Gaspıralı İsmail Bey’in kabrini ziyarete giderken, kabrin yakınında, başında Osmanlı fesi bulunan, gözleri sevinçten çakmak çakmak olan ve hızlı adımlarla yanımıza gelen bir genç, “Türk müsünüz, Türkiye’den mi geliyorsunuz?” diye sorup, “Evet” cevabını alınca sanki yıllardır görmediği ve beklediği bir dostunu görmüşçesine sıkı sıkı bize sarılarak, “Benim dedem yıllarca Fatih Sultan Mehmet’in askerlerini beklemiş, bekleyerek hayata gözlerini yummuş. Keza babam da bu duygularla öldü, ama ben bunu göreceğim. Türk askerini bir gün burada göreceğime inanıyorum” dedi. Hiç beklemediğimiz bu durum karşısında genci; “gönüllerin bir olduğu, Kırım Tatarları ile Türklerin öz kardeş olduğu” ve benzeri sözlerle teselli etmeye çalışarak, yanından ayrılmak zorunda kaldık. Keza Kırım’ın her köşesinde Türk olduğumuz anlaşılınca, insanların büyük bir sevgi ve muhabbetle bize yaklaştıklarına, ilgi ve alaka gösterdiklerine şahit oluyorduk.
*****
Men bu yerde yaşalmadım yaşlığıma toyalmadım,
Vatanıma hasret kaldım ey güzel Kırım,
Bahçelerin meyvaları bal ile şerbet,
Sularını içe içe toyalmadım men.
1475 yılında, Fatih Sultan Mehmet Hanın Padişahlığı döneminde Gedik Ahmet Paşa komutasındaki 300 parçalık bir Osmanlı donanmasının Kırım’ı fethetmesiyle bir Osmanlı eyaleti olan Kırım, yüzyıllar boyunca Osmanlı ordusuna 50 ila 100 bin atlı asker göndermiş, her dar gününde Osmanlı Devletinin yanında yer almıştır. Konumuz, Osmanlı & Kırım ilişkilerinden ziyade, yakın zamanda Kırım’a yapmış olduğum bir seyahat esnasında edindiğim izlenimleri de aktararak Kırım’ın bugünü ve bugünlere nasıl geldiği, özellikle 1944 sürgünü sonrası Kırım’ın sosyal ve ekonomik durumu hakkında kısa değerlendirmeler yapmak ve dilimizin döndüğünce okuyucularımıza kısa bilgiler sunmaktır.
Kırım hakkında, detaylı ve derin bir bilgiye sahip olmamakla birlikte, çocukluğumda okuduğum Yavuz Bahadıroğlu’nun “Kırım Kan Ağlıyor” adlı eseri ile çocuk yaşlarımda tasalanıp, Kırımlı kardeşlerimin yerine kendimi koyup, onlarla birlikte acı çektiğimi hatırlıyorum. Sonra gençlik yıllarımda, 2. Dünya Savaşı yıllarında Türkiye’nin teşviki ve desteğiyle kurularak, Almanya adına savaşan “Mavi Alay” adlı birliğin hazin hikâyesini okuyunca ve dünya tarihinde kara bir leke olarak duran 1944 sürgününü de ayrıntılı şekilde öğrenince; mazlum, mahzun ve sahipsiz Kırım ve Kırımlılar bende derin izler bırakmıştı.
Zira bir gece ansızın şiddetle kapılarının vurulmasıyla uykularından uyandırılan Kırımlı Müslüman Türkler, ne olduklarını bile anlamadan apar topar tren vagonlarına doldurulmuş, uçsuz bucaksız yollardan sonra birçoğu Asya’nın içlerine sürgün edilmek zorunda kalmışlardı. Bu sürgün hadisesi, dünyada eşi benzeri olmayan ve yürek burkan bir hadise olarak hafızalardaki yerini almıştır.
Bir millet düşünün ki, dönemin Rus idaresi altında zaten inim inim inlemekte iken, biranda kendilerini 2. Dünya savaşının içinde bulmuşlar, kendilerine her türlü zulmü reva gören Rus devleti adına binlerce insanını cepheye göndermişlerdir. Kırımlı erkeklerin büyük bir kısmı, Rus ordusu adına Almanlarla savaşırken; bir kısmı da, Türkiye’nin desteği ve teşvikiyle kendi bağımsızlıklarını kazanmak için Almanlarla işbirliğine girmiştir. Bu dönemde, Kırım kısa bir süre Alman işgalinde kalmış; Hitler, dolayısıyla Almanya 2. Dünya savaşından mağlup ayrılıp köylü köyüne, kentli kentine dönünce, asil Kırım halkının esareti başlamıştır.
Yukarıda kısaca anlatmaya çalıştığımız üzere, savaş sonunda dönemin SSCB Devlet Başkanı Stalin imzalı 11 Mayıs 1944 tarihli Devlet Güvenlik Komitesi kararnamesi ile Kırım halkının hiçbir ferdi kalmamak şartıyla komple sürgün edilmesine karar verilmiş ve bu karar 18 Mayıs 1944 gecesi, sabaha karşı uygulamaya başlanılmıştır. Eli silah tutan tüm erkekleri gerek Rus, gerekse Alman ordusunda bulunan mazlum Kırım halkının, yaşlı, çocuk ve kadınlarına iki saat süre verilmiş, karşı gelenler itilmiş, kakılmış dövülmüş, sövülmüşlerdir. İtiraza devam edenler, hunharca katledilmiş; yaşlı, kadın, çoluk çocuk denilmeden her türlü şiddete başvurulmuştur.
Koskoca Kırım ülkesi, gece gündüz, tren ve siren sesleriyle dolmuş taşmış, daha önce hayvan taşımakta kullanılan vagonlara, insanlar istiflenerek bilinmezliklere doğru yollara düşürülmüşlerdir. Günlerce süren yollarda, açlık, soğuk, pislik ve hastalıktan binlercesi kırım kırım kırılmışlar, sağ kalanlar ise bilinmezlikler içinde, yıllarca memleket hasreti ile yaşamışlar ve halende yaşamaktadırlar.
Geride, tek bir canlı insan bırakılmadan, evlerinden, köylerinden, kasabalarından, şehirlerinden sökülüp soğuk tren vagonlarında bilinmezliklere doğru yol alırlarken, arkalarında bıraktıkları evlerinde, bağlarında, bahçelerinde baykuşlar ötmeye başlamıştı bile… Öyle ki, bir çoğu kırsal kesimde yaşayan Kırımlı Müslüman Türklerin evlerinde, ahırlarında, kümeslerinde bulunan hayvanlar günlerce aç, susuz sahiplerini beklemiş, gelen giden olmayınca acı içinde açlık ve susuzluktan ölmüşlerdir….
Köyleri, kasabaları boşaltılan Kırımlı Türklerin yerine, öncelikle Sibirya tarafından ve Rusya’nın diğer bölgelerinden getirilen Ruslar yerleştirilmiş; toprakları başta olmak üzere her türlü malvarlıkları başkalarına peşkeş çekilmişti. Yüzyıllardır Türk yurdu olan Kırım, çok kısa bir zaman diliminde Ruslaştırılmış; binlerce köy, kasaba ve şehir isimleri, bir gecede değiştirilmişti. Bölge hem demografik olarak değiştirilmiş hemde tarihi ve kültürel mirasa ait ne varsa yağmalanmış ve yok edilmiştir. Yüzlerce camii ortadan kaldırılmış, asırlık kütüphanelerin içleri boşaltılarak talan edilmiştir. Tüm bu olumsuz kahredici ve her birisi utanç vesikası olaylara bir başka olay daha ekleyebiliriz. Unutulan köy Arabat… Evet, bu sürgün olaylarından sonra bölgede tek bir Türk nüfusu kalmadığına inanıldığı bir dönemde, 1944 yılının temmuz ayı ortalarında, Azak Denizi kıyılarında küçük bir Kırım köyünün boşaltılmadığı, daha doğrusu unutulduğu fark edilir. Zalim Sovyet askerleri derhal köye hareket ederek, balıkçılık ve tuz işleriyle hayatını devam ettiren bu kendi halindeki küçük Türk köyüne ulaşırlar. Rus ordusu tarafından gönderilen işe yaramaz bir hurda gemiye itilip kakılarak, çoluk-çocuk, yaşlı-genç demeden bindirilen bu unutulan Kırım köyü halkı, maalesef diğer soydaşları kadar şanslı (!) değillerdir. Zira bahsi geçen gemi, hareket ettikten kısa bir süre sonra bilinçli olarak batırılmış, içindeki yolcularıyla birlikte Karadeniz’in soğuk sularına gömülmüşlerdir.
Bunca acı olayı yaşayan Kırım Tatar Türkleri, yıllarca vatanlarından uzak, evlerine köylerine dönecekleri günü beklemişler; birçoğu gittiği yerde hayata veda etmişlerdir. Kendilerinden sonra gelen nesillerine hep Kırım hikâyelerini anlatmışlar, doğdukları öz vatanlarını en ince ayrıntılarına kadar hafızalarına nakşetmişlerdir. Öyle ki, bir gün mutlaka döneceklerini umut etmişler, bu kutlu vuslatı bekleyerek ömürlerini bilmedikleri yeni vatanlarında tamamlamışlardır.
Bu veciz bilgilerimin ışığında, bir iş gezisi için gitmiş olduğum Kırım’da, havaalanına ayak basar basmaz sanki Kırımdan 1944 yılında sürgün edilen benmişim gibi garip bir hisse bürünmüştüm. Uçak Akmescit (Simferepol) semalarına varıp, inişe geçince yukarıda kısaca zikretmeye çalıştığım, insanların acınacak halleri ve sebep olanlar yönüyle utanılacak manzaralar geldi gözümün önüne…. Zalim Rus zihniyeti, Kırım Türküne ait ne varsa silmeye ve yok etmeye çalışmış; ancak şehrin Türk’e has mistik havasını ve efsunlu dokusunu yok edememiş. Özellikle uzun bir dönem Kırım Hanlığına başkentlik yapmış Bahçesaray…. Kırım Hanlığı döneminden kalma tek ve en önemli yapı Han Sarayı, olanca mütevaziliği ve azametiyle hala ayakta… Topkapı Sarayı ile o kadar çok benzer yönleri var ki… Kırım Tatar Türkleri ile Anadolu Türkleri nasıl kardeşse, Topkapı Sarayı ile Hansaray da sanki öylesine kardeş. Ve Bahçesaray’da bir başka tarihe mührünü vurmuş şahsiyet Gaspıralı İsmail Bey.. Türkçenin ve önderlerinden, önde gelenlerinden…. Türkçeye yaptığı hizmetlerle Osmanlının Ulu Hakanı Sultan 2. Abdülhamit Han tarafından “devlet nişanı” ile ödüllendirilmiş, kılıçlaşan kalemini Türkçe için kullanmaktan asla geri durmamış mümtaz şahsiyet… Maddi ve manevi imkânsızlıklar içinde, çıkardığı Tercüman gazetesi ile milyonlarca Müslüman Türk’ün sözü ve sözcüsü olmuştur. “Dilde, fikirde, işte birlik” sözünü, sözde değil özünde isteyerek ve hissederek günümüzden yüz yıl önce dile getirmiştir.
Ancak, Gaspıralı İsmail Bey gibi, Türkçe aşığı bir insanın hemşerileri olan Kırım halkının, kendi aralarında bile Rusça konuştuğuna şahit olmak beni derinden etkilemişti. Zira benimle veya Türkiye’den gidenlerle konuşurlarken Türkçe konuşan Kırım halkı, kendi aralarında Rusça konuşuyorlardı. Bunun sebebini sorduğumda, yukarıda kısmen izah etmeye çalıştığımız asimilasyonun bir ürünü olduğunu, insanların zamanla Türkçeden uzaklaştığını, dolayısıyla Rusça daha kolay anlaştıklarını mahcup bir eda ile izaha çalışıyorlardı.
Hayat şartları son derece kötü olan Kırım da, halkın ekonomik olarak da zor şartlarda hayatlarını idame ettirdiklerine şahit olduk maalesef. Sokaklarda seyyar satıcılık yapan yaşlı, genç Kırımlı kadın ve erkeklerin, muhataplarına yalvaran gözlerle bakıp, önlerinde satmaya çalıştıkları hediyeliklerden bir şeyler almalarını beklediklerini, fiyatların çok pahalı olduğundan şikayet eden alıcılara çaresiz ve mahcup bir şekilde ellerini açıp; “maalesef yardımcı olamıyoruz, zaten az kazanıyoruz” tarzındaki sözlerini üzüntü ile müşahede ettik. Halkın genel olarak ekonomik gelir seviyesinin ve hayat standartlarının düşüklüğü, hayatın her alanında kendini hissettiriyor. 30-40 yıl öncesinden kalma elektrikli otobüsler, hurdaya dönmüş halleriyle bile hınca hınç dolu yolcu taşıyorlardı. 2000’li yılların ortalarında gerçekleşen Turuncu Devrimin (!) halka yansıması demek ki müspet yönde olmamıştı.
Gaspıralı İsmail Bey’in kabrini ziyarete giderken, kabrin yakınında, başında Osmanlı fesi bulunan, gözleri sevinçten çakmak çakmak olan ve hızlı adımlarla yanımıza gelen b,r genç, “Türk müsünüz, Türkiye’den mi geliyorsunuz?” diye sorup, “Evet” cevabını alınca sanki yıllardır görmediği ve beklediği bir dostunu görmüşçesine sıkı sıkı bize sarılarak, “Benim dedem yıllarca Fatih Sultan Mehmet’in askerlerini beklemiş, bekleyerek hayata gözlerini yummuş. Keza babam da bu duygularla öldü, ama ben bunu göreceğim. Türk askerini bir gün burada göreceğime inanıyorum” dedi. Hiç beklemediğimiz bu durum karşısında genci; “gönüllerin bir olduğu, Kırım Tatarları ile Türklerin öz kardeş olduğu” ve benzeri sözlerle teselli etmeye çalışarak, yanından ayrılmak zorunda kaldık. Keza Kırım’ın her köşesinde Türk olduğumuz anlaşılınca, insanların büyük bir sevgi ve muhabbetle bize yaklaştıklarına, ilgi ve alaka gösterdiklerine şahit oluyorduk.
Tam bizim ziyaretimize denk gelen zaman diliminde, Kırım halkının göğsünü kabartan bir başka olay daha vardı Ukrayna’da ve dolayısıyla Kırım’da: 2 defa Sovyetler Birliği Kahramanı madalyasına layık görülen avcı pilotu Amethan Sultan’ın yaşamını ve 18 Mayıs Sürgünü faciasını konu alan “Haytarma” adlı sinema filmi, gösterimdeydi. Çok yüksek bir izleyici kitlesine ulaşan filmden dolayı Kırımlıların son derece mutlu olduğuna şahit oluyorduk. Zira bahsi geçen savaşta Kırım halkı, Almanlarla işbirliği yaptıkları gerekçesiyle topyekun sürgüne gönderilmişti. Ancak Kırımlı Amethan Sultan, 30 adet Alman uçağını tek başına düşürmüş, (19 adedini grup halinde düşürmeye muvaffak olmuş) ve dünya tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir başarıya imza atmıştı. Ama ne hazindir ki, Almanlarla işbirliği yaptığı gerekçesiyle sürgün edilen halk arasında, Amethan Sultan’ın köyü de vardı.
Bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak şahsen beni en çok mutlu eden, göğsümü kabartan durum ise; Bahçesaray’da bulunan tarihi Zincirli Medresesi’nin ve Hacı Giray Han Türbesi’nin tamir ve restorasyon işlerinin Türkiye Cumhuriyeti tarafından yaptırılmasıydı. Söz konusu tarihi yapıların kapılarında, Türkiye Cumhuriyeti TİKA Başkanlığı tarafından restore ettirildiği yazıyordu. Devletimizin oralardaki kültür miraslarına sahip çıkıp desteklemesi ve bunu dosta düşmana göstermesi gurumuzu okşamıştı.
Kırım ile dini, milli ve ilmî yönden bağlarımızı ve benzerliklerimizi kısaca ifade etmeye çalışsam da, bu konu başlı başına bir çalışma gerektirmekte olup, kitaplara, ansiklopedilere konu olabilecek kadar derindir. Zira ilk Müslüman Türk halifesi, Yavuz Sultan Selim Han, dönemin Kırım Hanının kızıyla evlenmiş ve şanlı Osmanlı ile Kırım Hanlığının akraba olmasını sağlamıştır. Oğlu Kanuni Sultan Süleyman Han, şehzadeliğinin bir dönemini Kırım’da (Kefe) geçirmiştir. Yine Osmanlı Devleti ile Rusya, Kırım yüzünden defalarca savaşlar yapmış, binlerce insan hayatını bu savaşlarda kaybetmiştir. Osmanlının yükseliş döneminde, ilim, kültür, teknoloji ve sanayisi gelişirken, etki alanına aldığı devlet ve millet alanı da gelişmiş, bu devlet ve milletlerin birçoğunu yönetimi altına almış, ancak güçsüz düşüp zayıflamaya başlayınca da söz konusu devletler bir bir elinden kaymaya başlamıştır.
İşte Kırım da bunlardan sadece birisi… Mahzun, gariban, yoksulluk içinde ve kaderine terk edilmiş bir vatan toprağı gibi görünüyor… 1944 yılında sürgüne gönderilenlerin bugün birçoğu hayatta yok. Ancak onların neslinden gelen Kırım Türkleri, anayurtlarına kısmen gelmeye başlamışlar. Vuslat Hareketi dedikleri bu geri dönüş tabi ki hiç de kolay olmamış. Bugün Ukrayna topraklarında kalan ve Kırım Özerk Cumhuriyeti olarak kısmen yeniden canlanan devlet; ekonomik, sosyal ve kültürel yönden çok eksik. Onlar için en büyük maddi ve manevi yardım kapısı ve ilham kaynağı, Türkiye Cumhuriyeti… Irak’ta Türkmen’in, İran ve Azerbaycan’da Azerilerin, Doğu Türkistan’da Doğu Türkistanlıların, Balkanlarda Türk soydaşların olduğu gibi… Türkiye Cumhuriyeti devleti güçlü olmak mecburiyetinde olduğu kadar, bu ülkede yaşayan sorumluluk sahibi insanlarda hem ilgili, hem de bilgili olmak zorundadırlar.
Batının emperyalist güçlerinin, günümüzde dünya haritasını yeniden çizmek için binlerce insanın ve özellikle Müslüman ve Türklerin kanını akıttığı bu dönemde, her zamankinden daha güçlü olmalı, devletimizin ve milletimizin enerjisini doğru yerde, doğru zamanda kullanması için elimizden geleni yapmalıyız.
Zira 1944 yılında Kırımda soydaşlarımıza uygulanan mezalimin bir diğer örneği 1990’lı yıllarda Azerbaycan’da, Kosova’da, Bosna’da ve 2000’li yıllarda da maalesef Kuzey Irak’ta ve özellikle Kerkük’te uygulanmış ve Doğu Türkistan’da da halen uygulanmaya devam edilmektedir.
Güçlü, sözü geçen, sözü dinlenen bir Türkiye’ye öncelikle Türk Dünyasının, İslam coğrafyasının ve tüm mazlum milletlerin her zamankinden daha çok ihtiyacı vardır.
.
Zafer TEKİN – zafertekin@sahipkiran.org
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.
Kardeşim, gerçekten çok hoş ve akıcı bi yazı olmuş…Birkaç sefer okudum, inan dünyadan bi haber yaşadığımız gibi, kendimizdende bi haberiz…Biçok şeyi bu yazı sayesinde öğrendim…Sen bu işi gerçekten çok iyi biliyorsun, rahmetli Muhsin Yazıcıoğlun nun vefatı üzerine yazdığın yazı hala hafızamda..Gurur duydum kardeşim seninle, inşallah bu sefer bari sürekli olur..Tekrar tebrik ederim.
Kardeşim; çok isteyip gidemediğim anavatanımın kokusunu hissettim yazında.bende kırım halkıyım yada bir uzantısı, istanbulda doğmuş büyümüş bir kırımlıyım, gurur duydum, gururluyum.TEBRIK EDERĪM..