XV. yüzyılda Yunanlılar, bazı istisnalar dışında neredeyse bütün bir halk olarak Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti altına girdiler. Dört yüz yıla yakın bir süre, bir siyasî varlığı bulunmayan Yunanlıların dillerinin ve kültürlerinin kaybolmamış olmasında, Yunan dili ve uygarlığına yüklenen pozitif değer kadar herhalde Osmanlı yönetiminin asimilasyon politikası gütmemiş olmasının da rolü olsa gerektir. Yunanistan’ın ancak Osmanlı hakimiyeti altında refaha kavuştuğunu ve Yunanlıların hiçbir zaman kendi aralarında bile Türkler kadar hoşgörülü yöneticiler bulamamış olduklarını, bazı batılı yazarlar da anlatır.
Ağırlıklı olarak Türkiye ile ilişkileri etrafında örünmüş Yunan dış politikası kadar, Yunan iç siyaseti de Türkiye ile olan ilişkilerin daima gölgesinde olmuştur. Modern Yunan ulus kimliğinin inşasında da -tıpkı diğer Balkan uluslarında olduğu gibi- “karanlık işgalci” ve ötekileştirilmiş Türk imajı, tükenmez bir yakıt kaynağını oluşturmuştur. Yunanistan merkezli olarak Türkiye’ye karşı gelişen bu süreç, çok daha kapsamlı bir sürece eklemliydi ve Yunanistan, kendi millî hedeflerini çok aşan bir başka projenin yalnızca bir gölgesi konumundaydı.
Osmanlı Devleti’nden kopan ilk bağımsız devlet olarak Yunanistan, varlığını tartışmasız biçimde İngiltere-Fransa-Rusya koalisyonuna borçludur. O kadar ki; kurulan Yunan Krallığı’nın başına bir Yunan geçememişti, koalisyonun üzerinde uzlaştığı bir isim olarak Bavyera Prensi Otto, Yunanistan’ın başına kral olarak ithal edilmişti. Dolayısıyla Yunanistan’ın bağımsızlığı, yalnız Osmanlı Devleti’ne karşı bir bağımsızlıktı. Osmanlı Devleti’nden bağımsızlığını sağlayan güçlere karşı ise Yunanistan, tam anlamıyla bağımlıydı. Yunanistan öteden beri bu özelliğini koruyacak, Türkiye’de literatüre giren deyişle “Batı’nın şımarık çocuğu” olacak ve aslan terbiyecisinin elindeki kamçı misali daima Türkiye’yi hizaya getirme konusunda gerektiğinde başvurulacak bir araç işlevi görecekti.
Yunanistan’ın daimi bir sorun kaynağı olarak yanı başında ortaya çıkışında, Osmanlı Devleti’nin yaşamsal hataları olmuştu. Kolaycı bir yaklaşımla sorumluluk, tamamen kendisini bölmeye kastetmiş dış güçlere yüklenemez. Osmanlı Devleti, kendisine atfedilen geleneksel hoşgörüsünün kurbanı olmadı. Hoşgörü, güçlü ve egemen olan tarafın tavrıdır. Oysa XIX. yüzyılın birinci çeyreğindeki Osmanlı Devleti, ne güçlü ne de egemendi. Söz konusu olan bir “yönetemezlik” haliydi.
Yunanistan açısından bakarsak Türkiye ile ilişkileri, mercek altına aldığımız yaklaşık yüzyıllık dönem itibarıyla tam bir başarı öyküsüdür. Megali İdea, tamamen hedefine ulaşmış sayılamasa da Yunanistan tarafından önemli ölçüde hayata geçirildi. Türkiye açısından bakınca ise görünen geçmiş manzarası, iç karartıcı ve ibretliktir. Batı’nın Şark Meselesi, büyük ölçüde hedefine ulaşmış oldu. Osmanlı Devleti’nin kurucu unsuru olan Türkler, Avrupa’dan kovulmuş, Türk siyasî varlığı da Türklerin nüfus çoğunluğuna sahip olduğu Küçük Asya’ya çekilmişti.
Bilindiği gibi Yunanistan, iyi planlanmış, Türk düşmanlığı ve Megali İdea (1) esası üzerine inşa edilmiş geleneksel bir milli politikaya sahiptir. Bu politikası gereği, Türkiye’yi uluslararası platformlardan dışlayarak yalnız bırakmaya çalışmakta, içerden de Türkiye’nin sosyal ve siyasi bütünlüğünü zayıflatmak ve parçalamak istemektedir. Bu sebeple Yunanistan’ın, önce Ermeni terör örgütü ASALA’ya, daha sonra da PKK terör örgütüne yoğun bir destek verdiği bilinmektedir. Yunanistan, bu genel politikası çerçevesinde tarihi gerçekleri gözardı ederek, Ermeni ve “Kürt Sorunları”nın yanısıra yeni bir argüman olarak Pontus soykırım iddialarını da Türkiye’ye karşı kullanmaya çalışmaktadır. Ayrıca Lozan Barış Antlaşması ile birlikte Türk–Yunan ilişkilerindeki Türkiye aleyhine olan Yunan yayılmacı politikaları sonucu, Ege’de ve Kıbrıs’ta bir takım sorunlar çözülemez bir hal almıştır. Günümüzde Türk–Yunan ilişkilerindeki Kıbrıs sorunu ve bazı Ege sorunlarını şöyle izah edebiliriz:
KIBRIS SORUNU: Yukarıda değinildiği gibi Yunanistan, tarihinin eski dönemlerinden beri Megali İdea hedefleri doğrultusunda yayılmacı bir politika izlemiştir. Yunanistan, Megali İdea hedefleri içinde yer alan Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak için bütün fırsatları değerlendirmeye çalışmıştır. Kıbrıs’ı adeta bir “Helen toprağı” olarak görmüşlerdir. Bu doğrultuda Yunanistan, Kıbrıs’taki Rumları tahrik etmekten geri durmamıştır. Bu da Kıbrıs’ta Türk-Rum sorunundan ziyade bir Yunan yayılmacılığı ve milliyetçiliği sorunu olduğunu göstermektedir. Sorunun çözülmesi ise şüphesiz Yunanistan’ın adadan elini çekmesi ile mümkün olabilecektir. Adaya barış, ancak Türk ve Rum tarafının ortak iradesi ile ve iki halkın da eşit olduğunun kabulü ile gerçekleşecektir.
Sorunun çözümü için iki ayrı halkın yaşadığı adaya, federal bir çözümden ziyade, iki ayrı devlet esasına uygun olan konfederal bir çözüm getirilmelidir. Bu da ancak Batılı güçlerin (özellikle ABD ve AB) ve Yunanistan’ın adadan elini çekmesiyle mümkün olacaktır.
KITA SAHANLIĞI: Kıta sahanlığı (2) konusunda Yunanistan’ın savunduğu tezler, şunlardır:
a) Türk kıyısı boyunca dizilmiş olan Yunan adaları, Yunan ülkesinin ayrılmaz parçalarıdır. Bu adaların takımada oluşturanlarında en uç noktalar birleştirilerek, bu çizginin içi “takımada suyu” kabul edilmelidir. Böylece, Türk kıyılarındaki Yunan adalarının batısında Türkiye’ye kıta sahanlığı kalmamaktadır.
b) Adalar, kıta sahanlığına sahiptir ve bu kıta sahanlığının sınıflandırılması, kıta ülkeleri ile eşit koşullarda yapılır.
c) Kıta sahanlığı konusunda antlaşma yapılmamışsa, Türkiye ile adalar arasında eşit uzaklık ilkesi uygulanmalıdır.
Türkiye ise, Ege Denizi’nde hakkaniyet ilkesi gereğince bir tespit yapılması gerektiğini savunmaktadır. Ayrıca Türkiye; “kıta sahanlığının belirlenmesinde doğal uzantının esas olduğu”, “ülke savunmasında bir bölgede adaların bulunmasının kıta sahanlığı açısından özel durumlar oluşturduğu” ve “Ege Denizi’nin bir “yarı kapalı” deniz olduğu” tezlerini dile getirmektedir. Kıta sahanlığı sorununu çözmek amacıyla, konuyu sürekli olarak uluslararası forumlara götürmek eğiliminde olan Yunanistan karşısında Türkiye, yine sürekli olarak, karşılıklı görüşme ve anlaşmanın esas olması gerektiğini ileri sürmektedir.
Yunanistan, Ağustos 1976’da sorunu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ve Uluslararası Adalet Divanı’na götürdü. Güvenlik Konseyi, taraflarla görüşmelere başlama ve Adalet Divanı’na başvurma önerisinde bulundu. Divan, Yunanistan’ın “ihtiyati tedbir” istemini 11 Eylül 1976’da reddetti. Ayrıca divan, üç yıl sonra, 1979 Ocak ayında, Ege Denizi Kıta Sahanlığı konusunda yetkisiz olduğuna karar verdi.
Taraflar arasında Kasım 1976’da Bern’de yapılan toplantıda, kıta sahanlığı konusunda yapılacak olan görüşmelerde nasıl davranılacağını belirleyen birtakım kurallar saptandı. Ancak görüşmeler kesildikten sonra Yunanistan, Bern Bildirgesini tanımadığını açıkladı.
Kıta sahanlığı sorunu, Davos sürecinde çözümden çok, doğrudan ilişkilerin yeniden kurulması yönünde gelişme göstermiştir. 1999 Helsinki Zirvesinde ise, Ege Denizi sorunlarının ikili ilişkiler ile 2004 yılına kadar çözümlenmesi, aksi olursa konunun Uluslararası Adalet divanına götürülmesi sürecinin başlayacağı kararlaştırılmıştır.
Ege’de Türkiye ve Yunanistan’a ait kıta sahanlığının sınırları henüz belirlenmemiştir. Şu anda ne Türkiye, ne de Yunanistan, Ege’de 6 deniz mili mesafesindeki karasularının ötesinde, sınırlandırılmış bir deniz yetki alanına sahip değildir. Tartışmanın esas konusu, “Ege Denizi kıta sahanlığının Türkiye ve Yunanistan arasında, iki kıyı devletinin 6 deniz mili olan karasularının ötesindeki alanların da sınırlandırılmasıdır”.
KARASULARI: Lozan Antlaşması ile Ege’deki karasuları, 3 mil olarak kabul edilmiştir. 17 Eylül 1936 tarihinde Yunanistan, bir yasa ile karasularını 6 mile çıkarmıştır. O dönemde iyi olan Türk-Yunan ilişkileri nedeniyle, Türkiye buna ses çıkartmamıştır. Böylece Yunanistan’ın Ege’deki payı %35’e çıkmıştır. 6 mili ancak 1964’te uygulamaya başlayan Türkiye ise, %8,8’lik bir paya ulaşmıştır.
12 mil sorunu, sadece Türkiye’yi değil, Ege denizinin açık sularını bir uluslararası suyolu olarak kullanan her devleti ilgilendirmektedir. Karasularının 12 deniz miline çıkarılması, Ege Denizi’ndeki çıkar dengelerini Türkiye’nin aleyhine orantısız bir şekilde değiştirecektir. Şu anda sahip olduğu birçok ada sebebiyle Yunanistan’ın karasuları, Ege Denizi’nin %40’ını oluşturmaktadır. Karasularının 12 deniz miline çıkarılması durumunda ise bu oran, %70’e yükselmektedir. Bu durumda açık deniz büyüklüğü %51’den %19’a düşerken, Türkiye’nin karasuları da Ege Denizi’nin %10’undan daha az kalmaktadır
Yunanistan, Ege karasuları sorununda karasularının azami sınırının 12 mil olabileceğini kabul eden 1982 BM Sözleşmesine atıfta bulunmaktadır. Türkiye ise, bu sözleşmeye taraf olmadığını vurgulamakta, Ege denizinin bir yarı-kapalı deniz olduğunun altını çizmekte ve Ege’de sınır saptaması yapılırken hakkaniyet ilkesine göre hareket edilmesi gerektiğini belirtmektedir. Türkiye, ayrıca Yunanistan’ın karasularını 6 milin üstüne çıkarmasının savaş sebebi sayılacağını ifade etmektedir.
.
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.
Sahipkıran AKADEMİ kategorisinde yayınlanan diğer yazılar için tıklayınız.
…………………………………………………………………………………….
(1)Megali İdea, Türkçe tercümesi “Büyük Düşünce” olan bu Yunan ideali, ismiyle doğru orantılı bir cüretkârlık içerir. Yunanlıların yaşadığı Balkanları ve Doğu Akdeniz’i içine alan geniş bir coğrafya üzerinde ve elbette Doğu Roma İmparatorluğu’nun Doğu Karadeniz’e kadar uzanan Küçük Asya topraklarını da içeren Büyük Yunan Devleti’ni kurmak iddiasını taşır. Megali İdea İstanbul’u bile Türklerden geri almayı öngörür.
(2) Kıta Sahanlığı, jeolojik olarak ülkeyi oluşturan kara parçasının deniz altındaki uzantısıdır ve kıtanın bitip okyanusun başladığı kıtasal çizgiye kadardır. “Kıta sahanlığı, jeolojik tanımından başka uluslararası hukukta BM Deniz Hukuku Sözleşmesi ile düzenlenen bir konudur. Ancak Türkiye bu sözleşmeye taraf değildir.