Her yıl özellikle nisan ayında, yazılı ve görsel medyada ABD Başkanının 1915 olayları hakkında ne söyleyeceği, “soykırım” ifadesine yer verip vermeyeceği başta olmak üzere, söz konusu dönemde Ermenilere karşı Osmanlı İmparatorluğu tarafından soykırım yapılıp yapılmadığı, tehcir sırasında yaşanılanlar ekseninde mesele ülkemiz kamuoyunu meşgul ettikten sonra, saman alevi gibi geçip, bir sonraki senenin nisan ayına kadar gündemimizden düşmektedir.
Zira 24 Nisan tarihi, Ermeniler için “soykırım günü” olarak belirlenmiştir ve bu tarihte tüm dünya üzerindeki Ermeni toplulukları tarafından kapsamlı olarak düzenlenen etkinliklerle dünya üzerinde bir kamuoyu oluşturulmaya ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti baskı altına alınmaya çalışılmaktadır.
Öncelikle 24 Nisan tarihinin sözde soykırımla bir alakası bulunmadığının bilinmesi gerekir. Zira Ermeni isyanlarının ülkenin birçok yerinde patlak vermeye başlaması üzerine 24 Nisan 1915 tarihinde, dönemin İstanbul hükümetince başkentte bulunan Ermeni komiteleri kapatılmış ve 2345 Ermeni, devlet aleyhine faaliyette bulunmak suçundan tutuklanmıştır. Tehcir kanunu ise, bu olaydan yaklaşık bir ay sonra, 27 Mayıs 1915 de çıkartılmıştır[1].
Asıl konuya geçmeden önce, şu gerçeği ifade etmekte fayda vardır: Tarihleri boyunca sırasıyla Babillilerin, Asurluların, İranlıların, Partların, Makedonyalı İskender’in, Roma, Bizans ve Arapların boyunduruğu altında yaşayan Ermeniler, Selçuklu fetihleriyle birlikte Türk idaresiyle tanışmışlar; bir süre Moğolların yönetiminde kaldıktan sonra Karakoyunlu ve Akkoyunlu Türk Devletlerinin sayesinde varlıklarını muhafaza etmişlerdir. Daha sonra Osmanlı tebaası olarak en parlak, zengin ve itibarlı dönemlerini yaşamışlardır.[2]
Bu tespite paralel olarak, yaklaşık 600 yıl dünya üzerinde hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu döneminde, 288 Sadrazam içerisinde sadece 88 Türk Sadrazam görev yapmış ve bu süreçte 2 de Ermeni asıllı vatandaşımız bu koltuğa oturmuştur. Ayrıca, meşrutiyetle birlikte Ermenilere 29 sivil paşalık, 12 Bakanlık, 30 milletvekilliği, 7 Büyükelçilik, 11 Konsolosluk ve 11 Üniversite öğretim üyeliği verilmiştir. [3]
Ayrıca, bünyesinde birçok milleti azınlık olarak barındıran Osmanlı İmparatorluğu, başka hiçbir millete uygun görmediği Millet-i Sadıka, yani Sadık Millet unvanını uzun yıllar Osmanlı yönetimi ile iyi geçindikleri için Ermenilere layık görmüştür.
Peki, ne olmuştur da Sadık Milletten, bugün soykırıma uğradıklarını iddia eden, bunu devlet politikası haline getiren sürece gelinmiştir.
Özellikle 93 Harbi (1877-1878) olarak bilinen savaş öncesinde, savaş sırasında ve savaştan sonra mağlup olan Osmanlının boşalttığı topraklarda Ermenilerin, Rusların desteği ile masum ve sivil halkı katlettikleri, yüzyıllarca birlikte yaşadıkları Müslüman Türklere zalimce ve insanlık dışı muamelelere bulundukları, Rus ordularına mihmandarlık yaptıkları bir süreç yaşanmıştır.
1876 yılında tahta geçen ve çok kısa bir süre sonra 93 harbini yaşayan Sultan II. Abdülhamit Han, Ermenilerin bu savaştaki rollerini çok iyi etüt etmiş ve siyasi dehasını kullanarak tahtta bulunduğu 33 yıl boyunca, tüm enerjisini kullanarak Ermenilerin örgütlenmesini ve silahlanmalarını engellemeyi başarmıştır. Zira Batılı emperyalistlerin Osmanlı Devletinin iç işlerine karışmak için öne sürdükleri en önemli koz, ülke genelinde bulunan azınlıklar olmuştur. Rusya ise, Balkanlarda kendi mezhebinden olan Sırp, Karadağlı ve Bulgarları, Doğuda ise Ermenileri, Osmanlı toprakları üzerindeki emellerine alet etmiştir.
Gerek iç kamuoyu baskılarına, gerekse dış mihrakların yoğun baskılarına daha fazla dayanamayan Sultan II. Abdülhamit Han, yaklaşık 29 yıl önce askıya aldığı meşrutiyeti (2. Meşrutiyet) 24 Temmuz 1908 de tekrar uygulamaya geçirince, adeta fırsat bekleyen Ermeniler için gün doğmuş, ülkenin her yerinde örgütlenmeye ve dış güçler ve özellikle Rusya ve Fransa destekli olarak silahlanmaya başlamışlardır.
Ve İstanbul’da 31 Mart vakasının (Miladi 14 Nisan 1909) meydana gelmesinin ertesi günü, İmparatorluğun en nazik gününde durumu fırsat bilen Ermeniler, ilk kıvılcımı yakmış ve Adana ve Tarsus çevresindeki bütün Ermeniler ayaklanarak, zayıf buldukları Türk evlerine dalıp; ırza, mala ve cana saldırmışlardır. Devlet otoritesinin engel olamadığı isyan büyümüş, 16-19 ve 25 Nisan tarihlerinde binlerce Ermeni ve Müslüman Türk hayatını kaybetmiştir. Olaylar, fırsat kollayan Avrupa için bahane olmuş, tüm Avrupa basını Türklerin Ermenilere karşı zulüm ve barbarlık yaptığını iddia eden manşetlerle ve haberlerle çalkalanmıştır. Mazlum Müslüman-Türk halkının meşru müdafaa hakkı hiçe sayılmış, tüm Avrupa kamuoyunda Ermeni masumiyetinden ve mağduriyetinden bahsedilir olmuştur. Bu durum, Sultan II. Abdülhamit’i tahttan indirdikleri için Avrupa basınında alkışlanan İttihatçıları telaşa düşürmüş ve Avrupa’ya ve Rusya’ya şirin görünme çabası içine sokmuştur.
İttihatçıların en önde gelenlerinden olan Cemal Paşa, o dönemde Adana valisidir ve hatıralarında şu hayrete şayan sözleri kaleme almıştır, “… yalnız Adana şehrinde 30 Müslümanı idam ettirdim. Yalnız bir Ermeni idam olunmuştur. İdam olunan Müslümanlar arasında Adana’nın eski ve zengin ailelerine mensup gençler olduğu gibi Bahçe kazası müftüsü de vardı ki o havali Türkleri nezdinde pek büyük bir nüfuza malik bulunuyordu”[4] (Kaderin cilvesine bakın ki, aynı Cemal Paşa, 21 Temmuz 1922 de Tiflis’te kendisine pusu kuran iki Ermeni tarafından şehit edilmiştir.)
2. Meşrutiyet’in ilanından 1. Dünya savaşına kadar olan süreçte vuku bulan onlarca olayda Ermeniler, Müslüman Türkleri katletmiş, devlet otoritesinin zayıf olduğu veya hiç olmadığı durumlarda savunmasız ve masum halka sayısız akla hayale gelmeyecek zulümlerde bulunmuşlardır. Gerek 1. ve 2. Balkan Savaşları sırasında, gerekse 1. Dünya Savaşının başladığı dönemlerde Devlet ve Ordusu, harici düşmanlarla cephede savaşırken, dahilde de silahlı ve cani Ermenilerle sivil ve savunmasız halk karşı karşıya gelmiştir.
Araştırmacı yazar Necdet SEVİNÇ’in Bilgeoğuz yayınlarından çıkan ve tamamen gerçek arşiv belgelerine dayalı olarak hazırladığı “Arşiv Belgeleriyle TEHCİR/ Ermeni İddiaları ve Gerçekler” adlı kitabında yer alan bazı başlıklar şöyledir: “Van Gölü, Kan Gölü, Kazığa Oturttular, Bebekleri Süngülediler, Boğazladılar, Süngüye Geçirip Kızarttılar, Diri Diri Yaktılar, Samanlığa Doldurup Yaktılar, Babalarının Gözü Önünde Tecavüz Ettiler, Çocukları Parçaladılar, Aileleri Kestiler, Hastanede Yaktılar, Ellerinden Çivilendi, Ağzına Kazık Çaktılar…” Bahsi geçen eserde yukarıda zikredilen her başlık altında olayların gerçek arşiv belgeleri ile somutlandırıldığı görülebilir.
Tarihler 28 Temmuz 1914’ü gösterdiğinde, ha bugün ha yarın çıkacak denilen 1. Dünya Savaşı başlamış ve birçok devlet ve millet, boğaz boğaza harbe tutuşmuştur. Osmanlı İmparatorluğu, 30 Ekim 1914’te resmen İttifak Devletleri ile birlikte İtilaf Devletlerine karşı savaşa katılmıştır. Batı’da Çanakkale cephesinde İngiltere ve Fransa’ya, Doğu (Kafkas) cephesinde Rusya’ya, Irak ve Filistin cephelerinde yine İngiliz ve Fransızlara karşı amansız bir ölüm kalım mücadelesine girişilmiştir. Yokluk içinde cepheden cepheye koşan insanımız, tam anlamıyla yangın yerine dönen cephelerde düşman orduları ile, dâhilde ise kaderiyle ve Ermeni çeteleri ile baş başa kalmıştır.
Doğuda Rusların desteği ve himmetiyle, güneyde ise Fransızların koruyup kollamasıyla; masum, yaşlı, kadın ve çocuklar üzerine karabulut gibi çöken, ayrıca Rus ve Fransızlarla açıkça iş birliğine giren Ermeniler için, 27 Mayıs 1915’te “Tehcir Kanunu” çıkartılmıştır.
Tehcir, (yani zorunlu göç, bir topluluğu yaşadığı yerden göç ettirme, göç etmesine sebep olma, sürme[5]) o dönemde bünyesinde birçok millet bulan Osmanlı Hükümetince yukarıda kısaca anlatmaya çalıştığımız sebeplerden dolayı yalnız Ermeniler için uygulanmıştır.
Normal şartlarda bile büyük bir maddi güç ve irade isteyen tehcirin, imparatorluğun giriştiği ölüm kalım döneminde uygulanması, yüz binlerce insanın o günün şartlarında yer değiştirmesine karar verilmesi, üzerinde durulması gereken en önemli unsurdur. Zira yüz binlerce insanı cephelerde açlıktan, cephanesizlikten ve hastalıktan kırılan bir devletin, yine yüz binlerce insanı yüzlerce kilometre uzaktaki noktalara göç ettirmesini gerektiren kararı almak ve uygulamak, büyük bir zorunluluk ve elzem olmuştur. Bununla birlikte, tehcir edileceklerin belirlenmesi yine o dönemin şartları içerisinde gayet haklı gerekçelere dayanılarak tespit edilmiş ve uygulanmıştır.
Bugün, Ermeni diasporası tarafından yaklaşık 1.500.000 Ermeni’nin Osmanlı İmparatorluğu tarafından tehcir adı altında imha edildiği dile getirilse de, yine Osmanlı İmparatorluğunun resmi arşivlerindeki belgelerden bu rakamın hayal ürünü olduğu anlaşılmaktadır. Zira söz konusu arşiv belgelerinde; yaklaşık 450.000 Ermeni’nin zorunlu göçe tabi tutulduğu görülmektedir. Zorunlu göç, “Çanakkale, Kafkasya ve Suriye’de savaşan Osmanlı Ordularının lojistik destek yollarına yakın yerleri ve bu yerleri birbirine bağlayan üçgen içerisinde yer alan yerleşim alanlarındaki Ermeniler ile örgütlere destek veren tüm Ermenileri kapsamıştır. Zorunlu göçten Ermeni örgütlerine destek vermeyen Ermeniler, sanatkârlar, iş adamları, askeri personel, yaşlı kadın ve erkekler ile Protestan ve Katolik Ermeniler muaf tutulmuştur.”[6] Büyük çoğunluğu Erzurum, Erzincan, Van, Bitlis, Adana, Maraş, Konya, Kayseri ve Trabzon’dan olmak üzere tehcir edilen yaklaşık 500.000 Ermeni, yine büyük çoğunluğu bugün Suriye toprakları içerisinde yer alan Şam ve Halep Şehirleri arasında yer alan bölge olan Şehr-i Zora’ya yerleştirilmiştir. Bununla birlikte Ermeni örgütleriyle doğrudan bir bağlantısı ve ilişkisi bulunmayanlar, Anadolu’da muhtelif yerlere yerleştirilmişlerdir.
Zorunlu göç kanununun çıkmasının hemen ertesi günü, tüm vilayetlere 15 maddelik bir talimatname gönderilmiş; gerek sevkiyat sırasında gerekse sevk sonunda karşılaşılacak sıkıntılara karşı izlenilecek yollar bildirilmiştir. Bununla birlikte, sevk edilenlerin geride bırakacakları mal ve emlakları için de teferruatlı bir talimat yayımlanmış, sevk edileceklere de 15 ila 20 gün öncesinden haber verilerek hazırlık yapmaları emrolunmuştur.
Hazırlanan sevk kafileleri için imkânlar ölçüsünde güvenlik kuvveti ve sağlık personeli verilmiş, eldeki tüm imkânlar seferber edilerek kafilelerin varış yerlerine nakli için azami çabalar sarf edilmiştir. Bunlarla birlikte dönemin şartları gereği yollarda, gerek eşkıya baskınları, gerek normal ölümler ve gerekse bulaşıcı hastalıklar dolayısıyla ölen Ermeniler olmuştur. Ancak söz konusu ölümler, sadece Ermenilere matuf olmayıp, o coğrafyada yaşayan tüm insanlar için geçerlidir.
Bununla birlikte, 1. Dünya savaşının bitmesini müteakip 31 Aralık 1918 tarihli kararname ile Tehcir Kanunu uyarınca göçe tabi tutulanların, istemeleri halinde eski memleketlerine geri dönebilecekleri ve geride bıraktıkları ev ve arazilerinin aynen kendilerine iade olunmasına imkân sağlanmış ve geri dönmek isteyenlerin dönmeleri yine o günün şartlarında devlet desteği ile yerine getirilmiştir.
Birinci dünya savaşı bitmiş, üstüne Türk milleti bir de İstiklal Savaşı vermiş ve Osmanlı İmparatorluğu yıkılıp, yerine Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuştur. 1. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı İmparatorluğuna dikte edilen Sevr Antlaşması (ki bu antlaşmayı Padişah imzalamamış ve kadük kalmıştır) hükümleri uygulanmasına fırsat verilmeden başlatılan İstiklal Savaşımız sonunda Lozan Antlaşması imzalanmıştır.
Lozan Antlaşması dâhil, sonraki hiçbir süreçte dile getirilmeyen soykırım yalanı, 9 Aralık 1948 tarihli “Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi” gereği canlandırılıp piyasaya sürülmüştür.
Bahsi geçen sözleşmeye göre soykırım;
“1-Ulusal, Irksal ya da dinsel bir grubun, toptan veya bir bölümünü yok etme niyetiyle, bir grubun üyelerini öldürmek,
2-Bir grubun üyelerine bedensel-ruhsal ağır zarar vermek,
3-Bir grubun hayatının fiziki çöküşünü sağlayacak ortamı hazırlamak,
4-Bir grubun çocuk sahibi olmasını engellemek,
5-Bir grubun çocuklarının zorla başka bir gruba verilmesini sağlamak” şeklinde tanımlanmıştır.
Tam karşılığını 2. Dünya Savaşında, Hitler Almanya’sının Yahudilere karşı uyguladığı toplu imhalarda bulan bu sözleşmenin, Osmanlı Devleti’nin Ermenileri bulundukları yerden başka bir yere ihraç etmesi ile bağdaştırılması veya bu sözleşemeye dayanılarak soykırım çığırtkanlığı yapılması, abesle iştigaldir. Zira benzeri tehcirler, dünya tarihinde pek çok kez görülmüştür. Örneğin; 2. Dünya Savaşı’nda ABD ile Japonya arasında çatışmalar başladığı zaman; ABD, Pasifik kıyısında bulunan Japon asıllı vatandaşlarını, güvenlik nedeniyle Wyoming, Colorado, Arkansas ve California çöllerine sürmüştü. Bu nakilde Japonların herhangi bir eylemi olmamasına rağmen, potansiyel tehlike olarak görülmelerinden dolayı böyle bir tedbir uygulamaya konulmuş ve nakil sırasında binlerce Japon hayatını kaybetmişti”.[7]
Dünya tarihi, bu ve buna benzer onlarca nakil olayı ile dolu iken, Ermenilerin Türk ve Türkiye üzerindeki emellerine ulaşmak için soykırım yalanını temcit pilavı gibi sürekli gündemde tutmaları, iyi niyetle ve hak aramakla izah edilebilecek bir durum değildir.
Her şeye rağmen Türkiye Cumhuriyeti Devletinin; “konunun, uzmanları tarafından esaslı bir şekilde araştırılması ve aydınlatılması” talebiyle en yüksek perdeden yapılan çağrılarına kulak asmayan, Cumhuriyet ve Osmanlı Arşivlerinin herkese açılarak bu konudaki şeffaflığın ortaya konulmasına rağmen, meselenin bir numaralı muhatabı Ermenistan tarafından hiçbir şekilde somut karşılık alınamamıştır.
Bunlarla birlikte, daha dün denilebilecek bir tarihte, 26 Şubat 1992’de tüm dünyanın gözü önünde Azerbaycan sınırları içerisindeki dağlık Karabağ bölgesinde bulunan Hocalı’ya giren tam teçhizatlı Ermeni birlikleri, 613 sivili hunharca katletmişlerdir. Öte yandan, özellikle 70’li yılların ikinci yarısından, 80’li yılların ilk yarısına kadar yine Ermeni menşeli ASALA örgütü, yurtdışında bulunan onlarca Türk diplomatını sistemli bir şekilde katletmiştir. Yine daha dün denilebilecek bir tarihte Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinde Rumlar tarafından Müslüman Türk halkına karşı yüzlerce insanımızı kaybettiğimiz bir katliam yapılmış, Balkanlarda yüzbinlerce Müslüman Türk hem yerinden yurdundan sürülmüş hem de sayısız katliamlara maruz bırakılmıştır.
Türk tarihi, dünya üzerinde başka hiçbir millette olmadığı kadar insanlık dersleri ile doludur. Orta Asya’nın en doğusundan başlayarak, Viyana önlerine kadar uzanan binlerce yıllık tarihimizde, başımızı öne eğdirecek hiçbir dönem olmamıştır. İspanyol zulmünden kaçan Yahudilere kucak açan bu millet, bırakın soykırımı, yuvasız kuşlara sanat eseri denilebilecek zerafette kuş evleri yapmıştır.
Ermeni-Azeri savaşının en şiddetli döneminde bile Türkiye Cumhuriyetinin 49. Hükümeti, iç ve dış dengeleri hiçe sayarak Bakanlar Kurulunun 19.02.1993 tarihli kararı ile insanlık adına Ermenistan’a buğday yardımında bulunmuştur.[8]
Bu ve buna benzer olaylar, bugün bile devam etmekte iken, soykırım yalanını her ortamda, her platformda dile getiren Ermeni lobisi, bugün birçok ülke meclisinden bunu geçirmeyi başarmıştır. Bununla birlikte Fransa ve İsviçre gibi Avrupa ülke meclisleri, “Ermeni Soykırımı yoktur” demeyi bile suç sayan kanunları onaylamış bulunmaktadır.
Düşmanlarımız maalesef bu denli planlı ve organize hareket ederken, eğitim politikalarını her daim Türk düşmanlığı üzerine dizayn ederken, herhangi bir Ermeni okulunda eğitim gören çocuklar; geçmişte Türklerin kendi ırklarına soykırım yaptığı, Doğu Anadolu bölgemizde birçok şehrin aslında Ermeni yurdu olduğu yalanlarına inanmış şekilde yetişirken, bizim bu yalanlara karşı fazla bir gayretimiz olmamış.
Milli ve manevi duygulardan uzaklaşan ve tarihi gerçeklerimizi bilmeyen nesiller, “soykırım kabul edilse ne olur, edilmese ne olur?” fikriyatıyla gündelik hayat ve meşgalelerle savrulup gitmektedir. Hayatında içinden dahi geçmediği bir şehirde işlenilen bir cinayetten dolayı idam cezasına çarptırılan bir insan için; söz konusu ceza ne anlam ifade ederse, Türk milletine reva görülen soykırım yaftası da aynı şeyi ifade etmektedir.
Ülkemizde işlenilen ve aklıselim hiçbir insanın tasvip etmeyeceği bir cinayet olan gazeteci Hrant DİNK cinayetinden sonra, “Hepimiz Ermeni’yiz” yazılı dövizlerle sokağa dökülen binlerce insanımızı, nedense hiçbir milli değerimiz veya bölücü terör örgütünce şehit edilen güvenlik görevlilerimiz için sokağa dökülmüş halde göremedik.
Tarihi olayları en iyi elbette tarihçiler bilmelidirler, ancak en azından bir milletin tamamına mâl edilmeye çalışılan tarihi gerçekler hakkında, o millete mensubiyet bağı ile bağlı olduğunu hisseden herkesin bilgi sahibi olmasında mutlak surette fayda vardır.
Çalışmamı, yıllarca Doğu Cephesinde görev yapmış olan ve İstiklal Savaşımızın kudretli askerlerinden olan Kazım KARABEKİR Paşanın hatıratından bir cümle ile bitirmek istiyorum. Diyor ki Karabekir Paşa; “….8 metre çapında bir çukur açmışlar. İçi çoluk çocuk ve her yaştan ve cinsten Türk ölüleriyle dolu! Vurmuşlar, süngülemişler, soymuşlar ve bir çukura doldurmuşlar. Koca kasaba olan Mamahatun’da yalnız bir ev halkı dağlara kaçıp kurtulabilmiş.”
.
Zafer TEKİN – zafertekin@sahipkiran.org
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.
[2] (Recep ŞAHİN Tarih Boyunca Türk İdarelerinin Ermeni Politikaları)
[3] Y.Bülent BAKİLER Gönlümdekiler ve Ötekiler Sayfa 177)
[4] (Yılmaz ÖZTUNA, Osmanlıya Veda S:254)
[5] http://tr.wikipedia.org/wiki/Tehcir
ermeni soykırımı üzerine….
[…] Sahipkıran Stratejik Araştırmalar Merkezi – SASAM […]