Alman düşünür Ernest Cassirer insan için “anlam üreten varlık” diyordu. Hakikati, anlam üreterek açıklama çabasına giren bir varlık insan. Tıpkı bir tünelin içinden dışarıya bakarak hakikati duvarlarla çepeçevre sarıp inşa etmek gibi. Hangi tünelden bakıyorsanız hakikat kendisini bütünmüş gibi gösteriyor. Gördüğünüzün hakikatin bir kısmı olduğunu fark ederseniz sorun kalmıyor. Ancak bizatihi sizin gördüğünüzün hakikatin tam da kendisi olduğunu düşünüyorsanız, çevrenizde aksini söyleyenlere farklı bir gözle bakabiliyorsunuz ya da farklı grupların insanları olduğunuzu “safları sıkılaştırarak” daha da perçinlemiş oluyorsunuz.
Modern dünyada “belirsizlikler” içinde debelenen, “güven bunalımı” yaşayan ve “yersiz-yurtsuz” olan birey için referans grupları, siyasi ve kültürel sosyalleşme süreciyle aşıladığı olaylara ve olgulara anlam veren kalıp düşüncelerini/stereotiplerini ön plana çıkarır. Öteki olan, başkalaşan/başkalaştırılan ve yabancılaşan/yabancılaştırılan bizim dışımızdaki grubu “kötü”, bizden ve bizim içimizdeki grubu ise “iyi” yaptığı için; “cemaatçi” ya da “partizan” bakış açısı, öznedeki rasyonel özeleştiriyi ortadan kaldırmaya yatkın bir duygusal ve narsistik çerçeve sunar.
Duygu ve düşünceleri iğdiş edilen “öteki”, bastırılmış olanı bilinçaltından çağırdığında “stereotipleri” aracılığıyla yükselen bir trendde “kimlik bütünleşmesi” yaşar. Bu, tıpkı bilgisayar ekranındaki küçücük piksellerin bir araya gelerek resmin bütününü görünür hale getirmesine benzer. Kimlik bütünleşmesi, bazen bir parti lideri bazen de bir cemaat lideri üzerinden gerçekleşir. Her birey kimliğini bütünleştirdiği kişiyi adeta sözcüsü ilan eder. Onun gibi hisseder, onun gibi düşünür, onun gibi tepki verir. Kutuplaşma ve farklı olanı özümseyememenin derecesi ne oranda ise “öteki”nin bastırılmışlığındaki kimlik bütünleşmesi de o oranda yoğun olacaktır. Böylece streotiplerin yaygınlığı meşruiyet kazanır ve üyeleri tarafından paylaşılma katsayısına bağlı olarak hakikat de kendisini o derecede “belirsiz”leştirir.
Yaşamın kaotik ve şartlara göre değişiyor gözüken inişli çıkışlı yapısına uyum sağlama sürecinde “stereotipler”, bireye dünyayı anlamlandırmasında yardımcı olur. Birey, hakikatin bilgisine ulaşmada ne kadar az bilişsel bir çaba gösterirse, olayları ve olguları açıklamasına yarayacak “kalıp düşüncelere” de bir o kadar inatçı ve tutucu bir inançla yaklaşır. “Kendi arzu ve özlemlerini tanrı edinen ve (bunun üzerine) Allah’ın, (zihninin hidayete kapalı olduğunu) bilerek saptırdığı, kulaklarını ve kalbini mühürlediği ve gözlerinin üzerine bir perde çektiği (insan)ı, hiç düşündün mü? (Casiye Suresi, 23. Ayet) mealindeki ayette de bireyin “kulaklarının ve kalbinin mühürlendiği, gözlerine perde çekildiği” hatırlatılarak, hakikatle arasına perde çekildiği anlatılır. O yüzden, sürekli bir kendini yenileme, içe-dönük bir bakış ve eleştirel tavır gereklidir.
“Kulakları ve kalbi mühürlenen, gözlerine perde çekilen” ve hakikati anlamlandıracak referans çerçevesi “cemaatçi” ya da “partizan” olan birey, katı ve dürtüsel bir savunma mekanizması aracılığıyla “körleşme” evresine girer. Kalıp düşünceler böylece, bireyde hastalık ölçüsünde bir “fanatizm hakikati”ne dönüşür. Yaşamın kendisi ne kadar sorgulanmamış ve eleştiri süzgecinden geçirilmemiş ise, “cemaatçi” ya da “partizan” da kendini o kadar haklı görür. Hakikatin, her an kendi düşüncesini doğruladığını zanneder. Ancak hakikat, adalete ihanet etmeyecek ve örneğin “yersiz ve yurtsuzluğa” ötelenen bir sanatçının “Ülkesinde Kürtçe şarkı söyleyeceği günlerin de geleceğini” söylediği bir anda, “stereotipler”in herkeste katı ve dürtüsel bir savunma mekanizmasını harekete geçirterek marşlar söylettiği, hakaretler yağdırdığı ve çatal-bıçak fırlattırdığı kişilere, yıllar sonra yaptıklarından “tiksindiklerini” söylettirecektir. Ve o an; “gençliğin verdiği cehalet” ve “gözlere ve kalplere çekilmiş bir perde” olarak yıllar sonra kendisini gösterecektir.
Kim bilir, belki de son zamanlarda yaşananlar üzerinden sınanan “çıkar ve güç çatışması”ndan ziyade mutlak hakikate karşı sadakat ve samimiyettir? Ya da “çıkar ve güç çatışması”ndan kasıt “kendi özlem ve arzularını Tanrı edinen” “cemaatçi” ya da “partizan”ların Hakk’a sadakat ve samimiyetlerinin sınanmasıdır. Ve belki de mutlak hakikatin testinden geçecek olanların hali, Hacı Bayram-ı Veli hazretlerinin öğrencilerine uyguladığından farklı olmayacaktır.
Hacı Bayram-ı Velî’ye Sultan Murâd Han’ın verdiği fermanla, öğrencileri ilim ile meşgul olmaları için vergi ve askerlikten muaf tutuluyordu. Bu haberi alanlar vergiden kurtulmak için talebelik iddiasında bulunmaya başladı. Öğrencilerin sayısı o kadar arttı ki, Ankara’nın mâlî ve askerî düzeni bozulur hale geldi. Bunun üzerine Murad Han, Hacı Bayram-ı Velî’den talebelerinin listesini istemek zorunda kaldı.
Hacı Bayram-ı Velî de bunun üzerine bir çadır kurdurarak talebelerinin toplanmasını istedi. Hacı Bayram-ı Velî gelenlere; “Bugün burada bana bağlı talebelerimi kurban etmem lâzım. Canını, malını bana feda eden gelsin girsin.” dedi. Kendisi de keskin bir bıçakla çadırın kapısında beklemeye başladı. İki kişi girdi. Hacı Bayram-ı Veli, çadıra girerek daha önce koydurduğu koyunu kesti. Kanların çadırdan dışarı aktığını görenler, içeri giren iki kişinin de boğazlandığını düşünerek kaçtı. Sonra dışarı çıkarak “Anladık ki, bu kadar talebemiz varmış. Bunlardan başka herkes vergi vermek ve askerlik yapmak suretiyle devlete karşı olan borcunu ödemelidir.” buyurdu.
Hacı Bayram-ı Veli’nin Talebelerini İmtihanı–(Bahsedilen kıssa, 1.04 – 1.11 arasında işlenmektedir)
Özkan ÇAĞLAR
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.