ve incelemeler yaparak, bu sorunlara çözüm önerileri üretmek, bu önerileri yayınlamak, c) Tespit edilen sorunların çözümüne yönelik ulusal veya uluslararası projeler yürütmek veya yürütülen projelere katılmak, ç) Tespit edilen sorunlar ve çözüm önerilerimize ilişkin seminer ve konferanslar düzenleyerek, vatandaşlarımızı bilinçlendirmek, amacıyla kurulmuştur.

Yorum Ekleyebilirsiniz


%d blogcu bunu beğendi: