Twitter Facebook Linkedin Youtube

ANKA’NIN DÜŞÜŞÜ, BİR YIKILIŞ HİKÂYESİ -1

Hilmi GÜL

Hilmi GÜL

600 yıl boyunca dünyanın en karmaşık coğrafyalarından birinde hüküm süren Osmanlı Devleti’nin hikâyesi, her zaman ilgi çekici ve her alanda tartışma konusu olmuştur. Devlet, daha 18. yüzyıldan itibaren yıkılış sinyalleri veriyordu, ama köklü yapısıyla uzun bir dönem bu tehdidi savuşturmayı başardı. Ne var ki 19. yüzyılın sonunda başlayan olaylar zinciri, devletin kaçınılmaz sonunu getirecekti. Bu yazı, Osmanlı’nın son döneminin hikâyesidir.

Osmanlı için eski dengelerin bozulduğu, sonucunda yıkılışını getirecek süreç, 1870’te başladı. Bu tarihte başlayan siyasal ve ekonomik bunalım, devleti geri dönüşü olmayan bir yola sürüklüyordu. 1869’da Süveyş Kanalı’nın açılıp Mısır’ın öneminin artması, İngiltere ve Fransa gibi güçlerin Osmanlı’yı ayakta tutmaktan çok Süveyş’e odaklanmalarına neden olmuştu. Öte yandan Kırım

Savaşı’ndan bu yana Osmanlı Islahatçılarının en büyük destekçisi Fransa, Prusya’yla yaptığı savaştan mağlup çıkmış, geçici bir gerileme dönemine girmişti. Fransa’nın desteğini yitiren Islahatçıların karşısında daha çok Rus Çarlığının önderi olduğu mutlakiyetçi ve muhafazakâr fikir akımlarına destek olan devlet adamları güçlenmiş, Mustafa Reşit Paşa’nın yetiştirdiği reformcu Ali Paşa’nın ölümüyle boşalan koltuğa, Rusya’da büyükelçilik yapmış olan “Nedimof” lakaplı Mahmut Nedim Paşa geçmişti.

Osmanlı’da böyle bir siyasal karmaşa yaşanırken; Avrupa’da “yüzyıl ortası ekonomik canlanma dönemi” bitmiş, 1873’te menkul kıymetler borsası çökmüş, 1896’ya kadar sürecek olan “Büyük Bunalım”a girilmişti. Bu bunalım, Osmanlı’nın en önemli mali desteklerinden biri olan dış borç kaynağını ortadan kaldıracak ve devlet, büyük bir ekonomik darboğaza girecekti. Bu ekonomik darboğaz yetmezmiş gibi, 1873 ve 1874’te Anadolu’da yaşanan kuraklık ve sel; büyük bir kıtlığa neden olacak, çiftlik hayvanları telef olacak, insanlar yiyecek ve iş bulabilmek umuduyla şehirlere akın edecek, bir kısmı ise hayatını kaybedecekti.

Anadolu, bu felaketlerle boğuşurken Rumeli ve Balkanlar, göreli bir refah içindeydi. Hem Avrupa’ya yakınlığı, hem ticaretle meşgul olan gayr-i Müslimlerin çokluğu, hem de Anadolu’da yaşanana benzer bir doğal afetin yaşanmamış olması, bu bölgedeki halkın refah seviyelerini korumayı başarmalarını sağlamıştı.

Dış borç kaynağından yoksun kalmış ve Anadolu’da vergi toplayamayan devlet, kaçınılmaz olarak mali yükü Balkanlar’da ve Rumeli’de yaşayan insanların omuzlarına yükledi. Hâlihazırda devam eden asayiş bozukluğunun üzerine bir de aşırı vergiler binince, Balkanlar’da büyük isyanlar patlak verdi ve bu isyanlar, kısa sürede milliyetçi-ayrılıkçı ayaklanmalara dönüştü. Bu, sonun başlangıcıydı.

Önce Bosna Hersek’te, 1876 Nisan’ından itibaren ise Bulgaristan’da, Hıristiyan köylüler büyük isyanlar çıkarttılar. Mali darboğaz, siyasi keşmekeş ve doğal afetler içerisinde kıvranan devlet, böyle bir isyana karşı soğukkanlı davranmadı. Osmanlı, Bulgar ayaklanmasını kanlı bir şekilde bastırdı. Öte yandan Osmanlı’ya öfke, zamanla Müslümanlara karşı öfkeye dönüşmüş, Hıristiyanlar da binlerce Müslüman köylüyü katletmişti.

Başkentin neredeyse yanı başında yaşanan bu trajik hadise, devletin asırlardır yürüttüğü bir arada yaşama ilkesinde büyük yaralar açtı. Yüzlerce yıldır barış içerisinde yan yana yaşayan Balkan halkları, bugüne kadar devam edecek büyük bir kavganın içine düşmüşlerdi.

Diğer taraftan Bulgar isyanını sert bir şekilde bastıran Osmanlı yöneticileri, bu süreçte yalnızca toplumsal barışı değil, Kırım savaşından bu yana devam eden İngiliz desteğini de yitirdiler. Dahası o zamana dek Osmanlı’ya sempatiyle bakan Avrupa, bir anda Osmanlı’yı canavar olarak gördüğü günleri hatırladı ve kamuoyu tersine döndü. Osmanlı’nın imajı, kara propagandayla öylesine zedelenmişti ki, İngiltere’de Osmanlı taraftarı olan D’israeli hükümeti, koyu Osmanlı düşmanı olan Gladstone’a karşı güç kaybetmişti.

Osmanlı cephesi ise kızgın ve kırgındı. Bir yandan iç çatışma çıkarıp Müslümanları katleden Bulgarlara kızgındılar, diğer taraftan hiç Müslüman katledilmemiş gibi sadece Bulgar ölülerini gören Avrupa’ya kırgındılar.

Osmanlı, yokuş aşağı uçuruma doğru yuvarlanırken, uzun zamandır Osmanlı’da görülmemiş bir şey oldu: İhtimaldir ki, siyasi karışıklıktan bıkan sandalyesiz nazır Mithat Paşa, Serasker Hüseyin Avni Paşa, Askeri Mektepler Nazırı Süleyman Paşa ve -burası ilginç- Şeyhülislam Hayrullah Efendi’nin de aralarında bulunduğu bir grup, 30 Mayıs 1876’da hükümet darbesi yaptı ve Sultan Abdulaziz’i tahttan indirdi. Yerine Yeni Osmanlılar’a yakın olan V. Murad geçirilmişti ama devletin zirvesi nasıl büyük bir felaket içindeyse, yeni padişah kısa sürede akıl sağlığını yitirecekti. 1 Eylül 1876’da darbeciler, istemeyerek de olsa, her yandan çatırdamakta olan devletin başına Şehzade Hamit Efendi’yi yani II. Abdulhamid Han’ı geçireceklerdi. (İkinci Bölüm için tıklayınız)

.

Hilmi GÜL

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.

Yorumlar (2)

  1. Selim Özel dedi ki:

    Anlatim uslubu cok huzel… Devami gelecek mi? Saygilar…

  2. Hilmi Gül dedi ki:

    Bir aksilik olmazsa devamı gelecek. Beğendiğiniz için teşekkürler.

Yorum Ekleyebilirsiniz


%d blogcu bunu beğendi: